Satılık Ruhlar Pazarı | Emine Eroğlu

Geçen aylarda kendisine hiçbir şey danışılmayan muktedir danışmanlarından birisiyle, ülkenin içinden geçtiği süreci kritik ediyorduk. İslamcı Makyavelizm’i anlamama yardımcı olacak çok önemli bir tespitte bulundu.
Aynı zamanda itiraf niteliği taşıyan bu tespiti aktarabilmek için önce İslam tarihinden bir hatırlatma yapmak istiyorum:
Devir Asr-ı Saadet, dönem Mekke. Kureyş’in ileri gelenleri endişelidir. Aldıkları önlemler işe yaramamış, Hz. Muhammed (sav)’e tabi olanlar hızla çoğalmıştır. Kendi aralarında toplanarak “Bir kez de tatlılıkla deneyelim!” derler. İçlerinden Efendimiz (sav) üzerinde etkili olacağına inandıkları birini elçi olarak gönderirler. Elçi, huzura çıkar ve ince ince hesaplanmış, görünüşte cazip, hakikatte ahlaksız bir teklif sunar:
“Ey Muhammed, sen bizim tanrılarımızı incittin. Aramıza bozgunculuk tohumları ektin. Dayanışmamızı, birliğimizi bozdun. Hepimize üzüntü ve dert getirdin. Eğer zenginlik istiyorsan, seni ülkemizin en zengini yapalım. Güç, iktidar ve liderlik istiyorsan, seni başımıza reis yapalım. İstediğin güzel bir kadın varsa, söyle, hemen senin olacaktır. Eğer hastaysan ve bu peygamberlik iddian ondan kaynaklanıyorsa, en iyi doktorları bulup seni tedavi ettirelim.”
Efendimiz’in (sav) cevabı nettir:
“Mal istemiyorum. Hükümdarlık arzum yok. Hatice’den başkasında da gözüm yok. Hasta değilim. Ben sadece Allah’ın aciz bir kuluyum. O Allah ki beni size elçi olarak gönderdi. Bunu kabul ediyorsanız peşimden gelin. Aksi halde şunu aklınızdan hiç çıkarmayın, Güneş’i bir elime, Ay’ı diğer elime verseniz de bu davadan dönmem.”
KİRLİ ANLAŞMALAR
Söz konusu danışman bu tabloya atıf yaparak dedi ki: “Şimdinin İslamcı muktedirleri -farz-ı muhal- Efendimiz (sav)’in yerinde olsalar, müşriklerin bu teklifini derhal kabul eder ve şöyle düşünürlerdi: “İşte ayağıma kadar geldiler. Bana reislik ve zenginlik teklif ediyorlar. Ne âlâ. Hele ben yönetimi ele geçireyim. Kontrol bende olsun. Sonra nasılsa o güç ve iktidarla düşmanlarımı yavaş yavaş sindirir, dinimi de sahip olduğum imkânlarla daha hızlı ve kolay yayarım.”
Sanıyorum bugün muktedirlerin çoğuna sorulsa, hiç tereddüt etmeden “evet, öyle yapardık” diyerek İslamcı söylemin en temel argümanlarından biri olan “tavandan tabana hükmetme”nin avantajlarını izaha koyulurlar. Müşriklerin öne sürdüğü “toplumun birlik ve beraberliği” gerekçesine de dört elle sarılırlar. Ülkenin ikbal ve istikbaline yön verebilmek için kaçırılmaması gereken altın bir fırsattır bu. En nihayetinde yolların en güzeli kestirme olan değil mi onlara göre?
Halk kitlelerini de ikna etmekte zorlanacaklarını hiç sanmıyorum. Kolay olan çoğu zaman doğru olana tercih edilir çünkü. Güçlü olan da zayıf olana. Dünya yansın, ama onların bir kalbur samanı yanmasın diye çırpınanlar, kendi başlarında patlamayan terörle bile yaşamaya alışılabilirler. “Haşa Efendimiz Peygamberdi, biz değiliz!” diyerek tevazu bile gösterebilir, bu kirli pazarlığa razı olmayanları “kibir sultanlığının hükümdarları” olarak yaftalayabilirler…
Hiç düşünmezler ki bu, ruhunu Şeytana satan bir mukaveledir ve bu satıştan sonra ortada dava da kalmaz “insan” da… Oysa Efendimiz (sav)’in seçtiği yolun ne kadar uzun ve meşakkatli olduğu malum. Bedeli mahrumiyet, gasp, yalnızlaştırma, itibarsızlaştırma, tehditler, komplolar, işkence, tehcir, savaşlar ve ölümlerle ödenen uzun ve dayanması çok güç bir yolculuk…
GÜN BE GÜN YEVM-İ BETER
Gün be gün yevm-i beter bir zulüm karşısında iki büklüm oldukça daha sık hatırlar oldum bu konuşmayı. Dr. Faustus’un Mefisto’yla yaptığı anlaşma gibi muktedirlerin, ruhlarını satarak zamanın Mefistolarına teslim olduğu nice gizli/açık anlaşmanın varlığına tanıklık ettikçe, kanaat getirdikçe…
Terör örgütleriyle, Ergenekon’la, zındıka komiteleriyle…
Bu anlaşmalar yapıldıktan sonra kaçınılmaz olarak din, ahlak, milliyet, kültür, tarih her şey haraç mezat satışa çıkarılıyor.
Fecaatlerinden kahramanlık öyküleri devşiriyor oluşları bu yüzden. Zulme iştihalarının tatmin olmayışı. Birbirine zıt iki şer güçle aynı anda ittifak edebilmeleri, en büyük düşmanları ile menfaatte dost olabilmeleri… Bu yüzden, akan kan ve dökülen gözyaşı karşısında istifa etmemeleri, herhangi bir üzüntü emaresi göstermemeleri. Her felaketten sonra kamuoyu yoklaması yaptırmaları. Yayın yasakları. Gündem manipülasyonları.
Bu yüzden üniversite hocalarının tutuklanması, özgür basının susturulması, hırsızların ve çocuk tecavüzcülerinin korunması, terör kapsamını ömrünce taş atmamış sivilleri kapsayacak şekilde genişletme çabası, gücün çenelerine vurması… Kumdan kaleler inşa etmeleri, koruma orduları ile gezmeleri, alkışla cesaret toplamaları, efendilerine adak sunmaları, “kıral çıplak!” diye bağıranları zindanlara atmaları bu yüzden. Bizler mülteciler gibi, bir Kayserili pazarlığının feda edilmişleri, gözden çıkarılmışlarıyız. Satılmış ruhlara kendilerini kötü hissettirenler. Cürmün, susturulması gereken şahitleri. Zorbalıkla bertaraf edilecekler…
Fakat çok belli, bu yolun sonu yakın, dönüşü yok. Günü kurtarsa da yarını yok. İmhali var, ihmali yok. Öyleyse, “Ben mal istemiyorum. Hükümdarlık arzum yok. Hatice’den başkasında da gözüm yok.” diyen Hz. Peygamber’e (sav) tabi olmalı… Ve onun Mekkeli müşriklere dediği gibi zamanın müşriklerine; “Güneş’i bir elime, Ay’ı diğer elime verseniz de bu davadan dönmem.” diyerek yola devam etmeli. Bedeli ne olursa olsun!..