TÜRKİYE ZİNDANLARINDA YAŞANAN KERBELA

YORUM | NURULLAH KAYA

Enes hocamın davudi sesi koğuşta yankılanıyor; “Abiler sular geldi, sular geldi.” Bu hayati çağrıya öncelikle avluda volta atanlar yetişiyor. Yemek hazırlığı yapan arkadaşlar elindeki işi bırakıyor. Ranzasından bir hamlede atlayıp koşanlar merdivenlerden ikişer üçer iniyor. Seccadeler hızla toplanıyor… Koğuş adeta alarma geçiyor. Zamanımız kısıtlı. Önce çöp kovaları, akabinden pet şişeler. Vakit kalırsa çamaşır leğenleri… Öteden biri sesleniyor, “Ömer abi karavanaları en son dolduralım. Tüm musluklar açık ve tanzik yok.”


Yezit’in yaptıklarının bugün ete kemiğe bürünüp hapishanelerde nasıl işkenceye dönüştürüldüğüne şahit oluyorum. Hz Hüseyin’e ve yoldaşlarına bir damla suyu çok görenlerin “bunlara artık su yok” diyenle aynı ruhu taşıdığını özgürlüğümden alıkonulduğum L tipi cezaevindeki koğuşumda anlıyorum.

Cezaevinde kaldığım yaklaşık iki yıl boyunca haftanın büyük bir kısmında sular akmazdı. Su kesme işkencesi tutsak edildiğim hapishanede ne yazık ki hala devam ediyor. Oradaki masum insanlar en temel hakları olan sudan mahrum bırakılıyor. Ülkenin başındaki şahıs, “Bunlara artık su yok” diyerek meydanlarda haykırmasının yansımasının zindanlarda nasıl işkenceye dönüştürüldüğünü bizatihi müşahade ediyorum. Asırlar geçse de Kerbela ateşinin sönmediğini ve son üç yıldır Türkiye zindanlarında hala yanmakta olduğunu görüyorum. Yezit’in yaptıklarının bugün ete kemiğe bürünüp hapishanelerde nasıl işkenceye dönüştürüldüğüne şahit oluyorum. Hz Hüseyin’e ve yoldaşlarına bir damla suyu çok görenlerin “bunlara artık su yok” diyenle aynı ruhu taşıdığını özgürlüğümden alıkonulduğum L tipi cezaevindeki koğuşumda anlıyorum. Evet, Türkiye’nin cezaevi denen kapalı kutularında yaklaşık üç yıldır Kerbelalar yaşanıyor. İşte bunlardan biri de zindanlarda yapılan su kesme işkencesi.

Benim kaldığım mahpushanede su verilmeme işkencesi bizi hayli sıkıntıya sokuyordu. Özellikle yaz aylarında suyun kesildiği zaman dilimlerinde çok zorlanıyorduk. Koğuştaki 46 kişinin bulaşığı, abdest alması, tuvalet temizliği ve banyo ihtiyacı olmazsa olmazlardı. Ellerimizin soyula soyula nasır bağlayarak yıkadığı çamaşırlarda suyu çok tasarruflu kullanyorduk. Hem çamaşırlar temizlenmeli hem de kısıtlı suyumuzu yetirmemiz gerekiyordu. Özellikle de görüş günleri suyumuzun bitmesi hayli moralimizi bozuyordu. Ancak yaşadığımız birçok fiziki ve psikolojik işkence gibi susuzluk işkencesi de bizleri çaresizliğe, umutsuzluğa ve zalime boyun eğmeye itmiyordu.


Cezaevinde kaldığım yaklaşık iki yıl boyunca haftanın büyük bir kısmında sular akmazdı. Su kesme işkencesi tutsak edildiğim hapishanede ne yazık ki hala devam ediyor. Oradaki masum insanlar en temel hakları olan sudan mahrum bırakılıyor.

İlk haftaları suları kesen gardiyanlarla sürekli tartışıyorduk. Sonra dilekçeler yazmaya başladık. İmza topladık. Müdürle görüştük… Ancak cabalarımız nafileydi. Biz hiçbir taşkınlık yapmadan insanı en temel hakkımızı, suyumuzu hukuki şekilde ve bize yakışan bir üslupla talep etmeye devam ettik. Haftalar ayları kovaladı. Aylar yıla uzandı ve bize bir cevap verildi. Öne sürdükleri gerekçe kargaları güldürecek cinstendi; “Artık dilekce yazmayın ve suyu sormayın. Su şebekesindeki arıza yüzünden sular kesiliyor.” Yeni sayılabilecek bir cezaevindeydik. Bir yılda bu arıza giderilemez miydi? Sadece bizi oyalamak için basit bir yalandı bu cevap. Çünkü ikinci yılımıza yaklaştığımızda da sular yine kesikti. Bu yazıyı kaleme almadan önce öğrendiğim kadarıyla kaldığım hapishanede su işkencesi devam ediyor. Yapımı üç yıl sürmeyen bir cezaevinin su arızasının yaklaşık üç yıldır devam etmesinin hiçbir mazereti olamaz.

Artık bize su vermeyerek işkence yapıldığını anladığımızda kendimizce tedbir almaya çalıştık. Aylarca süren susuzluk çilesinin çaresizliğiyle bir iş bölümü yaptık. Suların geldiği anlarda, -bu bezen bir saat bazen gün boyu olurdu- sistemli hareket etmeye çalışırdık. Çünkü zamanımız kısıtlıydı. 14 kişilik koğuşta 30’lu sayılarda olduğumuzda herkes su seferberliği içindeydi. Öncelikle musluklar sürekli açık bırakılırdı. Zar zor alabildiğimiz çöp kovalarını güzelce temizlemiştik. O kovalar hazırda beklerdi. Gelen suyu içmek mümkün değildi. Zaman zaman çamur gibi akardı. Bu yüzden kantinden parayla hazır su satın almak zorundaydık. Her hafta gelen hazır plastik su şişelerine gözümüz gibi bakardık. Onları düzenli bir şekilde ve belirlediğimiz sıra ve sayıda tuvaletlerdeki, banyodaki boşluklara dizerdik. Bulaşıkları yıkadığımız tezgahın altı, avlunun köşe başları ihmal edilmezdi. Küçücük koğuş haddinden fazla insan doluydu bu duruma yüzlerce pet şişe eklenince adeta kımıldayacak yer kalmazdı. Tuvaletin koridorundan iki kişi aynı anda geçemezdi. Üstelik her gün sayıma gelen gardiyanlar bu şişelere laf söz ederdi. Hem su vermezler hem de temel ihtiyaçlarımız için doldurduğunuz suları kaldırmamızı isterlerdi. Biz de bu durumdan hoşnut değildik. Adım atacak yer kalmıyordu ama abdest alacak su bizim için bir adımdan daha önemliydi.


Bizim için zindanın soğuk kış gecelerinde içme suyumuzdan kısıp bir bardağı ancak doldurabilecek suyla aldığımız ihlas dolu abdestler sanki cennet yamaçlarında akan ırmakların sularından alınmış abdestler gibiydi. Herhangi birimizin içme suyu bittiğinde kardeşimizden ödünç aldığımız suyun tadı da zemzemden farksızdı.

Koğuşun birçok noktasındaki bu pet şişelerin doldurulup dizilmesi her hafta yaptığımız iş bölümüne göre ayrılırdı. Bir grup banyo musluklarına, bir grup tuvalet musluklarına, bir grup da bulaşık lavabosu musluğuna giderdi… Ve Enes hocam gibi suların ilk geldiğini duyan arkadaşın çağrısıyla koğuştaki koşuşturmaca başlardı. Herkes ne yapacağını bilirdi. Çoğu zaman sular hemen kesildiği için hızlı hareket etmemiz gerekirdi. Aramızda mühendis bir kardeşimiz vardı. Mucit bir beyne sahipti. Musluklar lavabolara çok yakın monte edilmişti. Suyu rahat dolduramıyorduk. O arkadaş pet şişeleri keserek hortuma benzer harika bir uzataç yapmıştı. Onu hemen musluğun ucuna geçiriyor ve doldurmaya başlıyorduk. Çok basit bir şeydi ama derdimize çözüm olmuştu işte. Bazen sıraya girer elden ele verirdik doldurduğumuz şişeleri. Suların ip gibi ince ve azıcık aktığı anlarda uzun süre muslukların başında beklememiz gerekirdi. Eğer bekleyen bulaşıklar varsa hemen yıkanırdı. Zaman kalırsa çamaşır leğenleri suyla doldurulurdu…

Cennet kokan sulardan alınan abdestler

Soğuk suyu esirgeyen sıcak suyu zaten doğru düzgün vermezdi. Sıcak su çok nadiren gelirdi. Bir ara belli bir sisteme girmişti. Haftanın hangi saatlerinde geleceği belliydi. Bazen uzun süre aksa da çoğu kez bir kişiye ortalama 7-8 dakika banyo yapma zamanı ancak düşerdi. 46 kişinin banyo yapmasını sıralamak ve listelemek de hayli zor bir işti. Herkesin derdi başından aşkındı. Bazen bir bardak suda fırtına kopacak duruma gelirdi hava… Sıcak suyun uzun süre de kısa süre de aktığı olurdu. Sona kalanlar banyo yapamadığı veya daha uzun süre banyo yaptığı günler olabiliyordu. Kışın buz gibi soğuk suyla çamaşır yıkamaksa hapishanelerin en zor yanlarından birisi. Sıcak suyun geldiği günler bir de çamaşır telaşı alırdı bizi. Hepsini birden yapmak ve yetiştirmek hayli zordu. 4-5 tane çamaşır leğeniyle 46 kişi nasıl çamaşır yıkabilirdi ki…. Hem suyu keserlerdi hem de kirli kıyafetlerimizi yakınlarımıza göndermemize izin vermezlerdi. Katiller, hırsızlar, çocuk tecavüzcüleri, uyuşturucu kaçakçıları düzenli bir şekilde elbiselerini çamaşırlarını dışardaki yakınlarına yıkatabilirken bizler bu tür haklardan mahrum bırakılıyorduk. Suçumuzun ne olduğunu dahi bilmeden suçsuzca tutsak edildiğimiz zindanlarda bu tarz hakların hak verenlerce hiçbir önemi yoktu. Lakin bizim için zindanın soğuk kış gecelerinde içme suyumuzdan kısıp bir bardağı ancak doldurabilecek suyla aldığımız ihlas dolu abdestler sanki cennet yamaçlarında akan ırmakların sularından alınmış abdestler gibiydi. Herhangi birimizin içme suyu bittiğinde kardeşimizden ödünç aldığımız suyun tadı da zemzemden farksızdı.

(TR724)