Cambridge Analytica, Doğan Medya ve İktidar

HABER-YORUM | KEMAL AY

Hikâyeyi duymuşsunuzdur. Cambridge Analytica isimli bir data şirketi, Facebook üzerinden yayınladığı bir akıllı telefon uygulamasıyla (app), insanların kişisel bilgilerini çalarak, ‘psikografik’ denilen profiller oluşturmuş ve böylece ‘kişiye özel’ yönlendirme projeleri geliştirmiş. 2013’te kurulan şirketin, bir yıl içinde 50 milyon kadar Facebook üyesinin profilini çıkararak, çeşitli seçim ve reklam kampanyalarında kullandığı iddia ediliyor. Bunlar arasında, İngiltere’deki AB’den çıkış referandumu (Brexit) ve 2016’daki ABD Başkanlık Seçimleri var. Hâl böyle olunca karşımızda ciddi bir problem olduğu anlaşılıyor.
Haberi ilk veren İngiliz The Observer gazetesiydi. Mayıs 2017’deki geniş çaplı haberde, Brexit oylamasının ‘çalındığı’ iddia ediliyor, Cambridge Analytica isimli şirket suçlanıyordu. 18 Mart 2018’de aynı gazeteden aynı muhabir, bu kez Cambridge Analytica’da çalışmış ve ‘data hırsızlığı’ sürecine doğrudan şahit olmuş bir ismin, Christopher Wylie’nin ifşaatını yayınladı. Wylie, şirketin kullandığı programı ve bu programın nasıl kişiye özel ‘propaganda aracı’ hâline getirilebildiğini birinci elden anlatıyordu. Buna göre şirket, sadece Facebook üzerinden kurdukları uygulamayı indirenlerin değil, onların Facebook’taki arkadaşlarının bilgilerini de izinleri olmadan çalmıştı.
FACEBOOK HEDEFTE
Facebook’un Amerikan seçimlerine etkisi üzerine bugüne kadar çok sayıda analiz yayınlandı. Öncelikle ‘fake news’ (yalan haber) meselesiyle ilgili olarak suçlandı sosyal medya ağı. Ardından, Facebook’un kullandığı algoritma sebebiyle insanların bir çeşit ‘balon’ (bubble) içinde yaşadığı ve hep kendi görüşünü teyit eden haberleri gördüğü konusu tartışıldı. Facebook, gerek ‘fake news’ gerekse ‘bubble’ konularında algoritmasıyla ilgili eleştirilere, ‘iyileştirme’ sözü ile cevap vermişti. Ancak yine de insanların ‘yankı adacıkları’ içinde yaşamaları hususunda yapabileceği fazla bir şey yoktu.

Zira, Facebook’un daha çok para kazanmak üzere inşa ettiği ‘reklam veren şirketlere uygun’ algoritma, kullanıcıların ilgi alanlarını önceleyen bir akışa (feed) sahip olmasını öngörüyor. İş Facebook üzerinden haberlerin dolaşımına gelince, ‘yankı adacıkları’ oluşuyor. Bu noktada, Facebook’un kendi editörleriyle bazı haberlerin dolaşımına doğrudan etki ettiği de ortaya çıkmıştı. Şirketin kullanıcılarına daha ‘güncel’ içerik sağlamak istediği News Feed uygulaması ise eleştirilerin ardından sonlandırma kararı aldı. Bu arada Mark Zuckerberg’in siyasete atılacağı yönündeki haberler de, şirketin ‘eğilimleri’ konusunda ciddi şüphe doğurdu.
Cambridge Analytica olayı ise Facebook’u doğrudan hedefe koyan bir durum. Çünkü şirket 2014’te Facebook üzerinden 50 milyona yakın profille ilgili bütün bilgileri toplarken, Facebook yönetimi bunun bir ‘data hırsızlığı’ olduğunu düşünmeyerek müdahale etmiyor. Yalnızca Cambridge Analytica ile yazışarak durumu telafi etmeye çalışıyor. Nitekim Cambridge Analytica da bu bilgileri sildiklerini, hatta seçim kampanyalarında kullanmadıklarını ifade ediyor. Trump’ın seçim kampanyasında birlikte çalışan Cambridge Analytica’nın bu sözleri yerine getirmediği, en önemli iddia. Facebook kurucusu Mark Zuckerberg de, iddiaları ciddiye aldığını beyan eden bir açıklama yaparak, ifade vermeye hazır olduğunu duyurdu. Amerikan Kongresi ve Avrupa Parlamentosu gibi kurumlar, yakın zamanda Zuckerberg’i ifadeye çağırabilir.
PSİKOLOJİK PROFİLLEME
Peki, Cambridge Analytica insanları nasıl yönlendiriyor? Öncelikle internet üzerinde bıraktığımız izler, bizimle ilgili çok şey söylüyor. Sadece Facebook profillerimiz değil, Google’ın arama çubuğuna yazıp sildiğimiz kelimeler bile ‘data’ olarak bir yerlerde saklanabiliyor ve bu izler eğer kişisel dosyalarda tutulursa, belirli bir kişiyle ilgili ‘psikografik’ denilen profilleme yapılabiliyor. Bu da, eğer bir reklam kampanyasının ya da politik propagandanın hedefi olacaksanız, size nasıl yaklaşılması gerektiğiyle ilgili fikir veriyor.
Mesela Cambridge Analytica’nın ABD’de ve İngiltere’de özellikle ‘kafası karışık’ insanları hedef aldığı, bu insanların sandığa gitmemesi için çaba sarf ettiği anlaşılıyor. Bir kişilik testi oluşturarak Facebook kullanıcılarının cevaplarını toplayan Cambridge Analytica, insanların genel teamülleri üzerinden çeşitli kampanya metotları geliştirmiş. Mesela Demokrat Parti’ye yakın olup başkan adayı Hillary Clinton hakkında rezervi olan insanlar, sürekli akışlarında (feed) onla ilgili olumsuz haberler görmeye başlıyor. Yahut doğrudan politikadan ümidi kesmelerini sağlayacak içerikler önlerine düşüyor. Bazılarını öfkelendirirken, bazılarına olta atmaya çalışıyor.
İşin ilginç tarafı, bu yöntem beklendiğinden fazla etkiye sahip. Çünkü ‘kemikleşmiş’ seçmen kitlesini değil, ‘ortadaki’ seçmeni ikna etmek zorundasınız. Partiler arası asıl ‘rekabet’ burada başlıyor. Eğer bu kişilerin ‘eğilimlerini’ bilerek, onları yönlendirebilirseniz, rekabette öne geçmeniz daha kolay. Şirket, ‘hile’ konusunda bununla da yetinmemiş. Mesela ekarte edilmek istenen siyasetçilerle ilgili ‘yalan haber’ uydurup bunu sosyal ağlar yoluyla ‘kafası karışık’ seçmene ulaştırmış. Şirketin CEO’su Alexander Nix’in İngiltere’deki Channel 4’da yayınlanan gizli görüntüleri, bir adayın itibarsızlaştırılmasıyla ilgili ‘hizmet verebileceklerini’ gösterdi.
KAZANMAYA ODAKLANMAK
Şirket, ABD seçimlerinde ilk olarak başkan adaylarının belirlendiği ön seçimlerde işlev gördü ve Cumhuriyetçi Parti’den Ted Cruz’un Iowa’yı kazanmasını sağladı. Haberlere yansıyan bu ‘başarı’ için Cruz kampanyası Nix’in şirketine 3 milyon dolar ödemişti. Ancak Cruz’un adaylıktan çekilmesiyle, Cambridge Analytica, Trump’a yöneldi ve özellikle online alandaki kampanya stratejisinde pay sahibi oldu. Channel 4’daki gizli görüntülerde Nix, Trump kampanyasının tamamında etkin olduğunu söylese de, ilgili kişiler ‘psikografik’ verilerinin kullanılmadığı konusunda ısrarcı.
Ancak Trump kampanyasının tek boyutu Cambridge Analytica değil. Kendisini ‘anti-establishment’ (düzen karşıtı) olarak konumlayan Trump ve ekibi, çok benzer yaklaşımların bir araya gelmiş hâli. Mesela Cambridge Analytica şirketinin çalışmalarından Trump kampanyasına 15 milyon dolar bağışlayan Robert Mercer’e bahseden isim Steve Bannon. Bannon, aynı zamanda Mercer’in sahibi olduğu Breitbart’ın şu anki ‘gerilla gazeteciliği’ diyebileceğimiz faaliyetlerini ‘organize eden’ isimlerden. Silikon Vadisi’nde Trump’ı ilk ve açıktan destekleyen kişi olan Peter Thiel de, Facebook’la Cambridge Analytica arasında gidip gelen isimlerden.
Bu kadronun ortak noktası, ‘kazanmak için her yol mubahtır’ yaklaşımına sahip olmaları. Çünkü bir kez kazandıktan sonra, o yolda neler olup bittiğinin pek de önemsenmeyeceği düşünülüyor. Trump kampanyasının ‘kaybedecek bir şeyi kalmamış’ görünen Orta Amerika seçmenine odaklanması, Steve Bannon gibi isimlerin ‘üstünlüğünü kaybeden beyazlara’ odaklanması, boşuna değil. Çünkü bu kesimle kurdukları iletişimde, ‘kazanmak’ kelimesinin en büyük motivasyon kaynağı olacağını, kimsenin yöntemlere odaklanmayacağını biliyorlar. Tek yapmaları gereken, onları ‘büyük bir hayatta kalma mücadelesine’ ikna etmek. Bu paradigma, Fox News’in hikâyesinde de, Avrupa’daki aşırı sağ popülizmde de, illiberal demokrasilerin yükselişte olduğu Polonya, Macaristan ve Türkiye gibi ülkelerde de görülebilir.
MEDYAYI SİLAHA DÖNÜŞTÜRMEK
Tam bu noktada aslında sormamız gereken başka bir soru var: Facebook’la geleneksel medyanın seçim sonuçlarına etkileri arasında ne gibi benzerlikler ve farklar var? Sadece Amerikan medyasında değil dünyadaki bütün büyük, etkili, kitlesel medya kuruluşlarında çeşitli mesajlar veriliyor ve bu mesajların toplum üzerinde öngörülebilecek etkileri var. Mesela ABD eski Başkanı Barack Obama, 2016’daki Başkanlık Seçimleri yaklaşırken, ana akım medyanın Trump haberlerini verme biçiminden rahatsızlığını iletmişti. Çünkü Trump skandallardan beslenen bir siyasî çizgi benimsemişken onu sürekli manşetlere çekerek ‘dövmeye çalışmak’ tam da onun ekmeğine yağ süren bir tavırdı. Benzer bir durum, Hillary Clinton’ın e-mailleri ile ilgili skandalda yaşandı. Medya, bu haberin üstüne atladı ve bu durum Demokrat Parti seçmeninde tam tersi bir etki uyandırarak sandığa katılım oranını düşürdü.
Zaten Trump’ın seçilmesinden sonra Amerika’da sadece Facebook’un değil, bütün medyanın ‘algoritması’ tartışma konusuydu. Çünkü geleneksel medyanın da ‘popülizmi’ bir şekilde beslediği düşünülüyordu. Medya şirketlerinin ‘daha fazla izleyiciye ulaşma’ telaşı içerisinde, ‘gerçekleri’ değil, ‘popüler olanı’ öne çıkardığı bir gerçek. Bu türlü medya eleştirisi neredeyse İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana zaten mevcut. Ancak bununla çok kısıtlı şekilde mücadele edildi. Ana akım medyanın ülke nüfusunun çok azını ‘yayına dâhil ettiği’ durumlarda, kendilerine ‘alternatif’ diyen ve ana akım medyada ‘yer bulamayan’ haberleri yayınlayarak kredi toplayan yeni medya, ‘operasyon’ araçlarına dönüşmeye çok müsaitti.
Bu fırsatı ilk görenlerden biri Rusya’ydı ve Russia Today (RT), Sputnik gibi cihazlar oluşturarak ‘alternatif anlatılar’ üzerine bir medya biçimi icat etti. Bu yayın organları, belirli bir ajanda çerçevesinde Rusya’nın liberal demokrasileri zayıflatma girişimine katkıda bulunuyorlar. Popülizmin yaygınlaşması da bu türlü medya araçlarıyla oldu. sadece Facebook, Twitter ya da Youtube gibi platformlarda değil, hemen her alanda ‘düzen karşıtı’ (anti-establishment) ajandayı uyguluyorlar. ‘Düzen karşıtı’ tabirinin, Fransız Devrimi’nden bu yana ‘halk taraftarı’ olarak kodlanmasının getirdiği pozitif imaj, ‘alternatif medya’ meselesinin de toplumları zayıf yerinden yakaladığı anlamına geliyor. Yani RT’de ya da Sputnik’te her zaman ‘yalan haber’ üretilmiyor, çoğu kez ‘doğrular’ ya da ‘haklı eleştiriler’ bir silaha dönüştürülerek ‘hedef’ yok edilmeye çalışılıyor.
ANA AKIM HÂLÂ ÖNEMLİ…
Elbette medyanın sadece ‘alternatif’ tarafı suçlu değil. Geleneksel medyanın, ABD’deki entelektüel tartışmayı yönlendiren think-tank’lerin ya da ‘aydın sorumluluğuna’ sahip olması beklenen akademisyenlerin popülizme bir başka popülist tavırla cevap vermeleri, meseleyi içinden çıkılmaz bir hâle sokuyor. Yakın zamanda Katar kriziyle ortaya çıktı ki, ABD’deki pek çok think-tank’in Körfez’den gelen paralarla finanse edilmesi, buradaki politik dengeleri ve ABD’deki tartışmaları bir hayli etkilemiş. Benzer şekilde lobi şirketlerinin ya da siyasetçilere ‘yakın’ olmanın getirdiği çeşitli ‘güven törpüleyici’ deneyimler var. Medya giderek daha kırılgan bir hâle geliyor ve ‘toplumu bilgilendirme’ amacından çok ‘diyalogu belirleme’ isteğini önceliyor. Bu da demokrasinin altının oyulmasını, güç ve iktidarın ‘belirleyici’ olmasını sağlıyor.
Üstelik medyayı ‘çok sesli’ kılacağı düşünülen yeni teknolojiler, şimdilik bu hedefinden çok uzak. Yine yük, ‘geleneksel medya’ denilen köklü basın kuruluşlarının omuzlarında denilebilir. Çünkü kitlelere ulaşma, hâlâ bir ‘imkân’ meselesi. Yeni medya hem henüz bu imkâna ulaşamadı, hem de hileye çok açık bir alan olmasıyla, güvenilirliği yakalayamadı. Türkiye örneğinde Doğan Medya’nın satışıyla ortaya çıkan acı gerçek de bu: Küçük muhalif gazeteler bile Doğan’ın dağıtım ağı üzerinden iş görüyordu ve tam iktidar kontrolü, muhtemelen bu imkânı yok etmeye girişecek. İktidarın internete de RTÜK denetimi getirmesi, bir başka imkânı da elden almaya yönelik. Ana akım medyanın çok önceden, 2010’dan kısa süre sonra iktidarla ‘anlaşmış’ olması, Türkiye’de medya denetiminin rafa kaldırıldığının işaretiydi. Geri kalanlar ise el konarak, cezalarla ya da hapis tehdidiyle belirli bir ‘çizgide’ tutuluyor.
Bütün bu olanlar, medyanın önemine ve suyun bulandırılmasının acı sonuçlarına işaret ediyor. Sadece muhalif medyanın kalmaması değil, muhalif medyanın da nüansları kaybederek politik ajandaya göre hareket etmesi, toplumları kısır döngüye hapsediyor. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki ‘bilgi kakafonisi’ yoluyla toplumları idare etme fikri, kör ideolojilere saplanmış iyi niyetli gazeteciler ve medyayı sadece propaganda aracı olarak gören ‘muktedirler’ eliyle tedavüle sokulmuş durumda. Buna karşı yapılabilecek tek şey, vatandaşların daha nüanslı, mutedil ve olgun davranmasını, medyanın eksiklerini farklı kaynakları karşılaştırarak kapatmasını ummak.
(TR724)