Yeryüzünü Yurt Bilmek

 CAN BAHADIR YÜCE
Milliyetçiliğin büyük kuramcısı Benedict Anderson, milleti “hayalî cemaat” diye tanımlamıştı. Ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla beraber “vatandaşlık” kavramı hayalî cemaatlerin şemsiyesi haline geldi. Vatandaşlığın bir tür ceza da olabileceğini yirminci yüzyılda öğrendik. Keskin sınırlarla bölünmüş bir dünyanın dayattığı koşullar, örneğin vizesiz seyahat edememek, insanın özündeki iyiliğe ve özgürlüğe inanmış hümanistlerin kolayca anlayabileceği bir şey değildi. Stefan Zweig bundan sızlanıyordu: “Eskiden yazardım, şimdi vize alma uzmanı oldum.” Devletler vatandaşlık kavramını yeri geldi çıkarları için, yeri geldi bir sopa ve tehdit olarak kullandılar. Bunun öncüsü, sanatçılarını ülkelerinden çok uzakta ölüme mahkûm eden Nazilerdi, en dehşet verici uygulamalarsa Sovyetler döneminde görüldü.
“Vatandaşlıktan çıkarma” tehdidi şimdi, 2016 Türkiye’sinde, yine gündemde: Saray ahalisi vatandaşlıktan çıkarma cezasından bahsetmeye başladığına göre, geçen yüzyılın utanç verici kesitlerine biraz daha benziyoruz demektir. İtaatkâr saray memurları bu konuda “çalışmalar yapılacağını” söylüyor. Devlet, diyelim terör propagandası bahanesiyle istediği kimseyi vatandaşlıktan çıkarabilecek. Mültecilerin hayatları üzerinden Batı’yla yüz kızartıcı para pazarlıkları yapanlar, şimdi de bu ülkede doğmuş insanların vatandaş olup olamayacağına karar verme hakkını kendinde buluyor.
Bizde en ünlü örnektir: Nâzım Hikmet 1951’de Türk vatandaşlığından çıkarılmıştı. 58 yıl sonra “vatandaşlığa iade”si Türkçenin büyük şairine bir değer kattı mı? Bir şairi vatandaşlıktan atarak öç aldığını sanan devletin kötücüllüğünü hatırladık sadece. Bir de edebiyat tarihindeki çarpıklıklar miras kaldı. (Mesela Tanpınar 1959’da basılan “Yeni Türkiye” kitapçığında, “Rusya’ya kaçtığı için Türk tâbiiyetinden düşürülen şair” diye anarken Nâzım’ın hakkını teslim eder, gelgelelim resmi edebiyat tarihi Tanpınar kadar nesnel olamamıştır.) Kendisi de bir sürgün olan, sadece ülkesini değil dilini de değiştiren ve modern romanın başyapıtlarını ana dili Rusça yerine İngilizce kaleme alan Nabokov söylemişti: Yazarın hangi ülkenin vatandaşı olduğu ikincil önemdedir.
Bir başka örnek: 12 Eylül döneminde vatandaşlığını yitiren Demir Özlü de yıllar sonra Türk vatandaşlığına döndü, geriye bir dönemin utancı kaldı. Yazarın son kitabından şu satırlar her şeyi özetliyor: “Bütün bütüne ‘yaralı bir toplumdu bu’. Askeri diktatörlükler, ardından gelen hesaplı cıvık sivil rejimler bütün toplumu yaralı bir toplum yapmıştı.” (‘Gurbet’te yaşamayanlar, Demir Özlü’nün toplu öykülerine verdiği addaki duyuşu kolay kolay sezemez: “Sürgün Küçük Bulutlar”.)
Yazarın asıl vatanının dil olduğu hep söylenmiştir. Ülkesinden uzaktaki yazarların dil takıntısı (Joyce, Beckett) bu yaklaşıma bir izah getiriyor. Yine de dil’i ev saymakta eksik bir taraf var. Heidegger dile “varlığın evi” dediği notlarını Karl Jaspers’a gönderince filozof arkadaşı şöyle yazmış: “Tüylerim diken diken oldu, çünkü dil benim için sadece bir köprüdür, insanlar arasında bir köprü — sığınak ya da ev değil.”
Önceki hafta Washington DC’deki Uluslararası Dil ve Kültür Festivali’ni izlerken dilin hem sığınak hem köprü işlevini galiba daha iyi anladım. Ülkemizden uzakta sığınağımız olan dil, uzak ülkelerle aramızda köprü oluyordu.
Kendi sınırlarına hapsolmuş vatandaşlık çağı biterken Hizmet Hareketi tarihin doğru tarafında duruyor. Bunun anlamını toplumbilimciler ileride yazacaktır, şu kadarla yetineyim: Akademik toplantılarda Hizmet’in milliyetçi tonuna dair –hepsi haksız olmayan– eleştiriler dile getirilirdi. O eşik artık –”süreç” sayesinde– aşılıyor.
Yeryüzünü evi bilen insanları vatandaşlıktan atmakla tehdit edenlerin akıl fukaralığına şaşmamak elde değil. Yeryüzü mirasçıları artık birer dünya vatandaşı: Onlar gittikleri her yeri yurt bilecekler. Tarih’i bir kez daha ıskalayanlara da gülüp geçecekler.