[Nazif Apak]
[DAVUTOĞLU’NUN GİDİŞ SEBEBİ]
Yargıda işler karışıp bir kaosa dönüşünce kendine verilen başbakanlık rolünü gerçek sanan Davutoğlu görüşmeler yapmaya başladı. O sanıyordu ki delik deşik edilmesine rağmen anayasa hala yürüklükte ve başbakanın görev çerçevesi orada yazılı olduğu gibi. Hâlbuki anayasa çoktan ayaklar altına alınarak suç islenmiş, yasalar bir adamın oyuncağı haline getirilmişti. ‘Şeffaflık’ konusunu gündeme getirmesi, 17 Aralık sanığı bakanlara Meclis’te sahip çıkmayıp hukuken aklanmasını istemesi Davutoğlu’nun siyasi kariyerini sona erdirdi. Tepeden bakan biri “Bu kendini ne sanıyor!” diye kükrediğinde siyasi arenadaki yok etme geleneği devreye girmiş, urganlar yağlanmaya başlamıştı bile. Çok okuduğuna, çok düşündüğüne, çok hak ettiğine inanan Ahmet Hoca dönen çarkın farkına varamadı.
Davutoğlu’nu bir kaşık suda boğdular. O boğulmanın bilinen çok sebebi var. Ahmet Bey’in sonunu getiren somut bir sebep de ben ekleyeyim. Yargıdaki kargaşayı anlamak ve durumu normalleştirmek için kollarını sıvayan başbakan, yargı camiasından ilgili insanlarla temas kurulmasını istedi. Bu görüşmelerden Saray’ın haberi yoktu. Pek gizli de yürütmüyordu Hoca bu toplantıları. Oysa Saray ahalisi bundan manalar çıkarmaya başlamıştı.
Çok kritik bir görüşme yaptı dönemin başbakanı. Eski adalet bakanlarından birini davet etti. Bakan beyin yargı dünyasına hâkimiyetini çok iyi biliyordu. Gerçekten de duruma çok hâkim olan o bakan koyu bir AKP’li olarak endişelerini dile getirdi ve yaklaşan tehlikeyi başbakan Davutoğlu’na anlattı. Tek tek isim vererek ve rakam belirterek bilgi veren eski bakana göre hükümet ateşle oynuyordu; çünkü yargıda partiye destek verecek insan sayısı çok kısıtlıydı. Üstelik teklif edilen yol haritasını takip etmek, savcılar ve hâkimler için suç islemek anlamına geliyordu.
Bu görüşmeyi her iki taraf da etrafıyla paylaştı. Bu nedenle Başkent gazetecileri o görüşmeye hâkim fakat bunu bu kadar açık yazacak bir medya kalmadı.
YARGI KİMLERE EMANET EDİLMİŞ BÖYLE?
Neyse. Biz dönelim olay yerine. Davutoğlu anahtarın AKP düşmanı (hatta bütün muhafazakâr kitle düşmanı) bir kadroya teslim ediliyor olması karşısında şoke oldu. Ne diyeceğini bilemiyordu.
Anlatılanlara göre sarayın arzusu doğrultusunda yargıda yapılacak ittifakın omurgası aşırı ulusalcı kitlelerle dayanıyordu. O destek yetmediği için meslekî açıdan sabıkalı ve eyyamcı kişilerden yardım istenmişti. Kendisi de Cemaat’ten haz almayan eski bakana göre eldeki ittifak koyu bir AKP düşmanıydı aynı zamanda. İsim isim, HSYK’yı analiz etti örneğin. Bahçeli’nin konuşma metnini yazan ve bütün İslamî kitlelere nefret besleyen birine nasıl bu kadar yetki verildiğini, benzer durumun mezhepçi birisi için de geçerli olduğunu, Perinçek’in emrine amade birilerine nasıl olup da bu kadar güvenildiğini sordu Başbakan’a.
Davutoğlu şaşkına dönmüştü. Kendisine böyle bilgi verilmediğini, durumun tam da istedikleri gibi gittiğini, umutlu yaklaşımların parti çatısında sıkça ifade edildiğini söyledi. Eski bakan kritik noktalara atanan kişilerin ideolojik kimliklerini ve yaklaşımlarını anlattıkça beti benzi atmıştı ‘Hoca’nın. Manzara bu ise Cemaate karşı yargı yoluyla savaş açmaktan daha feci bir durum vardı ortada. Türkiye resmen uçuruma sürükleniyor, insan hakları ihlallerinin artacağı, kapalı rejime davetiye çıkarılacağı bir yörüngeye giriyordu. Davutoğlu bu durumun Türkiye için tehlike oluşturduğunu, bir yolunun bulunup daha güvenli bir kadrolaşma yapılması gerektiğini düşünüyordu. Oysa bu konuyu kurcalaması yargıdaki o ittifakı bizzat kuranları rahatsız edecekti. Davutoğlu döneminin bitmesine böyle karar verildi…
ONLAR İÇİN ÖZGÜRLÜKÇÜLÜĞÜN ÖNEMİ YOK
Yargıdaki ittifak sahiplerinin gözünde Türkiye’nin demokratik kazanımlarının ve özgürlükçü yürüyüşün hiçbir anlamı yoktu. Zaten AB düşmanı ve Batı karşıtı idiler. Üstelik Cemaat’i yok etmeye kilitlenmişlerdi. Daha doğrusu, projenin asıl sahipleri onlara bu görevi vermişti. Perinçek’çi ekibin kucağına düşmüştü AKP. İktidar yürütücüleri kendi kuyularını kazdığını, ittifak ettikleri kitlelerin zamanı gelince kendilerine nasıl bir sürpriz yapacağını az buçuk kestiriyordu.
Altlarının zamanla oyulduğunu/oyulacağını düşünen Saray ahalisi panik ve korkuyla olaya yaklaşıp bir emniyet sibopu üzerine çalıştı. AKP kimliği ile bilinen avukatları tez elden savcı ve hâkim yapacak, onları ittifakla çalışmaya ikna edecekti. Bu ilk adımdı. Cemaat’i hedef elan yıkıcı yargı darbesi sırasında Ergenekoncu, Perinçek’çi, ulusalcı, mezhepçi, eyyamcı diye bilinen kişilere karşı makam mevki dağıtılacak; o evre geçildikten sonra yargı içindeki ittifakın parti dışındaki unsurlarına operasyon çekilecekti. Hükümet içinde yargının nabzını tutan ve ateşle oynandığını bilen herkese “Endişeye gerek yok, şimdilik zaman kazanıyoruz. Önce Cemaat’i bitirelim. Bu arada avukatlıktan gelme, parti referansı ile işe alınmış kişiler önemli yerlere yerleşsin. Sonrasında ittifak ettiğimiz o adamları tasfiye etme süreci de başlayacak” dendi.
Şimdi alınan mesafe bu gizli planın uygulama safhaları. Hesaplayamadıkları bir nokta var yalnız: Cemaat’i yıkma amacı doğrultusunda AKP ile ittifak kuran kitle kendileri hakkında nasıl bir plan yapıldığını (önemli bir oranda) biliyor ve fırsat kolluyor.
O KOMİK İDDİANAMELERİN SEBEBİ
Adalet dağıtması gerekirken bir adama ve partisine mahpus hale getirilmiş yargının içine düşürüldüğü durum bu. Tutuklanan hâkim ve savcılar üzerinden yargı mensuplarına korkunç bir baskı yapılıyor; çünkü o baskıyı yapanlar kendilerine karşı bir dava açılmasından korkuyor. Suçları çok. 15 Temmuz’daki önceden planlanmış tuzaklanmış darbe iktidarın elini daha da güçlendirdi ve yargı üzerindeki baskıları hat safhaya çıkardı; ama yine de yargı iğneli fıçı üzerinde oturuyor. Gruplaşmalar, ötelenmiş hesaplaşmalar başkanlık referandumu ile zapt edilemez bir noktaya sürüklüyor yargı mensuplarını.
Saray baskısının yargıyı oyuncak haline getirdiğini anlamak için iddianamelere bakmak bile yeterli. Elinde yeterli kadro olmadığından avukatları boyacı küpüne sokar gibi bir kısa süreçten geçirip hâkim savcı yapanlar, adliyeyi parti binasına çevirdi. ‘Ölümüne reisçi’ hâkim ve savcıların gözünde ne anayasanın kıymet-i harbiyesi var, ne yasaların. Onlar muhalif herkesi hapse tıkmak için çırpındıkça çırpınıyor. Ne var ki hukuk bilgileri (büyük çoğunluk bakımından) iddianame yazmaya bile yeterli değil. Ve ilk defa iddianameler adliye dışındaki kişiler tarafından yazılıp savcıların eline tutuşturuluyor.
Bari bu evrak-ı perişanı yazanlar hukuktan anlasa. AK trolleri anımsatan çılgın fikirlerin (!) iddianamelerde yer bulması hem acemi hukukçuların alelacele bir makama yamanmasından kaynaklanıyor hem de dışarıdan aldıkları yardım (!) onları bu kısır döngüye hapsediyor. Son medya iddianamesi de -tıpkı öncekiler gibi- ilerde ibret için okutulacak trajikomik ayrıntılar barındırıyor. Tweet atmaktan, alenen gazetecilik yapmaya kadar her şeyin bir suçmuş gibi lanse edildiği bu saçmalıklar elbet bir gün didik didik edilecek ve adaletin nasıl ayaklar altına alındığı gözler önüne serilecek. İşte o zaman yargıda ne fırıldakların döndüğü daha net görünecek. (TR724)
Yargıda işler karışıp bir kaosa dönüşünce kendine verilen başbakanlık rolünü gerçek sanan Davutoğlu görüşmeler yapmaya başladı. O sanıyordu ki delik deşik edilmesine rağmen anayasa hala yürüklükte ve başbakanın görev çerçevesi orada yazılı olduğu gibi. Hâlbuki anayasa çoktan ayaklar altına alınarak suç islenmiş, yasalar bir adamın oyuncağı haline getirilmişti. ‘Şeffaflık’ konusunu gündeme getirmesi, 17 Aralık sanığı bakanlara Meclis’te sahip çıkmayıp hukuken aklanmasını istemesi Davutoğlu’nun siyasi kariyerini sona erdirdi. Tepeden bakan biri “Bu kendini ne sanıyor!” diye kükrediğinde siyasi arenadaki yok etme geleneği devreye girmiş, urganlar yağlanmaya başlamıştı bile. Çok okuduğuna, çok düşündüğüne, çok hak ettiğine inanan Ahmet Hoca dönen çarkın farkına varamadı.
Davutoğlu’nu bir kaşık suda boğdular. O boğulmanın bilinen çok sebebi var. Ahmet Bey’in sonunu getiren somut bir sebep de ben ekleyeyim. Yargıdaki kargaşayı anlamak ve durumu normalleştirmek için kollarını sıvayan başbakan, yargı camiasından ilgili insanlarla temas kurulmasını istedi. Bu görüşmelerden Saray’ın haberi yoktu. Pek gizli de yürütmüyordu Hoca bu toplantıları. Oysa Saray ahalisi bundan manalar çıkarmaya başlamıştı.
Çok kritik bir görüşme yaptı dönemin başbakanı. Eski adalet bakanlarından birini davet etti. Bakan beyin yargı dünyasına hâkimiyetini çok iyi biliyordu. Gerçekten de duruma çok hâkim olan o bakan koyu bir AKP’li olarak endişelerini dile getirdi ve yaklaşan tehlikeyi başbakan Davutoğlu’na anlattı. Tek tek isim vererek ve rakam belirterek bilgi veren eski bakana göre hükümet ateşle oynuyordu; çünkü yargıda partiye destek verecek insan sayısı çok kısıtlıydı. Üstelik teklif edilen yol haritasını takip etmek, savcılar ve hâkimler için suç islemek anlamına geliyordu.
Bu görüşmeyi her iki taraf da etrafıyla paylaştı. Bu nedenle Başkent gazetecileri o görüşmeye hâkim fakat bunu bu kadar açık yazacak bir medya kalmadı.
YARGI KİMLERE EMANET EDİLMİŞ BÖYLE?
Neyse. Biz dönelim olay yerine. Davutoğlu anahtarın AKP düşmanı (hatta bütün muhafazakâr kitle düşmanı) bir kadroya teslim ediliyor olması karşısında şoke oldu. Ne diyeceğini bilemiyordu.
Anlatılanlara göre sarayın arzusu doğrultusunda yargıda yapılacak ittifakın omurgası aşırı ulusalcı kitlelerle dayanıyordu. O destek yetmediği için meslekî açıdan sabıkalı ve eyyamcı kişilerden yardım istenmişti. Kendisi de Cemaat’ten haz almayan eski bakana göre eldeki ittifak koyu bir AKP düşmanıydı aynı zamanda. İsim isim, HSYK’yı analiz etti örneğin. Bahçeli’nin konuşma metnini yazan ve bütün İslamî kitlelere nefret besleyen birine nasıl bu kadar yetki verildiğini, benzer durumun mezhepçi birisi için de geçerli olduğunu, Perinçek’in emrine amade birilerine nasıl olup da bu kadar güvenildiğini sordu Başbakan’a.
Davutoğlu şaşkına dönmüştü. Kendisine böyle bilgi verilmediğini, durumun tam da istedikleri gibi gittiğini, umutlu yaklaşımların parti çatısında sıkça ifade edildiğini söyledi. Eski bakan kritik noktalara atanan kişilerin ideolojik kimliklerini ve yaklaşımlarını anlattıkça beti benzi atmıştı ‘Hoca’nın. Manzara bu ise Cemaate karşı yargı yoluyla savaş açmaktan daha feci bir durum vardı ortada. Türkiye resmen uçuruma sürükleniyor, insan hakları ihlallerinin artacağı, kapalı rejime davetiye çıkarılacağı bir yörüngeye giriyordu. Davutoğlu bu durumun Türkiye için tehlike oluşturduğunu, bir yolunun bulunup daha güvenli bir kadrolaşma yapılması gerektiğini düşünüyordu. Oysa bu konuyu kurcalaması yargıdaki o ittifakı bizzat kuranları rahatsız edecekti. Davutoğlu döneminin bitmesine böyle karar verildi…
ONLAR İÇİN ÖZGÜRLÜKÇÜLÜĞÜN ÖNEMİ YOK
Yargıdaki ittifak sahiplerinin gözünde Türkiye’nin demokratik kazanımlarının ve özgürlükçü yürüyüşün hiçbir anlamı yoktu. Zaten AB düşmanı ve Batı karşıtı idiler. Üstelik Cemaat’i yok etmeye kilitlenmişlerdi. Daha doğrusu, projenin asıl sahipleri onlara bu görevi vermişti. Perinçek’çi ekibin kucağına düşmüştü AKP. İktidar yürütücüleri kendi kuyularını kazdığını, ittifak ettikleri kitlelerin zamanı gelince kendilerine nasıl bir sürpriz yapacağını az buçuk kestiriyordu.
Altlarının zamanla oyulduğunu/oyulacağını düşünen Saray ahalisi panik ve korkuyla olaya yaklaşıp bir emniyet sibopu üzerine çalıştı. AKP kimliği ile bilinen avukatları tez elden savcı ve hâkim yapacak, onları ittifakla çalışmaya ikna edecekti. Bu ilk adımdı. Cemaat’i hedef elan yıkıcı yargı darbesi sırasında Ergenekoncu, Perinçek’çi, ulusalcı, mezhepçi, eyyamcı diye bilinen kişilere karşı makam mevki dağıtılacak; o evre geçildikten sonra yargı içindeki ittifakın parti dışındaki unsurlarına operasyon çekilecekti. Hükümet içinde yargının nabzını tutan ve ateşle oynandığını bilen herkese “Endişeye gerek yok, şimdilik zaman kazanıyoruz. Önce Cemaat’i bitirelim. Bu arada avukatlıktan gelme, parti referansı ile işe alınmış kişiler önemli yerlere yerleşsin. Sonrasında ittifak ettiğimiz o adamları tasfiye etme süreci de başlayacak” dendi.
Şimdi alınan mesafe bu gizli planın uygulama safhaları. Hesaplayamadıkları bir nokta var yalnız: Cemaat’i yıkma amacı doğrultusunda AKP ile ittifak kuran kitle kendileri hakkında nasıl bir plan yapıldığını (önemli bir oranda) biliyor ve fırsat kolluyor.
O KOMİK İDDİANAMELERİN SEBEBİ
Adalet dağıtması gerekirken bir adama ve partisine mahpus hale getirilmiş yargının içine düşürüldüğü durum bu. Tutuklanan hâkim ve savcılar üzerinden yargı mensuplarına korkunç bir baskı yapılıyor; çünkü o baskıyı yapanlar kendilerine karşı bir dava açılmasından korkuyor. Suçları çok. 15 Temmuz’daki önceden planlanmış tuzaklanmış darbe iktidarın elini daha da güçlendirdi ve yargı üzerindeki baskıları hat safhaya çıkardı; ama yine de yargı iğneli fıçı üzerinde oturuyor. Gruplaşmalar, ötelenmiş hesaplaşmalar başkanlık referandumu ile zapt edilemez bir noktaya sürüklüyor yargı mensuplarını.
Saray baskısının yargıyı oyuncak haline getirdiğini anlamak için iddianamelere bakmak bile yeterli. Elinde yeterli kadro olmadığından avukatları boyacı küpüne sokar gibi bir kısa süreçten geçirip hâkim savcı yapanlar, adliyeyi parti binasına çevirdi. ‘Ölümüne reisçi’ hâkim ve savcıların gözünde ne anayasanın kıymet-i harbiyesi var, ne yasaların. Onlar muhalif herkesi hapse tıkmak için çırpındıkça çırpınıyor. Ne var ki hukuk bilgileri (büyük çoğunluk bakımından) iddianame yazmaya bile yeterli değil. Ve ilk defa iddianameler adliye dışındaki kişiler tarafından yazılıp savcıların eline tutuşturuluyor.
Bari bu evrak-ı perişanı yazanlar hukuktan anlasa. AK trolleri anımsatan çılgın fikirlerin (!) iddianamelerde yer bulması hem acemi hukukçuların alelacele bir makama yamanmasından kaynaklanıyor hem de dışarıdan aldıkları yardım (!) onları bu kısır döngüye hapsediyor. Son medya iddianamesi de -tıpkı öncekiler gibi- ilerde ibret için okutulacak trajikomik ayrıntılar barındırıyor. Tweet atmaktan, alenen gazetecilik yapmaya kadar her şeyin bir suçmuş gibi lanse edildiği bu saçmalıklar elbet bir gün didik didik edilecek ve adaletin nasıl ayaklar altına alındığı gözler önüne serilecek. İşte o zaman yargıda ne fırıldakların döndüğü daha net görünecek. (TR724)