Ekrem Dumanlı, AKP’nin Cemaatleri Bitirme Projesini Yazdı..

EKREM DUMANLI

Sakarya’ya yeni atanan vali, makam koltuğuna tekbir sesleriyle oturmuş. İnternete yansıyan coşkun merasimi İsmailağa cemaatinin düzenlediği kaydediliyor. Cemaat mensuplarının kendi aralarından vali çıkarması ve buna seviniyor olması aslında çok da şaşılacak bir konu değil zira onlarca yıl o makamlara ‘cemaatler’ yaklaştırılmadı. Öyle ki bir tarikatla cemaatle ilgisi olmayan insanlar bile abdest aldıklarını, namaz kıldıklarını uzun yıllar sakladı, gizlemek zorunda kaldı. Tamam da, bu coşkuya ne gerek var? [Video]
Sakarya valiliğinin verdiği fotoğraf üzerinden birkaç noktaya dikkat çekmekte fayda var.
1- Yasaklar ortadan kalkınca işlerin normale dönmesi gerekirken ülke şimdi bir uçtan başka bir uca savruluyor. Eskiden devlet memuru olamayan, olsa da kritik bir noktada görev alamayan yasaklı kitlelerin yerini başka topluluklar almaya başladı. Mesela bir dönem Alevi olmak devlet kademelerinde etkin görev almak için bir avantaj gibiydi, şimdi ise o makamlara ulaşmaları imkânsız hale getirildi. Bu mudur adalet? Bazı bakanlıklar cemaatler arasında paylaştırılırken bazı inanç gruplarının, düşünce akımlarının devlet kapısından sille tokat kovulması eski haksız uygulamaların tebdil-i kıyafetinden başka bir şey değil…
2- Bir cemaatin (ya da herhangi bir sosyal/siyasi hareketin) devlette etkin görev alması suçsa, “Bu suç sadece filan gruba mahsustur” denemez. Herhangi bir kitlenin devlet kademelerinde görev almasına ‘paralel yapı’ adını verdiğinizde, bütün akımlara aynı ismi takmak zorundasınız. O kadar ki devleti yöneten kişilerin çocukları, eşleri, damatları üzerinden yapılan bütün eğitim faaliyetleri, sağlık hizmetleri vs. bir gün ‘paralel yapı’ suçlaması ile karşı karşıya gelmek zorundadır.
3- Devlet dediğimiz mekanizma, halkın vergileri ile halka hizmet vermek zorunda olan bir yapı olduğuna göre devlette görev almanın ölçüsü, bir kimliğe ya da bir intisaba dayanmamalıdır. İşinin ehli olmayan insanlar hangi görüşten olursa olsun, hangi cemaate sempati duyarsa duysun bir göreve getirilmemeli. İki adam düşünün: Biri tayin ve terfi yapan siyasi iradeye çok yakın ama işinin ehli değil; diğeri iktidar sahiplerine karşı hiçbir sempati beslemiyor ama mesleğinde çok iyi. Kimi tercih etmeli devleti yönetenler? Tabi ki işi ehline vermek esas olmalı. İslamî olan da budur…

CEMAATLER İÇİN YOL AYRIMI
AKP iktidarı (özellikle iktidarın tepe yönetimi) cemaatlere iki seçenek bıraktı: Ya iktidarın bir parçası olacak, siyasi bir hareketin arka bahçesi olmanın nimetleriyle uyuşup kalacak ya da parçalanma veya yok edilme tehdidine karşı mücadele edecek. Bu can yakıcı tercih bir anda ortaya konmadığı ve bir çırpıda keskin bir viraj alınamadığı için, pek çok cemaat neye uğradığını şaşırmış vaziyette. Oysa Türkiye ilk defa cemaatlerin yok olması ile karşı karşıya bırakıldı, üstelik İslamcı maskesi takmış bir iktidar eliyle. Nasıl mı?
AKP iktidarını ‘alnı secdeli insanların iş başına geçmesi’ olarak gören ve mazlumların haklı mücadelesinde bir dönüm noktası yaşanacağını düşünen muhafazakâr kitleler, iktidar sahiplerinin şahsi menfaat peşinde koşacağına ihtimal vermedi. Halbuki siyasetin önceliği sandıktan çıkacak sonuca dayanıyor, şahsi hükümranlık, idealize edilen davaların önüne geçiyordu. Temel hak ve özgürlükler konusunda dev adımların atılacağını düşünerek iktidara destek verenler, şahsi menfaatler uğruna despotizmin seçileceğine ihtimal vermedi. Oysa insanlık tarihinin en eski kuralı tıkır tıkır işliyordu: Güç adamı bozar…
İktidarın yeni sahipleri egemen güçlerin eski bir taktiğine başvurdu. Kendine râm etmek istediği gruplara devlet imkânlarını sunmaya başladı. Arsalar, araziler, binalar, fonlar, makamlar, mevkiler… Onca senedir devlet sopası yiyenler bir anda devletin bağışladığı nimetler karşısında ya dize gelecek ya da sopa yemeye devam edeceklerdi.
Cemaatlerin ana karakteri devlet düşmanlığı yapmaksızın kendi özgün yapılarını devam ettirmeyi zorunlu kılıyordu. Devletle çatışmadan ama ona eklemlenmeden yoluna devam etmek isteyenlerin karşısına çok ağır bir sınav çıktı. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük yolsuzluk davası ortaya saçıldıktan sonra.
İktidar, bugün cemaatlerin çok büyük kısmını, sunduğu imkanlarla esir almış durumda. Öteden beri büyük hizmetler yapmış, irşat ve tebliğ görevini en despot dönemlerde bile bihakkın yerine getiren tarikatların bir kısmı parti ilçe teşkilatına bağlandı adeta. Oysa tarikatlar/cemaatler her partiden insanı barındıran ve kaynaştıran sosyal bir kaynaktı.
ÇIKAR İLİŞKİSİ OLSAYDI, ARA BÖYLE BOZULMAZDI
Yetişmiş kadroların en yaygın olduğu ve herkesin ‘cemaat’ dendiğinde aklına ilk gelen kitle, iktidarın bir parçası olmadı. AB yolunda yürünürken, demokratik adımlar atılırken, vesayet sistemi ile mücadele edilirken verilen desteği ‘çıkar ilişkisi’ sananlar yanılıyor.
İktidar, cemaati bölmek için defalarca teşebbüste bulundu. Başaramadı. Halen de ‘tavan-taban’ söylemini sosyal medya ve kukla haline getirilmiş kişiler üzerinde yaymaya çabalıyor. Yurdundan yuvasından çıkarılan ve başka ülkelerde yaşamak zorunda bırakılan mazlum insanları nazara vererek, kalleşçe ve hukuksuz bir şekilde hapse atılan insanları tahrik etmeye çalışıyor. Maksat belli: Yıllar boyu denediği ve beceremediği parçalama işini yalan dolanla yerine getirmek.
Cemaat ile AKP arasında kirli bir ilişki olsaydı kavga bu noktaya hiçbir zaman gelmezdi. Cemaat diz çökse, yanlışlara ortak olsaydı bu kadar acı çekmezdi. İktidarı ele geçiren ve ülkeyi yobazca yöneten zihniyet Cemaat’ten koptukça radikal örgütlerin oyuncağı haline geldi.
KAYBEDİLENLERİN FARKINA DAHA VARILMADI
Peki kim kazandı, kim kaybetti? Hangi cemaat bu süreçte ne kaybetti? Hangi tarikat tekkesine bereket taşıdı, hidayet devşirdi?
Kendi asli hüviyetini yitiren, iradesini bir siyasi çıkarın eline teslim eden, özgün yapısını terk ederek devlet tarafından istimlak edilen cemaatler, tarikatlar kendi mazilerine, kimliklerine, istikballerine ters düşen bir yola girdi. Bugün kazanç olarak gördükleri binalar, arsalar, kurumlar aslında kazanç değil kayıptır.
Bugün kayıp görünen ve yenilgi sanılan duruşlar ise istikbal adına kazançtır. Tarih şahittir ki en güçlü iktidarlar bile en zayıf cemaatler kadar yaşayamaz. Niye mi? Siyaset menfaat üzerine kuruludur, o menfaatler tükendiği anda çıkar kapıları değişiverir. Oysa sosyal yapılar, gönüllülük esasına dayalıdır ve gönüllerdeki sevgiyi, saygıyı, hizmet aşkını söndürecek bir baskıcı rejim daha anasının karnından doğmamıştır. Doğmayacaktır da…
Zulümlerle insanları korkutabilirsiniz ama fikirleri öldüremezsiniz. En kanlı ve baskıcı rejimler bile gönüllere pranga vuramadı, bizdeki çakma diktatörlük hiç vuramayacak. Kendi misyonunu anlayamayan ve gönüllerin anahtarını siyasetin emrine teslim edenler ise, kazanmış gibi görünse bile kaybedecek…
(tr724)