Ahiret Var, Hesap Var

YORUM | SÜLEYMAN SARGIN

Bediüzzaman, “Hazreti Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) bütün hayatında vahdaniyetten sonra en daimi davası ve müddeası ve esası ahirettir” der ve ilave eder, “Kur’an’ın dörtte biri haşir ve ahirettir ve bin âyâtıyla onun isbatına çalışır.” Hakikaten ahirete iman, hem Kur’an’da hem de hadis-i şeriflerde Allah’a imandan sonra üzerinde en çok durulan iman esasıdır. Çünkü insanın hayatını bir düzene koyması, toplumların hakiki manada huzur bulması ahiret gününe ve o gün Allah’a hesap verileceğine gönülden inanmaya bağlıdır.
Yunus Sûresi 61. Ayette :“Ne işte bulunsan, Kur’ân’dan ne okusan ve siz ne iş yapsanız mutlaka Biz, o işin içine daldığınız an üzerinizde şahidiz (her yaptığınızı görürüz). Ne yerde ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabb’in(in bilgisin)den kaçmaz. Ne bundan küçük ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın… (Allah’ın bilgisi her şeyi içine almıştır. O’nun bilgisi dışında kalan hiçbir şey yoktur. Her olay, ancak O’nun bilgisi ve izniyle olur.)” buyurularak yapılan hiçbir şeyin, söylenen hiçbir sözün gizli kalmayacağına ve her şeyi Allah’ın bildiğine vurgu yapılır.
Burada hem ilâhî bir ikaz hem de Rahmânî bir teselli söz konusudur. Allah’a inandığını söyleyen insanlara “Madem Allah’a inanıyorsunuz, bu iman sadece O’nun varlığına ve birliğine iman olmamalıdır. O’nun bütün esma ve sıfatlarına, her şeyi görüp bildiğine, her halimize nigehban olduğuna ve zerre miktar hayrımızın da şerrimizin de hesabını soracağına iman etmelisiniz” ikazı yapılmaktadır. Allah’a inandığını söyleyen insan, O’nun emirlerine de yasaklarına da aynı şekilde inanır. O’na inandığını söylerken –hâşa – O yokmuş ya da her şeyden haberdar değilmiş gibi rahat ve sorumsuz tavırlar sergilemek sahih bir imanla bağdaştırılamaz. Yazık ki, bugün kendisini Müslüman olarak tanımlayan insanların en büyük problemi budur.
Çok kolay yalan söyleyen, çekinmeden iftira atabilen, milletin malını, mülkünü gaspedip türlü zulümlerle insanlara hayatı zindan eden Müslüman (!) sayısı hiç de az değil. Bu zalimliklere ve haksızlıklara alkış tutup körü körüne peşinden koşanlar da yine kendine Müslüman diyen talihsizler. Gıybet hemen herkesin hayatının rutini haline gelmiş. Cami avluları masum insanların gıybetinin yapıldığı kahvehanelere dönmüş. Zikir meclislerinde sigara dumanı eşliğinde hiç utanmadan, sıkılmadan, vicdani bir rahatsızlık duymadan yüzbinlere iftiralar atılıyor. “Bir gemide yüz cani bir masum olsa o gemi batırılamaz” diyerek Risale dersine başlayan insanlar, dersi iftiranın, bühtanın bin türlüsüyle bitiriyorlar. Haşir risalesini okurken sanki haşir yokmuş gibi bir rahatlıkla dedikodulara dalabiliyorlar.
Bu elbette sadece bizim dışımızda olanlar için geçerli değil. Pek çoğumuz zaman zaman benzer yanlışlara düşebiliyoruz. Özellikle sorumluluk ve yetki sahibi insanların bu konuda kılı kırk yaran bir titizliğe sahip olmaları gerekiyor. Hele ki kararları başkaları için bağlayıcı ise, o mercilerindeki insanlar yüz kere düşünmeden, vicdan ve ahirette hesap merceğine tutmadan kararlar vermemeliler. Bilmeden başkaları hakkında konuşmak, su-i zanları kesin kanaat gibi serdetmek, vicdanla değil anlık kızgınlıklarla, öfkelerle ve benzeri hislerle karar vermek, istişare yapıyorum diye dedikodu yapmak ve insanlar hakkında bu şekilde hükümler verip kararlar almak, içine düşülmesi muhtemel önemli bir handikap olarak karşımıza çıkıyor. Bir sözü söylerken, bir yazıyı kaleme alırken veya başkaları hakkında hüküm keserken “Bunu bana yarın Allah sorarsa O’na da bu kadar rahat konuşabilecek miyim, söylediklerimin, kararlarımın arkasında başım dik, alnım ak olarak Huzur-u İlâhî’de durabilecek miyim” endişesi belirleyici olmalıdır.
Enaniyet çağında yaşıyoruz. Egolarımız çoğu zaman vicdanımızın da aklımızın da önüne geçebiliyor. Sözlerimizi, yazılarımızı, kararlarımızı, hükümlerimizi birbirimize karşı türlü türlü diyalektiklerle savunabiliriz. Nefsimiz de o konuda bize yeterli argümanı sağlar. Bu yolla başkalarını ikna edebilir hatta kandırabiliriz. Ama aynı argümanların yarın hesap gününde de geçerli olup olmayacağını düşünmek gerekir. Söylediğimiz bir sözle kaç insana zarar verdiğimizi, verdiğimiz kararların gerçekten adaletli mi zalimce mi olduğunu ancak kendimizi ahiret terazisine vurarak ölçebiliriz. Herkes kendi kendine “yarın aynı şeyi bana Rabbim sorduğunda O’na da bu rahatlıkta konuyu arz edebilirim” diye sorabilmelidir. Diyemiyorsa, içini kemiren, kalbini huzursuz eden bir şeyler varsa oturup her şeyi ahiret adesesinden yeniden gözden geçirmelidir. İşte ayet-i kerime bu yönüyle hepimiz için bir ikaz ve hatırlatmada bulunuyor.
Ama ayet-i kerime aynı zamanda tesellidir, demiştik. Tesellidir, çünkü zulme, gadre, haksızlığa uğrayan, Müslüman bildiği insanların elinden ve dilinden zarar gören, su-i zanna, gıybete, iftiraya, tenkile, tecride maruz kalan insanlara da, “Siz dişinizi sıkıp sabredin, Alîm u Habîr Allah bunu size yapanlardan elbette hesap soracak ve hakkınızı onlardan alacaktır. Zira O sadece söz ve davranışlarla dışa yansıyanları değil, kalplerde gizli olanı da en ince ayrıntısına kadar bilir; hiç kimse O’nu kandıramaz, kimse O’na yalan söyleyemez” demektedir. Masum, mazlum ve mağdur olan, zalimle hesaplaşmak için can atan ve intikam hırsıyla kavrulan insanlar ancak, zalimin yakasını Allah’ın eline vereceği günü ve burada çektiklerine mukabil ahiret yurdunda kendisine bahşedilecek mükâfatları düşünmekle müteselli olur.
Zira mazlum katiyen bilir ki, burada yapılan zulümler, haksızlıklar asla zalimin yanında kalmayacaktır… Bir mahkeme-i kübrâ açılarak inceden inceye her şey hesaba çekilecek; zalim cezasını, mazlum ise mükâfatını görecektir.
Hayatı istikamet ve faziletle geçirmenin tek çaresi ahirete imanı ve hesap şuurunu dünyada ahlâk hâline getirmektir.
(TR724)