Yorum | Dr. Serdar Efeoğlu |
Diyanetin Temeli: Şeyhülislamlık
Bugün güncel siyasi tartışmaların tam ortasında yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın temeli, Osmanlı Devleti dönemindeki Şeyhülislamlık kurumuna dayanıyor. Fatih Kanunnamesi ile “ulemanın reisi” kabul edilen Şeyhülislamlık, II. Bayezid ve Yavuz dönemlerinin Şeyhülislamı Zembilli Ali Cemali Efendi ile önemli bir konuma kavuştu. Zembilli, Yavuz’un yanlış kararlarına “görevinin Padişahın hem dünyevi, hem de dini hayatını kurtarmak” olduğunu söyleyerek karşı çıktı ve icraatlarıyla bu makamı farklı bir konuma taşıdı.
Kemalpaşazade ve Ebussuud Efendi dönemlerinde verilen fetvalarla yeni açılımlar gerçekleşti. 18. yüzyıldan itibaren Şeyhülislamlar, siyasetin içinde aktif bir şekilde yer alarak padişah değişikliklerinde etkili oldular.
Padişahların hal’ fetvalarını şeyhülislamların vermesi de bu makamı önemli bir konumda tuttu. Şeyhülislamlara idam cezası verilmemesi esas olsa da 131 müftü ve şeyhülislamdan üçü siyasete karışma ve nüfuzlarını kötüye kullanma gerekçesiyle idam edildi.
Başlangıçta şeyhülislamların gelirleri mütevazı iken daha sonra arpalıklar tahsis edildi ve vakıf gelirleri, atıyyeler ve hediyelerle çok zenginleşenler oldu. Bazı şeyhülislamlar verdikleri fetvalarla padişahların dine ters düşen uygulamalarına meşruiyet kazandırırken, bazen de damadı Genç Osman’ın kardeşini öldürmek için istediği fetvayı vermeyen Esat Efendi gibi Şeyhülislamlar da görüldü.
Şeyhülislamlar Sadrazamla eşit seviyede idi. Tahta çıkan hükümdara Eyüp Sultan’da yapılan Kılıç Kuşanma Merasimi’nde kılıcı Şeyhülislam kuşatırdı. Bayramlaşmada Şeyhülislam içeri girdiğinde, Padişah kendisini öne bir iki adım atarak karşılardı.
Meşrutiyet döneminde Şeyhülislamlar, aktif olarak siyasette yer aldılar. İttihatçılar kendilerine yakın kişilere kabinede yer verirken, diğer hükümetler de tercihlerini bu şekilde yaptılar.
Bakanlık Seviyesinden Genel Müdürlüğe
Yeni Türk Devleti, Kurtuluş Savaşı boyunca “laik” karakterini öne çıkarmadı. Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti (Dinişleri ve Vakıflar Bakanlığı), 3 Mart 1924’e kadar dini işlerin sorumlusu idi. Bu tarihte bu bakanlığa son verilerek “Diyanet İşleri Reisliği” kuruldu ve çıkarılan kanunla “bakanlık seviyesinden genel müdürlüğe” dönüştürülen teşkilata sadece İslam dininin inanç ve ibadetle ilgili hususlarının uygulanması ve ibadet yerlerinin idaresi görevi verildi.
Diyanet’in gücü, varisi olduğu Şeyhülislamlığın çok gerisinde idi. Bu düzenlemede vakıflar Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, medreseler ise Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştı. Hatta teşkilat yapısı bile belirlenmemiş; sadece Başkan’ın Başbakan’ın teklifi ile Cumhurbaşkanı tarafından tayin edileceği ve Başbakanlık’a bağlı olacağı belirtilmişti.
1931 yılında çıkarılan bir kanunla cami ve mescitlerin idaresi ile imam, hatip gibi din görevlilerinin tayin, nakil ve emeklilik işlemleri Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilerek teşkilat iyice zayıflatıldı. Başkanlığın görevi, cami ve mescitlerin dini yönden takibiyle sınırlandı. Taşra teşkilatı ise birçok yerde sadece müftüden ibaret kaldı. Bu statü 1950’ye kadar devam etti.
Yeni Rejimin Diyanet’e Bakışı
Yeni rejim, güçlü Şeyhülislamlık makamı yerine “kullanışlı ve zayıf” bir Diyanet teşkilatını tercih etmiş ve tamamen siyaset kurumunun emrinde olacak şekilde kurgulamıştı. Çok sınırlı bir bütçesi olan teşkilat, birçok konuşmada “Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü” gibi değerlendirilmiş ve “dini bir kurum” olarak görülmemişti.
Yeni rejim “laik” karakterine rağmen din devlet ilişkilerini Batılı anlamda ayırmayı hiçbir zaman düşünmemiş, aksine bunu tehlikeli görmüştür. Asıl istenen, siyasetin Diyaneti bir araç olarak kullanarak dini hayatı doğrudan yönlendirmesi ve dinin dünyevileşmesidir.
İlk Diyanet İşleri Reisi olan Rıfat Börekçi; medreselerin, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, Latin Harflerinin kabulü ve hafta tatilinin pazara alınması gibi devrimlere hiçbir tepki vermemişti. Bunda Şapka devrimi gerekçesiyle İskilipli Atıf Hoca’nın, Menemen Olayı’ndan sonra da birçok din adamının idam edilmesinin etkili olduğu düşünülebilir.
Börekçi, Türkçe ezan uygulamasına da tepki vermemiş, Türkçe ibadet konusunda da pasif kalmayı tercih etmiştir. Hatta müftülüklere gönderdiği bir yazıda Türkçe ezan ve kamete mukavemet edenlerin cezalandırılacağını belirtmiştir. Bu durum iktidarın emrinde bir Diyanet teşkilatı anlayışını net bir şekilde göstermektedir. Börekçi, iktidarın yandaşı olmanın karşılığını başkanlık görevini ölene kadar sürdürerek almış ve toplam 27 yıl bu görevde kalarak bir rekora imza atmıştır.
İsmail Kara’nın çok yerinde bir tespitiyle Cumhuriyet döneminde Diyanet’in önemli bir misyonu da halk nezdinde itibar sahibi olan meşayih, ulema ve kanaat önderlerinin nüfuzunun kırılması olmuştur. Bunun için Başkan olarak muteber kişiler tercih edilmiştir. İlk başkan olarak Ankara eşrafından ve aynı zamanda Ankara müftüsü olan, Rıfat Börekçi’nin seçilmesi tesadüfi değildir.
Başkanlar ve Siyaset
Börekçi’den sonra bu göreve müderris ve İlahiyatçı Ord. Prof. Dr. Şerafettin Yaltkaya tayin edilmiş, İsmet İnönü daha sonraki başkan olarak da Meşrutiyet döneminin İslamcısı ve halk tarafından sevilen Ahmet Hamdi Akseki’yi tercih etmiştir. Diyanet’in ilk üç başkanının ölene kadar görev yapmaları da ilginç bir durumdur.
Diyanet İşleri Başkanlarının görevlerinin sona erme şekli, iktidarlar tarafından tam bir devlet memuru olarak görüldüklerinin ispatı gibidir. Hükümetler ve darbe döneminde askerler, kendi isteklerine göre hareket eden bir teşkilat ve başkan arzu etmişler, bir problem yaşandığında başkanları rencide edici bir tarzda görevden uzaklaştırmışlardır.
27 Mayıs döneminin Diyanet İşleri Başkanı Ömer Nasuhi Bilmen, askerlerin müdahaleleri ve özellikle Türkçe ezan konusundaki baskılar karşısında bu görevde ancak dokuz ay kalabilmiştir. Bilmen’in yerine atanan Hasan Hüsnü Erdem ise, Başkan Yardımcısı yapılan Emekli Tümgeneral Sadettin Evrin’in Risale-i Nur aleyhinde hazırladığı raporu “Başkanlık veya kendi adıyla” yayınlanmasını reddettiği için görevden alınmıştır. Bir başka Başkan İbrahim Elmalı ise Bakan’ın bir tayin isteğini kabul etmediği için azledilmiştir.
1980’lerden sonra da Başkanlığa müdahaleler devam etmiş, her siyasi iktidar bürokraside olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığı’na da kendisine yakın kişileri getirmiş ve iktidar değişikliğinde Başkan değiştirilmiştir. Başkanlık yapmış kişilerden yedisinin milletvekilliği yapması, Başkanların da siyasete çok istekli olduklarını göstermektedir.
Diyanet, “muhalif” olduğu değerlendirilen Süleyman Efendi Cemaati ve Risale-i Nur Talebeleri gibi Sünni cemaat ve tarikatlar hakkında raporlar yayınlayarak aleyhte kamuoyu oluşturulmasında da aktif bir rol oynamıştır. 1964 yılında yayınlanan Diyanet tarafından yayınlanan “Nurculuk Raporu” buna iyi bir örnektir.
AKP’nin Diyaneti
Günümüze baktığımızda Erken Cumhuriyetin Diyanetle ilgili öngörüleri tam anlamıyla gerçekleşmiş görünmektedir. Diyanet vasıtasıyla bütün camiler ve dolayısıyla dini hayat, devletin kontrolüne alınmış durumdadır. Haftalık hutbelerle devletin resmi söylemi, en ücra köylere, hatta yurtdışına ulaşmaktadır.
Muhalif olarak görülen dini yapılar, hutbeler veya raporlar vasıtasıyla çok kolay bir şekilde dışlanmakta ve toplumsal linç ortamı oluşturulmaktadır. Bugün Diyanet, kendisine 93 yıl önce tanımlanan görevleri gerek yurtiçi, gerekse yurtdışında “muhbirlik” görevini de ekleyerek eksiksiz yerine getirmektedir.
Mehmet Görmez’in görevden alınmadan önceki son icraatı olarak bir Risale-i Nur ekolü olan “cemaat” hakkında 1964’de Nurculuk’la ilgili yayınlanan eserdeki benzer tenkitleri tekrarlayan bir rapor açıklaması, Diyanetin konumunun dini kıstaslara göre değil, siyasilerin taleplerine göre şekillendiğini net bir şekilde göstermektedir.
27 Mayıs Darbesi sonrasında başkanlık görevini üstlenen Ömer Nasuhi Bilmen ve Hasan Hüsnü Erdem baskılar karşısında istifa ederek tepkilerini ortaya koymuşlardı. Görmez ise tamamen AKP’nin bir memuru gibi davranarak parti devletine giden sürece Diyanet teşkilatını da bir basamak yapmakta beis görmedi.
Görmez’in “Kraldan çok kralcı” tavrının birçok kişiyi şaşırttığı ortada. Ancak bütçesi tamamen Hükümete bağlı olan ve devletin resmi bir kurumu olarak tanımlanan Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan iktidara direnmesini veya yanlışlıkları kamuoyu ile paylaşmasını beklemenin manasız olduğu açıktır.
Kaynaklar: İ. Kara, “Din İle Devlet Arasında Sıkışmış Bir Kurum: Diyanet İşleri Başkanlığı”, MÜ İlahiyat Fak. Dergisi, 2000, S. 18; M. İpşirli, “Şeyhülislamlık”, TDV İA, C. 39; İ. Yücel, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, TDV İA, C. 9.
(tr724)