Bir Sadakat Destanı

YORUM | SÜLEYMAN SARGIN

İnsanın doğrulukla mazeret döktürme arasında imtihan olduğu durumlar olur. Doğruyu söylemenin bedelinin olduğu, mazeretle kurtulmanın ise zahiren kolay göründüğü durumlardır bunlar. Oysaki insan, mazeretlerle muhatabını veya kendini ikna edebilse de, hakikati bilen Allâmu’l-Ğuyûb’a aynı mazeretlerle kendini anlatamayacağını bilmelidir. Tebük seferi esnasında yaşanan hadise bu konunun en çarpıcı örneklerinden biridir.
Tebük, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Şam’da toplanan kırk bin kişilik Bizans ordusuna karşı gerçekleştirdiği askeri harekâttır. Bu harekât Arap yarımadasının kuzeyinde, Medine ile Şam’ın ortasında bulunan, suyu ve hurmalığı bol bir yer olan Tebük’e kadar uzanıp orada sona erdiği için bu adı almıştır. Ciddi bir savaş hazırlığı içine girilip de savaş olmadan geriye dönülmüştür. Ancak bu vesileyle o zamana kadarki en güçlü İslam ordusu teçhiz edilmiştir. Bizans’a karşı sindirme harekâtı ve savaş tatbikatı yapılmış ve neticesi itibarıyla askeri ve siyasi açıdan önemli bir zafer kazanılarak geriye dönülmüştür.
Tebük vesilesiyle o zamana kadarki en büyük İslam ordusu oluşturulduğundan Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selam) herkesin bu savaşa katılmasını istemişti. Münafıklardan yaklaşık seksen tanesi Tebük seferine katılmamak için Allah Resûlü’ne türlü bahaneler saydılar ve izin istediler. Mü’min olduğu halde küçük ihmallerden dolayı geride kalıp orduya katılamayanlar da oldu. Ka’b b. Mâlik, Mürâre b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye bunlardandı. Ama bazı dönemler ve durumlar her türlü mazeretin geçersiz kalacağı ehemmiyeti haiz olabiliyordu.
Ka’b b. Mâlik, Akabe’de Nebiler Serveri’ne biat edenlerdendi. Kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir edîpdi. Şiirleriyle hasımlarının moral dünyalarını alt üst edebilecek kadar söz üstadıydı. Fakat her türlü imkâna sahip olduğu ve bir özrü de bulunmadığı halde Tebük Seferi’ne katılmadı. Bazen insanın kendini bile tanımakta zorlandığı, içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi anlamlandıramadığı durumlar olur ya, Hazreti Ka’b da muhtemelen öyle bir haldeydi. O büyük sahabi, o dönemi, yaşadıklarını ve maruz kaldığı ağır imtihanı bakın nasıl anlatıyor:
***
“Ben hiçbir zaman Tebük seferi dönemindeki kadar zengin olmamıştım. Önceleri hiç iki devem olmamıştı ama sefere çıkılacağı esnada iki tane binek devesine birden sahiptim. Aslında Efendimiz, bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemezdi. Ne var ki bu gazve sıcak bir mevsimde ve oldukça uzak bir mesafeye yapılacağı ve düşman da oldukça kalabalık olacağı için Allah Resûlü hedefi açıkça söylemişti.
Müslümanlar savaş hazırlıklarına başladıklarında ben de ihtiyaçlarımı tedarik edebilmek için çarşıya çıkıyor fakat hiçbir şey almadan geri dönüyordum. İçimde tarifsiz bir erteleme ve sonraya bırakma duygusu vardı. Bir taraftan da hazırlık yapmam gerektiğini biliyordum. Ha bugün, ha yarın derken, günler böyle geçip gitti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Efendimiz yanındaki Müslümanlarla birlikte erkenden yola çıktılar. Ben hâlâ bir hazırlık yapmamıştım. Çarşıya gittim ama yine bir şey almadan döndüm. Savaş henüz başlamamıştı ama mücahidler bir hayli mesafe almışlardı. “Yola çıkıp onlara yetişeyim” dedim, keşke öyle yapsaymışım; heyhat bu da nasip olmadı.
Zor zamanda yalnız bırakanlar
Halkın arasına çıktığımda gördüğüm manzara beni çok üzüyordu. Böyle önemli bir zamanda Allah Resûlü’nü yalnız bırakıp geride kalanlar ya münafıklık damgası yemiş kimselerdi veya hastalık ve zayıflıkları sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın mazur addettiği özürlü mü’minlerdi.
Günler sonra Resûlullah’ın Tebük’ten Medine’ye doğru yola çıktığını öğrendiğimde beni bir üzüntü aldı. Onlarla beraber olamamak, onları yarı yolda bırakmak beni ciddi sıkıntıya sokuyordu. O’na ne diyecektim? Kendi kendime ‘Ne söylesem de yarın Efendimiz’i darıltmaktan kurtulsam!’ diye düşündüm. Aklıma türlü mazeretler sökün edip geliyordu. Allah Resûlü’nün gelmek üzere olduğunu söylediklerinde kafamdaki saçma sapan düşüncelerin hepsi dağılıp gitti. İyice anladım ki yalana başvurmakla asla kurtulamam. Her şeyi dosdoğru söylemeye karar verdim.
Derken Efendimiz bir sabah Medine’ye geldi. O, bir seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye giderek iki rekât namaz kılar sonra halkın arasına çıkıp otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna koştular; neden savaşa gidemediklerine dair yemin billah ederek uzun uzun mazeretler döktürdüler. Bu kimselerin sayısı seksenden fazlaydı. Peygamber Efendimiz onların ileri sürdüğü mazeretleri kabul etti; kendilerinden biat aldı; Allah Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyaz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı.
Sonunda ben de huzura girdim. Selam verdiğim zaman Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bana baktı, acı acı gülümsedi ve ‘Gel!’ dedi. Yaklaştım ve önüne oturdum. Bana ‘Niçin savaşa katılmadın? Sen Akabe’de biat edip söz vermemiş miydin, hem sefer için binek hayvanı satın almamış mıydın?’ diye sordu. Ben de şu cevabı verdim: ‘Evet Yâ Resûlallah! Şu anda senin değil de dünya ehlinden bir başkasının yanında oturuyor olsaydım, inandırıcı mazeretler ileri sürüp mutlaka öfkesini gidererek yanından ayrılırdım. Çünkü –Allah’ın lütfu- insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat yemin ederim ki bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile yarın Cenab-ı Hak işin doğrusunu sana bildirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğruyu söylersem, o zaman da bana kızacaksın. Ama ben doğru söylemeyi seçerek Allah’tan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özrüm yoktu. Param ve imkanlarım da vardı, o kadar ki, hiçbir zaman şimdiki kadar kuvvetli ve zengin olmamıştım!..”
İmtihan başlıyor
Benim bu itirafım üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘İşte bu doğru söyledi’ dedi. Sonra bana dönerek ‘Haydi kalk, senin hakkında Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!’ buyurdu. Ben kalkınca bazı arkadaşlar arkamdan gelerek ‘Neden böyle konuştun, bir mazeret ileri sürseydin, Peygamber Efendimiz de sana istiğfar ederdi, sen de kurtulurdun!’ dediler. Üzerime o kadar çok geldiler ki tekrar huzura varıp az önce söylediklerimi inkâr etmeyi bile düşündüm. Sonra onlara ‘Benim durumuma düşen başka birileri var mı?’ diye sordum. ‘Evet, Mürare b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye de tıpkı senin gibi itirafta bulundular. Onlara da sana söylenen söylendi’ dediler. Bunun üzerine ben de geri dönüp özür beyan etme fikrinden vazgeçtim.
Derken Allah Resûlü gazveye katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar ve bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Öyle sıkıntılı günlerdi ki, yeryüzü bile bana yabancılaştı. Sanki dünya, o zamana kadar bilip tanıdığım dünya olmaktan çıktı.
İşte bu şekilde tam elli gün geçti. Diğer iki arkadaşım halktan tamamen uzaklaşıp köşelerine çekildiler, ağlayarak evlerine kapandılar. Fakat ben onlardan daha genç ve dayanıklıydım. Dışarı çıkıp cemaatle namaz kılar, çarşı-pazarda dolaşırdım. Ne var ki, kimse benimle konuşmazdı. Bazen namazdan sonra ashabıyla oturmakta olan Resûlullah’a uğrayıp selam verirdim. Selamımı alıp almadığına, dudaklarında bir kıpırtı olup olmadığına bakardım. Sonra O’na yakın bir yerde namaz kılar ve fark ettirmeden kendisini seyrederdim. Ben namaza durunca O da bana bakardı. Kendisine baktığımda ise yüzünü hemen geri çevirirdi.
Bir gün Medine çarşısında dolaşıyordum. Erzak satmak üzere gelen Şam’lı bir çiftçi beni soruyordu. Halk da beni işaret etti. Adam yanıma geldi ve Gassân Meliki’nden bir mektup verdi. Mektubu açıp okudum. Selamdan sonra şöyle diyordu: ‘Duyduğuma göre arkadaşın seni üzüyormuş. Hemen yanımıza gel, seni aziz tutalım…’ Mektubu okuyunca (insî ve cinnî şeytanların böyle durumlarda kalbi kırıklara nasıl sağdan yaklaşıp onları elde etmeye çalıştıklarını, türlü tekliflerle onları ihanete davet ettiklerini bir kere daha anladım, ürperdim) ‘Bu da başka bir imtihan’ dedim ve hemen mektubu ateşe atıp yaktım.
Kırk koca gün geride kalmış ama hakkımızda hala vahiy inmemişti. O sırada Resûlullah’ın gönderdiği bir şahıs çıkageldi; ‘Allah Resûlü eşinden ayrı oturmanı emrediyor!’ dedi. ‘Onu boşayacak mıyım?’  diye sordum. ‘Hayır, sadece ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın!’ dedi. Efendimiz, diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Bunun üzerine eşime ‘Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailene git ve onların yanında kal!’ dedim.
Bu vaziyette sıkıntısı gittikçe artan on gece daha geçirdim. Ellinci gecenin sonunda evimin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de bizden bahsettiği üzere ruhum iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir halde otururken, Sel dağının tepesindeki birinin var gücüyle, ‘Ka’b b. Mâlik! Müjde! Müjde!’ diye bağırdığını duydum. Sıkıntıların bittiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.
Vuslat ânı
Meğer Efendimiz, Cenab-ı Hakk’ın bizi affettiğine dair sevindirici haberi o gün sabah namazında halka duyurmuş, halk da bize müjde vermek üzere koşuşmuş. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelince sırtımdaki elbiseyi çıkarıp ona hediye ettim. Vallahi o gün giyecek başka bir elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Efendimiz’i görmek arzusuyla yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahabîler tevbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve “Gözün aydın, mübarek olsun!’ diyorlardı.
Nihayet mescide girdim. Nebiler Serveri (aleyhis-salâtü ves-selam) ashabının ortasında oturuyordu. O’na selam verdim. Başını kaldırdı, memnuniyetten ışıl ışıl, mütebessim bir yüzle ve sımsıcak bir ifadeyle, ‘Müjdeler olsun! Annenden doğduğun günden beri yaşadığın en hayırlı günü tebrik ederim!’ buyurdu. Ben de, ‘Yâ Resûlallah! Bu sizin tarafınızdan bir bağışlanma mıdır, yoksa Allah tarafından mı?’ diye sordum. ‘Hayır, bu Allah’tan gelen bir lütuftur!’ buyurdu. Allah Resûlü’nün mübarek yüzleri sürurlu anlarında ayın on dördü gibi parlardı. Biz O’nun sevindiğini böyle anlardık; o anda da memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Benimse gözyaşlarım önüme düşüyordu. Benimle birlikte hadiseye şahit olan herkes sevinçten ağlıyordu. Hemen önüne oturdum ve: ‘Yâ Resûlallah! Tevbemin kabul edilmesine şükür olarak bütün malımı tasadduk etmek istiyorum’ dedim. Efendimiz, ‘Malının bir kısmını elinde tutman senin için daha hayırlıdır’ buyurdu. Ben de ‘Hayber fethinden hisseme düşen malı elimde bırakıyor, gerisini bağışlıyorum!’ dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim: ‘Yâ Resûlallah! Cenab-ı Hak beni doğru sözlülüğümden dolayı kurtardı. Tevbemin gereği olarak bütün ömrüm boyunca sadakatten ayrılmayacağım.”
***
Doğruyu söyledikten sonra elli gün hiç kimseyle konuşmama, eşinden bile ayrı kalma ve hatta Allah Resûlü’nün bir bakışından mahrum olma imtihanını yaşayan bu sadakat abidesi üç sahabî için Cenab-ı Hak şu mealdeki ayet-i kerimeyi gönderdi: “Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet Allah’ın cezasından kurtulmak için yine Allah’ın kapısından başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar da, bundan sonra önceki iyi hallerine dönsünler diye Allah onları tevbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah Tevvâb’dır, Rahîm’dir.” (Tevbe Sûresi, 9/118)
(TR724)