Perişan Halimiz ve Ümit Tohumları…

[Erhan Başyurt]

Zulmet içinde zulmet bir dönem yaşıyoruz.
Sadece Türkiye’de değil, tüm İslam âleminde.
Düşünün, gelişmiş ülke kategorisinde veya ileri demokrasiye sahip tek bir İslam ülkesi yok.
İslam dünyasından, dünyanın en iyi 100 üniversitesi arasına girmeye hak kazanan yok.
‘Cehalet, fakirlik, tefrika’ kol geziyor…
***
Dış güçlere ‘güvercin’ kendi halkına ‘şahin’ zalim yöneticiler, masum halkları perişan ediyor.
Merhametsiz, gayr-ı adil ve narsist liderler ülkeleri uçurumdan uçuruma sürüklüyor.
Ülkelerini parçalanmaktan kurtarmak, halklarına güvenlik ve refah sağlamak değil, koltuklarını kaybetmemek tek dertleri…
İslam beldeleri perişan. Adalet yok, güvenlik yok, refah yok!
Ülkesinden kaçan, göç eden edene…
Ölümü göze alıp, demokratik ülkelere sığınmak için insanlar her yolu deniyor.
Suriye, Afganistan, Irak, Sudan, Yemen, Libya…
***
Son dönemde umut veren yükseliş sergileyen ve model olmaya doğru yol alan ülkeler, Türkiye, Mısır ve Malezya da iflas etti.
Kimi askeri kimi sivil darbe ile bitirildi.
Yetişmiş nesiller biçildi… Demokratik ve ekonomik kazanımlar yok edildi.
Hukuksuzluk ve evrensel insan haklarından uzaklaşmakta onlar da birleştiler…
İslam’ı istismar edeni de, İslam düşmanı gözükeni de halkına aynı zulmü yapıyor.
***
Her geçen gün, ciğerinizden bir parça daha koparan bir haber alıyorsunuz.
Yüreğiniz yanıyor, teselli verecek gelişmeler yerine zulüm katmerleniyor.
Kollarınızı açmış, ‘Bu yol çıkmaz sokak! Ölüm Yolu bu, raylar uçuruma bağlı…’ diye bağırıyorsunuz ama ne sizi duyan ne de dinleyen var.
***
Sancılı ve zulmetli bir dönem daha yaşıyoruz.
‘Yeni bir doğumun sancıları yaşanıyor’, ‘Kış, aslında baharın yaklaştığının müjdecisidir’ diye teselli buluyorsunuz…
‘1900’lerin başında yaşanan zulmetli yılları takip eden muştulu gelişmeler gibi umarım sonu hayrolur’ diyorsunuz.
İnancınızın gereği ümidinizi diri tutuyor, ‘Hayır, O’nun tercih ettiğindedir…’, ‘Bize şer görünen belki de bizim için daha hayırlıdır…’ diyorsunuz.
***
Bir taraftan insanın aceleciği, zamanın çıldırtıcılığına karşı sabırsızlığı, kardeşlerinizin arka arkaya maruz kaldığı zülümler sizi boğuyor, diğer taraftan ‘mutlak adalet’in varlığı size nefes aldırıyor.
‘İmtihan olacağımız mutlak, oyun ve eğlence için yaratılmadık ki…’ diyorsunuz.
Buruk bir kalple, kırık bir kanatla, ‘aktif sabır’ arzusuyla çırpınıyorsunuz.
‘Kazanma kuşağında kaybetmemek’ ana hedefiniz oluyor.
Mazlumların, mağdurların felahını fiili ve kavli duayla gözetleyip duruyorsunuz…
 
***

Mehmet Akif’in o şiiri…

Yaşadığımız bu dönemi, Mehmet Akif Ersoy’un yaşadığı dönemle kıyaslamak şüphesiz muhal olur.
Koca Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına, İslam beldelerinin işgaline şahit olan Akif’in, ‘Ya Rab Bu Uğursuz Gecenin Yok Mu Sabahı?’ isimli şiiri bana hep ‘ümitsizlik’ ve ‘isyan kokan’ bir şiir olarak gözükmüştü.
Şiirinin son dizisine halen sıcak bakmamakla birlikte, Akif’in yaşadığı o duyguları bugün daha rahat anlıyorum.
İşte Akif’in 1913’te kaleme aldığı ve ‘İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helak eder misin, Allah’ım? (Araf/155)’ ayetini üst başlık yaptığı dizelerinin bir kısmı;
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? 
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı! 
Nûr istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun! 
‘Yandık! ‘diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun! 
Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında 
Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında 
Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm; 
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm! 

Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ? 
Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ 
Câni geziyor dipdiri… Can vermede mâsûm 
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm? 
Lâ yüs’ele binlerce sual olsa da kurbân; 
İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân! 
Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık; 
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık 
Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın… 
Yaksaydın a mel’unları… Tuttun bizi yaktın 
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar, 
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar! 
En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından 
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan! 
İslâm’ı elinden tutacak, kaldıracak yok… 
Nâ-hak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok! 
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? 
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî!

(TR724)