İZLENİM | MURAT AYDIN
Doğup büyüdüğüm şehirde bir Ermeni mezarlığı vardı. Top oynadığımız sahaya onun önünden geçip gittiğimiz için hepimiz bilirdik. Etrafı duvarla çevrili kapısı demir parmaklıklarla kapalı bu mekanın önünden geçmek her zaman bizi ürpertirdi ama zaman zaman kafamı uzatıp bakmaktan kendimi alamazdım. Terk edilmiş gibi viran ve bakımsızdı ama bazen yeni definler de yapılırdı. Gidemeyenlerdi bunlar. 100 yıldır bütün yaşananlara rağmen toprağından kopamayan, bedenini başka bir toprağa gömdürmeyenlerdi.
Bu ülkeyi ısrarla terk etmeyen Ermenilerin durumu bana hep çok ilginç gelmiştir. Türkiye’de yaşayan herhangi bir Ermeni ile empati yaptığınızı düşünsenize; akrabalarınızın büyük bölümü katliama maruz kalmış, dedelerinizin mallarına el konmuş, vakıflarınız yağmalanmış üstüne üstlük ülkede yanlış giden her şey size mal edilmiş ve edilmeye devam ediyor. Sizin kimliğiniz üzerinden insanlar birbirleriyle küfürleşiyorlar. İsminiz canavarlıkla eş anlam taşıyor. Ama siz hala bu şehirlerde, bu ülkede yaşamaya devam ediyorsunuz. Mimaride, sanatta, müzikte, zanaat da yüzlerce yıldır yaptığınız hizmetlerin hepsi yokluğa mahkum edildiği gibi sanki ülkedeki bütün kötülüklerin sebebi sanki sizmişsiniz gibi davranılmış. Bu yüzden de yolda, okulda, her yerde kimliğinizi gizlemek zorunda kalmışsınız. Size en iyi gözle bakan bile ‘olsun siz de insansınız’ diye teselli vermiş, hep ikinci sınıf görülmüş, hep dışlanması gereken, hep gavur olarak bakılmışsınız. Yurt dışına gitmiş, iyi şartlarda, zenginlik içinde yaşayan akrabalarınız orada niye bekliyorsun gel artık buraya diye sizi sürekli taciz etmiş ama siz yine de gitmemiş, gidememişsiniz.
Ve hala yaşadığı toprakların vebalısı olarak yaşama pahasına gitmiyor gidemiyorsunuz… Ermeni kimliğinizi boynunuzda bir pranga olarak tutarak yaşamaya devam ediyorsunuz.
Tıpkı bizim gibi..
Evet bizim gibi. Siz rüyanızda bile bu ülkeyi, bu milleti düşünürken, onlar yaş ve kuru bütün kötülüklerin faturasını size çıkartırlar. Her kötülüğün sebebi olarak görülüp en yakınlarınız tarafından dışlanır, bütün ülkede ötekileştirilirsiniz, ama yine de gidemezsiniz.
Ilık bir akşamüstü rüzgarı yüzünüzü okşar gitme der, güvercinler omuzunuza konar burada sadece bunlar yaşamıyor gitme der, ağaçlar, kuşlar, sahile vuran dalgalar gitme der.
Siz de bu havada gidemezsiniz, güneşli günde gidemezsiniz, baharda da, yağmurlarda da gidemezsiniz. Aslında hiç gidemezsiniz.
Bu havada gidilmez
Güneşli günde gidilmez
Aslında hiç gidilmez, gidilmez
Bu baharda gidilmez
Yağmurlarda gidilmez
Aslında hiç gidilmez, gidilmez
Son günüme kadar
Kalp durana kadar
Aşk mezara kadar
Sakın ha gitme
Ama en çok da gidenlere gıpta edersiniz, göçebilenlere, terk edebilenlere. Önce heybesini alıp hiç bilmedikleri diyarlara gidip orada yaşayabilenleri önden giden atlıları hep gıpta ile izlersiniz. Ayakları sakat bir çocuğun futbol yıldızlarını izlemesi gibi! Hayal ile hasret ile.
Issız sıcak çölleri
Karşı karlı dağları
Çoktan aşıp gittiler
Kayboldular uzakta
Önden giden atlılar
Ben burada kaldım böyle
Önden de gidemedim, sonra dan da gidemedim. Ve hiç gidemedim. Ben hep kaldım buralarda.
Sonra zalimin zulmü mazlumlara musallat olduğunda ‘’İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp-çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Ali İmran 135) müjdesinin muhatapları gibi hicret de edemedim.
Gidemedim…
İnsanlardan daha vefalı şehir tuttu, sokakların kokuları yakaladı yakamdan. Hani çağın bilgesi demişti ya bir taşın üstüne otursam, soluklansam, sonra o taşı bir daha görmesem vefasızlık etmişim gibi gelir. Ben de gidersem bu sokaklara büyük vefasızlık edecekmişim gibi düşündüm ve gidemedim. Beni öyle yakaladı, kokusunu duyduğum leylak ağacı, yorularak çıktığım yokuşlar, Arnavut kaldırımlı taş sokaklar. Gitmek çok büyük yürek isterdi. Gidemedim. ‘Ben burada kaldım böyle’.
(tr724)