Gezegene Bir Cisim Yaklaşıyor!..

YORUM | Doç. Dr. MAHMUT AKPINAR |

Ülkede tekmil tek adam rejimi kuruldu. Artık her şey Saray’dan idare ediliyor, herkes yapacağı en küçük işte dahi “Saray ne der?” kaygısı taşıyor. Bütün tek adam rejimlerinde olduğu gibi her fazilet bir kişiye veriliyor; herkes bir adamın beğenisi için iş yapıyor. Önemli bir kesim ise hayranlıktan öte korku ve endişe, güvensizlik duygularıyla Saray’a temenna durma mecburiyeti hissediyor. Hapislerde çürümemek, bir iftirayla hayatının kararmaması için akademisyenler, hocalar, eli kalem tutanlar dahi “Neme lazım başıma bela alacağıma Saray’a selam çakayım” düşüncesinde. Cemaatler tarikatlar, vakıflar, cemiyetler hakeza. “Grubumuzu korumak için biz de alkış tutalım; görmeyelim, duymayalım, bilmeyelim” havasındalar.
Diktatörlüklerde yaşananlar artık olağanlaştı. Çok kimse yakın zamanda bir çözüm beklemiyor. O nedenle insanlar CHP’nin tek parti rejimine benzer şekilde tek adam zihniyetiyle yaşamaya kendini alıştırdı. İşini, düzenini, davranışlarını ona göre ayarlıyor. Ancak son günlerde tuhaf şeyler oluyor. Kör gözüm parmağına, göstere göstere bazı olaylar yaşanıyor. 1930’ların Türkiye’sinde nasıl din, dindarlar, dini değerler aşağılanıp hayattan dışlanıyor idiyse bugün de laikleri, sekülerleri tahrik ve taciz edecek şekilde Atatürk’e, Cumhuriyete, seküler değerlere hakaret ediliyor; Atatürk heykelleri kırılmaya çalışılıyor. En banal şekilde din istismarı yapılıyor. İnsanların hayat tarzlarına müdahale ediliyor ve bunları yapanlar toplumda ‘gururla’ dolaşıyor. Hatta devletlûlerden itibar ve iltifat görüyor.
DEJAVU: BİZ BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK SANKİ
Ortada tuhaf bir durum var. Sanki dünyamıza daha önce karşılaştığımız bilindik bir cisim yaklaşıyor. Önceki tecrübelere benzer şekilde yaşanacaklar için yol yapılıyor, toplum hazırlanıyor gibi. Bu bir dejavu. ‘İrtica’ kavramının ilk defa kullanılmaya başlandığı 31 Mart Vakası’ndan (1908) bu tarafa benzer şeyler yaşıyoruz. Her 10-15 yılda tekrarlanan bu dejavu millete, ülkeye hayır-huzur getirmedi. Sahnelenen senaryoların sonuçları özellikle de dindar insanlar için hiç iyi olmadı.
31 Mart Vakası’yla İttihatçı otoriter anlayış puslu, karmaşık ‘irtica sahneleri’, ‘hürriyet söylemleri’ üzerinden kendi darbesini yaptı. Akabinde koca devleti ele geçirdiler ve çok değil 3-5 yıl içinde de devleti bitirdi, milleti perişan ettiler.
Şeyh Said Vakası, tek parti döneminin özellikle dindar muhalifleri ve Kürtleri ezmesi için çok iyi gerekçe yapıldı. Giyotin olarak kullanılan İstiklal Mahkemeleri devreye sokuldu. Yönetime sınırsız, sorumsuz yetki veren Takrir-i Sükûn kanunu (o dönemin OHAL’i) çıkarıldı ve herkes ezildi, sindirildi. İzmir suikastıyla Mustafa Kemal’in eski ittihatçı arkadaşları dahil her muhalif yargılandı; içinde bakanların da olduğu bazıları idam edildi. Topluma tekmil korku havası verildi ve susturuldu. Menemen Vakası devrin zorbalarına ayrı imkanlar bahşetti.
1960 öncesi AKP ile karşılaştırıldığında çok ‘beceriksiz’ kalan DP otoriterleşmek için yollar arıyordu. Ne var ki Menderes bu işler için Erdoğan’a nisbetle pek naif ve kibar kalıyordu. Kabinesinde ve partisinde dindar, namaz kılan kimse olmamasına, hatta çok İslam düşmanı barındırmasına rağmen her gün aleyhine ‘irtica’ haberleri çıkıyordu. Ticani tarikatından olduğu söylenen meczuplar sürekli Atatürk heykellerine saldırıyor ve kırıyordu. DP artan heykel kırmalar karşısında Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkarmak zorunda kaldı. 27 Mayıs’a yaklaşırken ‘irticai eylemler’, ‘başkaldırılar’ iyice arttı. Ve bunlar 27 Mayıs darbesine, tasfiyelere, zulümlere gerekçe yapıldı.
1980 öncesi sağ-sol çatışması ve artan anarşi yanında ‘irtica’ haberleri başköşedeydi. Erbakan’ın Konya mitingine sarıklı-cübbeli insanların katılması ve istiklal marşının protesto edilmesi (veya vakanın böyle gösterilmesi) 1980 darbesini yapanlar için gerekçe oldu. Darbeyi müteakip sağ-sol bütün muhalifler ve dindarlar, cemaatler zarar gördü, sıkıntılar yaşadı.
28 Şubat öncesi bazıları iktidarı ele geçirdiklerini düşünüyor, devleti kendilerince dizayn ediyorlardı. Erbakan tarikat liderlerine başbakanlıkta yemek vermiş ve bu, büyük olay olmuştu. Aczimendilerin sahneledikleri, Fadime-Müslim, Kalkancı senaryoları, Atatürk’e ve heykellere saldırılar tehlikenin “Ben geliyorum!” dediği habercilerdi. Nitekim yaklaşan cisim gezegene çarptı ve daha öncekilerde olduğu gibi hem ülke hem de sosyal siyasi gruplar, özellikle de dindarlar çok zarar gördü.
BU DEFA DURUM ÇOK DAHA FARKLI AMA…
Bugünlerde öncekilerden daha ağır ve tahrik dozajı artmış bir durum var. Her gün heykellere saldırılar oluyor, insanlar kıyafetlerinden dolayı aşağılanıyor. Sakallı-sarıklı polis resmi araçla şehirde dolaşıyor. Başörtülü askerler, polisler, pilotlar, yargıçlar propaganda ve istismar aracı yapılarak öne çıkarılıyor. Rejimin değiştiği, “Erdoğan’ın kurucu lider” olduğu TV’lerde alenen ilan ediliyor. Ne var ki bu defa dindar kitleler gerçekten her şeyin değiştiğine, devleti kontrol ettiklerine, her yeri ele geçirdiklerine inanmış durumda. Bu nedenle olsa gerek bazıları çok pervasız, tahammülsüz davranmaktan çekinmiyor. Kendiler gibi olmayanları imhadan, yok etmekten bahsedebiliyorlar. Dinde, hukukta vicdanda asla yeri olmayan yöntemlerle farklı düşünen insanları hizaya sokma konusunda çok istekliler. Bunu her ortamda açıkça deklare ediyor; yazıyor, konuşuyorlar. Bir DEVRİM yapmış ve ajandalarını uyguluyor rahatlığındalar.
Yaşananları tarihi tecrübelerin prizmasından geçirdiğimizde ise gezegenimize doğru bir cismin hızla yaklaştığı anlaşılıyor. Güç ve zafer sanrısıyla bazıları bunu hissedemese de ortada anormallikler var.
Peki gerçekten artık şartlar farklı olabilir mi? AKP her yeri kontrol ediyor ve kendi düzenini kuruyor olamaz mı?
İki ihtimal söz konusu:

  1. AKP devleti kendince yapılandırıyor. Artık kendi derin devletini kurdu. Orduyu yargıyı polisi her şeyi ele geçirdi. AKP tabanı ve bazı dindarlar da bununla “İslami bir devlet ve düzen” geleceğini düşünüyor.
  2. Daha önceki tecrübelerde olduğu gibi bir odak ‘irtica’nın dozajını yükseltiyor, belirli kesimlerde şımarıklık hissi, bazı kesimlerde de tedirginlik oluşturuyor. Her kesimiyle toplumu sonra yaşanacaklar için hazırlıyor.

Her iki ihtimalde de gezegenimize doğru bir cismin yaklaştığı ve bir şekilde çarpacağı görülüyor. Eğer ikinci ihtimal ise dindarlar, cemaatler, tarikatlar 28 Şubatlara rahmet okutacak bir sürece hazır olsunlar. Zira bu defa AKP gazıyla diğer kesimlerde pek muazzam bir kin, nefret ve intikam biriktirdiler.
Birinci ihtimal de pekâlâ mümkün. Ancak bu, pek çok dindarın sandığının aksine İslam için, dindarlar için iyi bir sonuç değil! Bazıları “Dış güçler, üst akıl İslami bir rejimin kurulmasına müsaade etmez” diye düşünüyor olabilir. Ben aksini düşünüyorum. Erdoğan’ın kendini halife ilan etmesine bile müsaade edebilirler.
BÖYLE BİR ‘İSLAM DEVLETİ’ MÜSLÜMANLARA NE KATAR?
Hukuksuzluk, zulüm, hırsızlık, kayırmacılık, gösteriş ve slogan üzerine bina edilmiş, gerçekte ise İslam’ın özünden, ahlakından uzaklaşmış, dünyanın iğrendiği bir devleti ‘İslam devleti’ olarak tanımlasanız bu Müslümanlara ve İslam’a ne katar?
Üç beş otoriter ülke ve halkları dışında dünyanın mafya olarak gördüğü, şerrinden çekindiği ama asla saygı duymadığı bir kişiyi halife ilan etseniz bu Müslümanlara hangi itibarı kazandırır?
Öyle bir şey var mı emin değilim ama “üst akıl”ın yetkili bir adamı, “dünya derin devleti”nin yöneticisi olsam ve Müslümanları bertaraf etmek, çağın dışına itmek, dünyada İslam’ı karalamak, Müslümanlığın önünü kesmek istesem Türkiye’de AKP zulmünün, yolsuzluğunun, kirlenmişliğinin üzerine bir “İslam devleti” kurulmasını desteklerdim. Erdoğan’dan daha iyi bir halife tercihi de bulamazdım! Bu ülkenin yüzyıl önce kurulmuş statükosunun artık eskidiğini ve halkı oyalayacak yeni şeylerin bulunması gerektiğini düşünsem Türk toplumun kendini iyi hissedeceği böyle bir formülü çok isabetli görürdüm.
Dünyada şeriatla yönetilen pek çok ülke var. Hangisi İslam’ın itibarına bir şey katıyor? Müslümanların iftihar ettiği işler yapıyor?
Türkiye yeni bir Suudi Arabistan, İran, Sudan olunca İslam ve Müslümanlar ne kazanacak?
Maalesef Müslümanlar işe değil sadece lafa bakıyor! Her türlü melanetin, zulmün, fecaatin işlendiği bir mekâna “cami-mescid” yazınca o mekânın ak-pak olacağının naifliği içinde. Tabela ile her şeyin hallolacağı zannında. Kur’an’da her daim geçen salih amel, adalet gibi kavramlar ve onların hayattaki karşılığı konusunda kafa yormak yerine ucuz-kolay lafların peşinden koşuyor. Habire kendisini aldatıyor…
(tr724)