Bir Devlet Politikası Veya Kamu Spotu Olarak Hutbeler

[Dr. Serdar Efeoğlu]

Son yıllarda Türkiye’de en çok tartışılan konulardan birisi Cuma hutbeleri oldu. Cuma günü milyonlarca insanın camileri doldurduğunu düşünen siyasi iktidar böyle bir fırsatı değerlendirmek için cami cemaatine doğrudan mesaj vermeyi tercih etti. Örneğin, 28 Mart 2014 tarihindeki “Gemiyi deldirmeyin” başlıklı hutbede sosyal medyada yer alan ses kayıtları hedef alınarak “sosyal medyanın zararlarını anlamamakta direnen” cami cemaatine Twitter, Facebook, Youtube kullanımının ne kadar kötü bir şey olduğu anlatılıyordu.
Bu dönem hutbelerinin birçoğunda doğrudan Gülen Cemaati hedef alındığı gibi Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) AKP iktidarının seçim kazanması için devreye girmekten de çekinmedi. 5 Haziran 2015’de yani 7 Haziran seçimlerinden iki gün önce DİB’in aklına “ırkçılık” geldi ve “İslam, ırkçılığın her türlüsünü reddeder” başlıklı bir hutbe ile milyonlarca kişiden oluşan “seçmenler” (pardon! Cami cemaati) uyarıldı. Böylece Diyanet, MHP ve HDP’nin seçim barajı altında kalması için elini taşın altına koydu. Başkanlık, 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası siyasi iktidara desteğini zirveye çıkardı ve cami cemaatine her Cuma “partinin” mesajını iletmek için yoğun bir gayret gösterdi.
Hutbenin varlık sebebi ve konusu
“Hutbe”nin tarihi seyrine bakacak olursak; Ömer Nasuhi Bilmen İmam-ı Azam’ın hutbeyi “Allah’ı zikirden ibarettir”, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in ise “hutbe denilecek derecede uzun bir zikir” şeklinde tanımladığını aktarmaktadır. Peygamberimizin Medine döneminde beş yüz civarında hutbe irat ettiğini, hutbeyi kısa tuttuğunu, hutbelerin çoğunluğunun Kur’an ayetlerinden oluştuğunu ve az bir kısmının başka konulara ayrıldığını görüyoruz.
Hutbe, sonraki İslam devletlerinde, aynı zamanda bir egemenlik alameti olarak değerlendirilmiş ve halifeliğin kaldırılmasına kadar bu şekilde devam etmiştir. Osmanlı Devleti döneminde himaye altında bulunduğunu göstermek isteyen Açe, Cava, Sumatra gibi yerlerde hutbeler Osmanlı padişahı adına okunmuştur.
Arapça’dan Türkçe’ye
Osmanlı döneminde hutbeler ülkenin her yerinde Arapça okunmakta idi. Hutbeleri halkın anlamaması nedeniyle “Kürsü Şeyhliği” oluşturularak Cuma namazında okunan hutbenin namaz sonrasında cemaate Türkçe olarak açıklanmasına çalışıldı. 19. yüzyılda modernleşme düşüncesi doğrultusunda hutbeler bir siyasal iletişim aracı olarak görülmeye başladı.
2.Meşrutiyet devrinde kamuoyu oluşturmak, Müslümanlar arasında fikir birliği sağlamak, halkı dünyevi ve uhrevi konularda uyarmak, meşrutiyet rejiminin İslamiyet’e aykırı olmadığını anlatmak gibi amaçlarla “içerik” ve “hutbelerin dili” önemli bir tartışma konusu oldu. Bu yıllarda Remzi adlı bir hatip birlik ve beraberlik üzerine bir hutbeyi Türkçe yazdı. İttihat ve Terakki de hutbeleri gündemine aldığı gibi dönemin önemli bir yayın organı olan Sırat-ı Müstakim’de pek çok yazı yayınlandı. Hutbeler “terakkiyi temin edecek her türlü konuda olmalı ve siyasi meselelere hizmet eder” hale gelmeliydi. Bir de zamana ve ihtiyaca göre düzenlenirse cemaat hutbeyi iştiyakla dinleyecekti.
Aynı mecmuada hutbelerin Türkçe okunmasına dair yazılar da yer aldı, ancak bunun “bid’at-ı seyyie” olduğuna dair itirazlar yükseldi. Tartışmalar Arapça olarak okunan hutbenin sonunda Türkçe tercümesinin okunması düşüncesinin ağırlık kazanmasıyla sonuçlandı.
Siyasetin camiye girmesi
Cumhuriyet devrine gelindiğinde 1927’de tamamen devletin denetiminde olan DİB, hutbenin ayet ve hadisler haricindeki kısmının Türkçe okunmasını istedi. 1932 yılında Süleymaniye Camii’nde tamamen Türkçe olan bir hutbe okundu ise de bu uygulama devam etmedi. Tek Parti döneminden başlayarak iktidarların hutbelere müdahalesi günümüze kadar devam etti. DİB, çeşitli genelge ve talimatlarla okunacak hutbelerin içeriğini belirledi. Zaman ve zemine göre  “aşının önemi”, ağaç bayramı”, “yerli mallar haftası” gibi konular işlendi.
Hutbeler bazen de tartışma konusu oldu, cami cemaatinin ihbarlarıyla imamlar hakkında soruşturma açıldı. Örneğin 1939’da Haymana’da namaz kılmayan, oruç tutmayan ve kinci olanları “ala domuz, kara canavar ve deve” olarak isimlendiren Mehmet Hoca hakkında işlem yapıldı. Arapça ezanın serbest bırakıldığı Demokrat Parti devrinde DİB müftülüklere vaaz ve hutbelerde siyasal konulara girilmesini yasaklayan bir yazı gönderdi.
Darbecilerin hutbeleri
Hutbeler özellikle darbe dönemlerinde önemli bir propaganda aracına dönüştü. 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinden sonra darbecilerin istediği konular hutbelerde işlendi. Cumhuriyet Arşivi’ndeki bir belgeye göre 27 Mayıs Darbesi sonrasında DİB müftülüklere bir yazı göndererek “27 Mayıs inkılâbının taşıdığı büyük mananın halka ve köylüye kâfi derecede ve açık bir ifade ile vaizlerimizin vaazlarında, hatiplerimizin hutbelerinde ayet ve hadislere istinaden anlatılması” ve bu konuda yapılanların bir liste şeklinde gönderilmesi talep edildi.
27 Mayısçılar Antalya müftülüğü vasıtasıyla Cuma hutbesinde 1961 Anayasası için camilerde oy bile istediler. 1982 Anayasası’nda ise DİB’e biçilen rol “milli dayanışma ve bütünleşme”yi sağlamak şeklinde tanımlandı. Darbe lideri Kenan Evren “Bin yıllık Türk devletini ortadan kaldırmak isteyen dış güçler” temasını sık sık işledi ve darbeciler “milli güvenlik” gerekçesiyle her alana el attıkları gibi “resmi İslam” oluşturulmasını amaçlayarak hutbeleri merkezileştirdiler. Böylece farklı İslam yorumlarının ve güç odakları olarak görülen “cemaat ve tarikatların” da önü alınacaktı.
28 Şubat darbesi sürecinde de DİB yine baskılarla karşı karşıya kaldı ve Emekli Albay Oğuz Kalelioğlu danışman yapılarak merkezi hutbe sisteminde “sipariş” hutbeler okundu. Bu hutbelerden en akılda kalanı 2001 yılında hükümetin isteği ile okunan “Türk lirası milli itibarımızdır” başlıklı hutbe oldu.
DİB eliyle devlet politikası
Hutbelerle ilgili olarak tarihi süreç bu şekilde cereyan etti. Osmanlı’nın son döneminden itibaren bariz bir şekilde kendini gösteren müdahale süreci Cumhuriyet döneminde bir “devlet politikası” haline geldi. Tek parti ve darbe dönemleri hutbelere sürekli olarak müdahale edildiği zamanlar oldu. AKP ise 17 Aralık’tan sonra camileri tamamen bir propaganda alanına çevirerek kendi “resmi İslam” anlayışını bir “kamu spotu” olarak topluma lanse etmeye çalıştı.
DİB ise dini siyasete alet etmemesi gerekirken tıpkı geçmiş dönemlerdeki gibi siyasi iktidarın ve gücün yanında yer almayı tercih etti. Böyle oldukça siyasi iktidarlar hutbelere müdahale etmeye devam edecek ve Diyanet de tartışmaların odağı olmaktan kurtulamayacaktır.