Silivri’den Stuttgart’a Bir Kaçışın Hikayesi

1 Mayıs törelerine ve cenazeye katıldığı gerekçesiyle 6 ay Silivri cezaevinde hapis yatan Ulaş’ın özgürlüğüne kavuştuktan sonra dışarıda ‘açık bir cezaevi’ hayatı yaşaması ve en sonunda baskılara dayanamayıp ülkeyi terk etmesi Gazete.taz.de’den Tunca Öğreten tarafından haberleştirildi. Ulaş’ın Silivri’den Almanya’nın Stuttgart şehrine uzanan hikayesi son döneme adeta ışık tutuyor. İşte o haber;
“Ekim ayının serin bir sonbahar akşamında Ulaş, Silivri Cezaevi’nin kapısından çıktı. Kendisinden birkaç yaş büyük abisi onu kapıda kucaklamadan önce uzun uzun süzdü. İçeride geçirdiği altı ayda en az 10 kilo kaybetmiş kardeşinin kırlaşmış saçlarına, çökmüş yüzüne baktı. Kardeşi, 38 yaşında bir bebeğe benziyordu.
Ulaş, elbette üç yaşındaki kızına kavuşacağı için mutluydu. Ancak yol boyunca ne gözyaşlarına ne de korkularına hakim olabildi. Zira neden tutuklandığını bilmediği gibi, hangi gerekçeyle tahliye edildiğini de bilmiyordu. Bir gece yeniden evinden alınmaması için hiçbir neden yoktu.

SUÇ: CENAZE VE 1 MAYIS’A KATILMAK

“Terör örgütü üyesi olmak”, özellikle 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından, pek çok muhalife isnat edilen popüler bir suçlamaydı. Ulaş, Alman gazeteci Meşale Tolu ile aynı dosyada yargılanıyordu.
Kendi kaderine dair tek bildiği, iddianamesinde yer alan o cümlelerdi: “Valilikçe yasak getirilmiş olmasına rağmen Taksim Meydanı’nda yapılması planlanan 1 Mayıs İşçi Bayramı törenine katılmak için Beşiktaş’ta bulunmak; Rojava’da, IŞİD’e karşı savaşırken öldürülen sosyalist gençlerden birinin evinin yakınlarından kalkan cenazesine katılmak.”
İddianamede atılı iki suça dair fotoğraflar da konmuştu dosyaya. Ulaş’ın fotoğrafları… Birkaç metrekarelik hücresinde soruşturma dosyasını incelerken şöyle sormuştu kendi kendine: “Tüm dünyada kutlanan bir bayrama ve aynı mahallede oturduğun birinin cenazesine katılmak neden tutuklanma gerekçesi olsun ki?”

POLİSTEN, PATRONA TALİMAT: O TERÖRİSTİ İŞE ALMAYACAKSIN

İlk özgür gecesini minik kızına sarılarak geçirdi. Ona aylardır tutulduğu yerle ilgili en güzel yalanları söyledi. Ertesi gün cezaevine girmeden önce çalıştığı iş yerine gitti. Ulaş’ın işi, kendisine tahsis edilen arabayla marketleri gezerek içecek ve cips pazarlamaktı.
Kendisini kapıda karşılayan arkadaşlarına kısaca cezaevindeki altı ayda neler yaşadığını anlattı. Arkadaşları onu gördüklerine mutlu olsalar da Ulaş yüzlerindeki tedirginliği farketti. Belli ki söyleyecek şeyleri vardı: “Kısa bir süre önce polisler geldi buraya. Patronla konuştular. ‘Ulaş geri gelirse işe almayacaksın. Terörist o’ dediler.”
Ulaş arkadaşlarının yanından ayrıldı, kendini ara sokaklara vurdu. Tam bir sigara yakmıştı ki, yanında gri renkli bir Volkswagen marka araba belirdi.
Açık camdan seslenen dört kişiden biri, “Tanıdın mı beni Ulaş, ben Ahmet“ dedi. Sesi de, arabayı da tanımıştı Ulaş. Altı ay önce bir gece evine yapılan baskının ardından emniyet müdürlüğüne götürüldüğünde, sorgusunu bu adam yapmıştı. Kendisine ajanlık teklif etmiş, mahallesinde yaşayan sosyalistlerin isimlerini vermesini istemişti.

“KURTULDUN MU SANDIN”

Dört polis aşağı inip, bellerindeki silahları göstererek Ulaş’tan, arabaya binmesini istediler. “Cezaevinden çıkınca kurtuldun mu sandın lan!” diye bağırdı içlerinden bir tanesi.
Arabanın arka koltuğunda küfürler tehditlere, tehditler yumruklara karıştı. Ulaş da kızına edilen küfüre yumrukla karşılık verdi. Ağzı ve burnu kan içinde, yol kenarına bıraktılar Ulaş’ı. Yığılıp kaldığı kaldırımda ağladı… Cezaevinden çıkarken “Sonunda bitti” diye düşündüğü hikaye aslında yeni başlıyordu.

O gece minik kızının kokusuna sığınmak istedi ancak tutuklanarak büyük korku yaşattığı eski eşinden bunu isteyemezdi. Bir otel odasında aldı soluğu. Kaç sigara içti, ne kadar süre ağladı, kendi de bilmiyor.
Ertesi gün kendini yollara attı. Bir iş bulmalı, kendine ait bir ev kurmalı, hayatını yeniden düzene sokmalıydı. Sosyal güvenlik kurumuna gidip bazı evrak işlerini halletti. Binadan dışarı çıkıp yürümeye başladığında yanında Ford Connect marka bir araba durdu. Bu defa arabadaki polislerin arasında Ahmet yoktu. “Amma gezdin bugün ha!” dedi bir tanesi. Yine işbirliği teklif ettiler, isim istediler, tehdit ettiler… Rahat bırakmayacaklardı; bitmeyecekti açık cezaevindeki eziyet. O gün Türkiye’yi terk etmeye, Almanya’ya gitmeye karar verdi. Ama nasıl olacaktı? Tahliyesine karar veren mahkeme, aynı zamanda yurt dışına çıkışını da yasaklamıştı.
“İnsan kaçakçıları…” dedi kendi kendine. Yol, yordam bilmeden İstanbul’un, Suriyeli nüfusunun yoğun olduğu, insan kaçakçılarıyla meşhur Aksaray semtinin yolunu tuttu. Sordu soruşturdu, 30’lu yaşlarında, zayıf, kısa boylu, Mardinli bir kaçakçı olan Bilal’i buldu. Hızlı konuşan, konuşurken sürekli etrafına bakınan Bilal güven vermeyen bir tipti; ondan kurtuluncaya kadarki ana kadar da hiç güven vermeyecekti. Pek fazla seçeneği bulunmayan Ulaş, Yunanistan-Türkiye sınırındaki Meriç nehri üzerinden her hafta 12 kişiyi kaçırdığını söyleyen Bilal ile 2500 dolara anlaştı.
Kasım ayında bir gün, Bilal’den “Üç gün sonra sınırdan geçeceği” haberini aldı. Ulaş heyecanlandı, korkuyordu. “Daha ne kadar kötü olabilir ki” diye sordu kendine. Ya yakalanacaktı ya da Meriç’in asi sularında boğulacaktı.

MERİÇ: GERİYE KALAN İKİ KAPIDAN BİRİ

Selanik’teki Makedonya Üniversitesi’nde görev yapan ve sığınmacılar üzerine çalışmalar yürüten sosyolog Prof. Neşe Özgen, Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmeye çalışanlar için artık yalnızca iki kapı bulunduğunu belirtiyor: Meriç’ten birkaç sabit nokta üzerinden geçiş, ya da adalar rotasıyla Midilli kuzeyi ile Samos ve Kos çıkışı. Özgen sözlerine şöyle devam ediyor: “Türkiye ile AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması ile şebekelerin yolu, Balkan rotasında büyük oranda kesildi. Diğer yerlerin de çıkış emniyeti için kapandığını gördük.”
2018’in ilk altı ayında Meriç üzerinden Yunanistan’a geçmek isteyenlerin sayısı 10 bini aştı. Ancak akıntının çok hızlı ve güçlü olması, can kayıplarının da artmasına neden oluyor. Asi Meriç Nehri’nden Yunanistan’a geçmeye çalışırken hayatını kaybedenlerin sayılarına dair resmi bir kayıt yok. Haberlere yansımış ölümlerin sayısıysa, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu 30 kişiden fazla.
Kaçak yollarla sınırı geçmeye çalışanların sayılarına dair de bilgi veren Özgen “Biz genellikle tutulan resmi sayıları dört veya beş katıyla çarparak konuşuruz. Şimdilerde sadece ülkelerindeki savaşlardan kaçmaya çalışan sığınmacılardan değil, gönüllü ya da gönülsüz sürgünlükten, bir başka ülkede daha iyi şartlarda bir hayat arayanların sayılarından da söz ediyoruz” ifadelerini kulllanıyor.
“Ya özgürlük ya ölüm”
Büyük gün gelip çattığında Ulaş, rehberi Bilal ve beraberindeki dört kişiyle İstanbul’dan yola çıktı. Geçiş yapacakları Yunanistan’a sınırı olan Edirne kentine uzanan yaklaşık üç saatlik araba yolculuğunda kader birliği yaptığı insanlarla tanıştı; “Gülen Cemaati’ne mensup iki kişi, ülkesindeki savaştan kaçmış bir Suriyeli ve PKK üyesi olduğu gerekçesiyle 3 yıl hapis cezası almış Türkiyeli bir Kürt.” Yolculuk sırasında arka koltukta oturan Ulaş’ın gözü sık sık arabanın geniş bagajında duran, havası sönük plastik bota gidiyordu; “O bot, bu gece ya özgürlük olacak benim için ya da ölüm.“ diye düşündü.
Sınır köyü Tayakadın’a vardıklarında saat gece yarısını çoktan geçmişti. Bilal’in koyduğu kurallara göre yolcular yanlarına yalnızca küçük bir poşet alabilirdi; en fazla bir tişört, bir çift çorap… Fazlasını taşımaya ne zaman, ne de imkan vardı. Ulaş poşete bir paket sigara bir de çakmak koymuştu.
Arabadan inip, sınır hattına doğru uzun ve zorlu bir yürüyüş yaptılar. Sağanak yağmur eşliğinde, devriyelere yakalanma korkusuyla kah pirinç tarlalarının içinde boğuştular, kah balçığa dönüşmüş toprakla mücadele ettiler. Sınırı geçecekleri yere varmalarıysa yürüyerek tam bir buçuk saat sürdü.
Askeri devriyeyi bir süre izleyen Bilal, birkaç dakikalık sessizliğin ardından fitili ateşledi: “Konuşmak yok. Geride kalmak yok. Ben durana kadar koşacaksınız.”
10 dakika durmadan koştu Ulaş… O 10 dakika, 6 aylık tutukluluğundan daha uzun geldi. Meriç’in kıyısına ulaştıklarında kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Kaçakçı Bilal, plastik botu hızlıca şişirdi; yağmurun toprağı sürükleyerek çamurlu bir akıntıya dönüştürdüğü hırçın nehrin üzerine bıraktı. Beş kaçak, bottaki yerini aldı. Bilal ile birlikte iki kişi 30-40 metre enindeki hırçın nehrin karşı kıyısına geçmek için küreklere asıldılar. Birkaç kez devrilme tehlikesi atlattılar. 15 dakikalık savaşın ardından Yunanistan’ın, Nea Vyssa Köyü’nün kıyısındaydılar. Ulaş, “Bir sigara yakmak artık benim için özgürlük demek” dediği sırada paketi Meriç’in sularına düşürdüğünü fark etti.
Yunan polisine gözükmeden sığınacak bir yer bulmaları gerekiyordu. Köye yakın, amatör bir futbol takımının sahasındaki soyunma odasında tedirgin ama umutlu bir uyku çektiler.

YUNANİSTAN’DA GÖZALTI

Ertesi gün Bilal, yolcuları trene bindirerek Atina’daki bir başka kaçakçıya gönderdi. Ancak başkente varmaya üç durak kala derin bir uykuda olan Ulaş, hiç bilmediği bir dilde duyduğu sesle irkildi. Başında iki polis duruyordu. Bir umutla çıktığı yolculuk, Suriyeli, Afgan, Pakistanlı 50 kişinin kaldığı ufacık bir hücrede son bulmuştu.
Üç gün aç ve susuz, yatak olmayan bir koğuşta yattı. Sonrasında polis, tercüman eşliğinde ifadesini aldı. Polislere siyasi gerekçelerle yargılandığını, hapse atıldığını ve Almanya’ya iltica etmek istediğini söyledi. İfadesinin ardından da serbest bırakıldı.
Ulaş, Bilal’in ismini verdiği bir diğer insan kaçakçısı olan Baran’ı buldu. Bir Suriye Kürdü olan Baran az çok Türkçe konuşabiliyordu. Uzun boylu, yanağında bir kesik izi bulunan Baran, bir Yunan vatandaşı kadar rahat hareket ediyordu. Ulaş’a seçeneklerini sundu: “Almanya’ya ya karayoluyla gideceksin, ya da uçakla. Karayolu ile gidersen tehlikeleri var. TIR’ın altında gönderebilirim seni ama daha önce o yöntemle ölen çok oldu. Otobüslerin bagajlarındaki gizli bölmelerle de gönderebilirim ancak onda da Arnavut veya Sırp mafyasıyla başın belaya girebilir. Uçak biraz pahalıdır ama neredeyse garantidir.”

Suriyeli Baran, bir Yunanistan vatandaşının kimliği için Ulaş’ın 6500 dolarını aldı. Türkiye’den binbir zorlukla Atina’ya varan genç adam, bu yöntemle pasaporta ihtiyaç duymadan uçakla Almanya’ya gidebilecekti. Özgürlük, kimlikteki Yunana mümkün olduğunca benzemekten geçiyordu.
Ulaş, saç modelini kimlikteki adam gibi yaptı, sakallarını kesti, havaalanındaki görevlilerin dikkatini çekmemek için resimdekine benzer bir yüz ifadesi takındı. Sorunsuzca bindiği uçak havalandı, Ulaş Almanya’ya iniş yaptı. Artık özgürdü Ulaş. Havaalanı çıkışına dek yeni hayatının hayalini kurarak yürüdü. Ta ki, kimlik kontrolü yapıldığını görene dek.

“SİLİVRİ BURAYA GÖRE CENNETMİŞ”

Kimliğini görmek isteyen görevliye, adını dahi bilmediği adamın kartını uzattı. Kalbi yerinden çıkacaktı, fark ettirmemek için etrafına bakındı. Görevli önce Ulaş’a, sonra kimliğe baktı… Sonra bir kez daha… Kimlik kartını bir cihaza okuttu ve işte dünyayı, Ulaş’ın başından aşağıya yıkan o uyarı sesi duyuldu. 6500 dolar ödediği kimlik için çalıntı kaydı vardı. Görevli, polisleri çağırdı. Ulaş’ı alıp bir odaya götürdüler. Ne İngilizce ne de Almanca biliyordu ve ağzından yalnızca şu üç kelime döküldü: “Kurdisch, Türkei, Politik.”
Tam bitti derken kendini yeni bir hücrede buldu. Talihsizliğini düşünerek uykuya daldı. Sabah, polislerce uyandırıldı. Mahkemeye çıkarıldı. Havaalanındaki görevliye kendi kimliği yerine bir Yunanistan vatandaşının kimliğini gösterdiği için suç işlediği hükmü verildi. Silivri’nin kapısından özgürlüğe çıktığını sanan Ulaş’ın hikayesi, Almanya’da bir kez daha cezaevinde son buluyordu.
Bir buçuk ay tanımadığı, dillerini konuşamadığı bir İtalyan ve bir Almanla hücresini paylaştı. “İğrenç kokusu burnumdan gitmiyor“ dediği salamları yemeyi reddetti; köpek mamasına benzettiği bir kepçe soslu makarnadan başka bir şey yemedi. En çok sigarayı ve sıcak çayı özledi. Günde 23 saat hücrede kapalı kaldı ve bir saat çıkarıldığı avluda yalnızca hareket etmiş olmak için donarak yürüdü. Attığı her voltada şu cümleyi tekrarladı kendine: “Silivri buraya göre cennetmiş.”
Bir buçuk ay sonra yeniden hakim karşısındaydı. Stuttgart’ın, Neuffen Köyü’nde, eski bir fabrikadan bozma mülteci kampına gönderildi. Ulaş, ehliyet, oturum ve çalışma izni gibi haklara kendisi bir türlü sahip olamadı. Alman yetkililer başvurularına henüz bir cevap vermiş değil. Ulaş bugün kamp yetkililerince verilen 320 avro ile “Açık cezaevi“ olarak tanımladığı yerde hayata tutunmaya çalışıyor.

Devletten aldığı parayla günde iki öğün yemek yiyebiliyor Ulaş: Sabah kahvaltısı ve diğer yarısını akşam yediği öğlen yemeği… Yemeklerini, kaldığı kamptaki mutfakta hazırlıyor. Bütçesinin ancak yettiği yemeklerse Türkiye mutfağının klasiklerinden menemen, patates kızarması ya da haşlanmış patates, bir de makarna oluyor.
HABERİN DEVAMI İÇİN BURAYI TIKLAYIN…