Yorum | Bülent Keneş
Amatör gazetecilik yıllarımı da sayacak olursam neredeyse 30 yıldır medyanın içindeyim. Şartlar birçok farklı yayın organında gazetecilik, editörlük, yöneticilik yapmama yol açtı/imkan verdi. Mesleğin Türkiye’de yapılış tarzını ve meslektaşlarımın önemlice bir kısmını hem içerden, hem de dışarıdan gözlemleme şansım oldu. Bu yüzden kendimi, medya sektöründe kimlerin amacının ülkenin, milletin insanlığın hayrına çabalamak; kimlerin derdinin halkın doğru haberlere, bilgilere ulaşmasını sağlamaya çalışmak; kimlerin derdinin medya mahallesine açtığı tezgahla başka sektörlerdeki ballı işlerini yürütüp bir çeşit kirli ticaret yapmak olduğunu görebilecek bir noktada görüyorum.
Yine de en son yapmak isteyeceğim şey herhalde bir genelleme yapmaktır. Ama içinde bulunduğumuz şartlarda bundan kaçamaya ne kadar imkan var bilemiyorum. Her koşul altında her medya kurumunda hala gerçeklerin peşinde olmaya çabalayan, yazabildiği, söyleyebildiği, gösterebildiği kadarını esirgemeyen meslektaşlarım olduğunu bilmesine biliyorum. Ancak, birer yalan, iftira, karalama ve linç aracına dönüşen çalıştıkları o yayın organlarının kepaze hallerinden yine de bu tür meslektaşlarımın da sorumluluğu olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.
Taşların bağlanıp köpeklerin serbest olduğu ifritten, çirkef ve çamurdan bir dönemde, sadece tertemiz meslektaşlarıma değil, ortalamaları itibariyle bulundukları çevrenin en müstesna ve en masum insanlarına reva görülen tüm o alçakça zulümleri kaldırmakta çok güçlük çekiyorum. Bu yüzden sadece bu zulümleri irat eden zalimleri değil, bunlara sessiz kalan şahsiyet yoksunu yığınları ne unutabileceğimi, ne de affedebileceğimi sanmıyorum.
Çünkü, mesleki dürüstlüklerini bireysel olarak sürdürme çabaları, parçası oldukları aşağılık medya düzeninin veballerine ortak olmalarına engel değil. İster ekonomik kaygılarla, isterse mesleki duygularla bu kokuşmuş düzende sürdürdükleri varlıklarıyla katkı verdikleri pejmürde gazete ve televizyonların tüm günahlarına ortak oluyorlar.
İKTİDAR KELPLERİNİN KARARLARININ AHLAKİ VE HUKUKİ HİÇBİR HÜKMÜ YOK
Malumunuz, Doğu Perinçek’in ifadesiyle iktidara köpekliği karakter haline getiren Türk yargısının İstanbul’daki bir uzantısı her biri birbirinden kıymetli 25 meslektaşımıza 7 yıl 6 aydan, 1 yıl 1 aya uzanan değişik hapis cezaları verdi. Böylece çok azı dışında tamamı 18 aydır cezaevinde olduğu için bugüne kadar “tutuklu” dediğimiz bu meslektaşlarımız artık “hükümlü” statüsüne geçti.
Haysiyetini yitirmiş mahkemelerin verdiği kararın ne ahlaken, ne vicdanen, ne de hakiki hukuk nezdinde bir hükmü, bir kıymet-i harbiyesi yok. Ama neticede Ahmet Memiş, Ali Akkuş, Muhammed Sait Kuloğlu, Mustafa Erkan Acar, Oğuz Usluer, Ufuk Şanlı, Yetkin Yıldız, Cuma Ulus, Mutlu Çölgeçen, Ünal Tanık, Seyid Kılıç, Davut Aydın, Abdullah Kılıç, Cihan Acar, Bünyamin Köseli, Cemal Azmi Kalyoncu, Halil İbrahim Balta, Bayram Kaya, Habip Güler, Hanım Büşra Erdal, Yakup Çetin, Hüseyin Aydın, Gökçe Fırat Çulhaoğlu, Murat Aksoy ve Atilla Taş Erdoğan rejiminin çadır tiyatrolarında fiilen “hükümlü” hale getirildi.
Bugün itibariyle maalesef 55 gazeteci bu konumda. İki yıla yakın bir süredir cezaevlerinde tutsak bulunan en az 190 gazeteci ve medya çalışanı da benzer bir kaderi yaşamak için sırasını bekliyor. Haklarında yakalama kararı olan en az 139 gazeteci ise yakalanmaları durumunda aynı kaderi paylaşacak. Şu fecaati düşünebiliyor musunuz? Şayet Erdoğan rejiminin eline imkan geçmiş olsaydı bugün sadece tutuklu ve hükümlü 245 gazeteciden değil, en az 385 gazeteci ve medya çalışanından söz edecektik.
Bu 385 gazeteci ve medya çalışanından pek çoğunu şahsen tanıyorum. Şahsen tanımadıklarımı ise, yazdıklarından ya da ekranlardan biliyorum. Yalanın, uydurmanın, çarpıtmanın, iftiranın semtlerine uğramadığı bu meslektaşlarıma zindanları reva görenlerin tercih ettikleri gazeteci tipini de çok iyi biliyorum. İster istemez bu durum beni bir mukayese yapmaya itiyor.
Yukarıdaki listede yer alanlardan Mustafa Erkan Acar, Ali Akkuş, Halil İbrahim Balta, Büşra Erdal gibi bazılarıyla yakın çalışma imkanım oldu. Diğerlerinin de bir çoğuyla ya yolum kesişti, ya da yaptıkları işlere aşinalığım oldu. Bunlardan hiçbirinin “Ya n’olacak? Yalansa yalan, uydurmaysa uydurma, çarpıtmaysa çarpıtma… Yazdıkları neticede ses getiriyor, gündem oluyor ya, sen ona bak!” şeklindeki bir ahlaksızlıklarına şahit olmadım. Tam tersine her haberlerinde, her yayınlarında kılı kırk yarma titizliğini, her bilgiyi mutlaka birkaç kaynaktan teyit etmeden haberleştirmeme çabasını gördüm.
MESLEĞİN YÜZ KARALARI, İKTİDARIN MASKARALARI İÇİN ALTIN BİR ÇAĞ
Ama, sadece gazetecilik mesleğinin değil, insanlığın da utancı, yüzkarası olan bu korkunç kelimeleri bu kulaklar duydu. İşin garip tarafı (Lafın gelişi öyle diyorum, yoksa bu anlatacaklarım bu dönemin ruhuna oldukça uygun ve hatta küçük bir özeti gibi.) ise, yukarıda isimleri zikredilen tertemiz meslektaşlarım, hayatlarının en verimli çağında zindanlarda ömür çürütürken, hem bu sözleri söyleyen “gazeteci,” hem de bu sözlerin söylenmesine yol açan “gazeteci”nin bugün Erdoğan’ın sarayına kapağı atıp başdanışman konumuna oturmaları oldu.
Gazete, TV gibi her gün sayfalar dolusu bilgi/haber üretmek zorunda olan mecralarda kusursuzluk, hatasızlık elbette ki mümkün değil. Hep minimize etmek kaygısı gütmek kaydıyla yanlışlar, hatalar elbette yapılabilir. Ama, bile bile yalan yazmak, söylemek ve bundan fayda beklemek sadece gazeteciliğe değil, insan olma haline de büyük bir ihanettir.
Konuyu müsaadenizle biraz açacağım. 2000’li yılların ilk yarısında yayın koordinatörü olarak çalıştığım İngilizce yayın yapan günlük bir gazetede meslekte birkaç yılını henüz geçirmiş bir de diplomasi muhabirimiz vardı. Üniversite bitirememiş bu muhabir ne zaman bir habere imza atsa, o haber yayınlandığı gün mutlaka haberin kaynağı ya da muhatabı tarafından telefonla aranırdım. Haberin doğru olmadığını ya da büyük çarpıtmalar içerdiğine dair şikayetlerine, haklı öfkelerine maruz kalırdım.
Bir değil, iki değil… O imzayla çıkan haberlerin pek çoğunda aynı durumu tekrar be tekrar yaşamıştım. Her defasında gazetenin bir sonraki sayısına bir düzeltme notu koymuş, muhatabı olan muhabire ise, her defasında daha özenli, daha dikkatli yazması uyarısında bulunmuştum. Ama, maalesef bu konuda ne bir çaba, ne de bir gelişme gözlemleyememiştim. Sorunu kendi kapasite ve imkanlarımla çözemeyince, genelde yapmayı hiç tercih etmediğim bir şeyi yapmış ve o dönem gazetenin hem yayın yönetmeni hem de yarı-patronu olan güya yılların gazetecisi adama gidip durumu olduğu gibi izah etmiştim. Karşılığında ise, yukarıdaki o korkunç sözleri duymuştum.
HER DEVİRDE İŞİNİ YÜRÜTEN HACIYATMAZLAR VE MEDYA TÜCCARLARI
Meslek adına çok şeyler öğrendiğim, maddi açıdan rahat ettiğim, küçük bir ekiple çok iyi işler yapmaya imkan da bulduğum o gazeteden ayrılma arayışına girmeme yol açan çok önemli bir skandaldı bu benim için. Yine o sözün sahibi olan zat, yıllar sonra sahibi olduğu gazeteleri kaybedince, devrin cumhurbaşkanını defaatle araya koyarak Today’s Zaman’da yazmak istediğinde, bazı başka hasletlerinin yanısıra hiç unutmadığım o sözleri de aklıma gelmiş ve taleplerini reddetmiştik.
Bu korkunç yaklaşım, sadece, her devrin şartlarına anında uyum gösterip hacıyatmaz gibi hep ayakta kalmayı başarabilen o medya tüccarına ait bir karaktersizlik örneği olsa üzerinde durmaya belki değmezdi. Ama, Türkiye’nin en etkili gazetelerinden birinde yayın yönetmenliği yapmış bir gazetecinin bile, katıldığı bir panelde, manşet attıkları yalan haberler yüzünden kararan hayatlara dair kendisine yöneltilen bir soruya verdiği, “O tür manşetleri sansasyon, gündem olsun diye atıyoruz. Atarken şakalaşıp, gülüştüğümüz bu tür manşetleri bir gün sonra da unutuyoruz. Siz niye o manşetleri bu kadar ciddiye alıyorsunuz ki?” diyebilmesi, bu hastalığın o adamla sınırlı olmadığını gösterir bir örnektir.
Şimdilerde her gün onlarca gazetenin manşetlerinde, ana haber bültenlerinde ya da gün boyu televizyonlarda tekrarlanan bu hastalık Allah’a binlerce şükürler olsun ki, bize ve bizim medya kurumlarımıza hep uzak oldu. Yanlışlar yapmadık mı? Mutlaka yapmışızdır… Hiç mi hata etmedik? Elbette etmişsizdir… Ama bile bile ve kasten yalan ve iftira yazarak ondan bir fayda görme şerefsizliğine, haysiyetsizliğine asla tenezzül etmedik. Şahsen ben etmediğim gibi birlikte çalışma şerefine nail olduğum, bugün tamamı ya hapiste ya sürgünde ya da işsiz olan meslektaşlarımda da böyle ahlak dışı bir yaklaşıma hiç şahit olmadım.
ÇETİN DOĞAN’IN DAMADI DANI RODRIK HAKLIYDI…
Mesela, Today’s Zaman gazetesini yaparken şöyle bir hadise başımıza gelmişti. Bir gün sabah kalktığımda, Harvard Profesörü Dani Rodrik’in 28 Şubat’ın önemli generallerinden olan, daha sonra da darbecilik hastalığını bırakmayan kayınpederi Çetin Doğan’ı savunmak için kurduğu bir blogda, yayınladığımız bir habere dair zehir zemberek bir metin gördüm. Önce metni, sonra da bizim yayınladığımız haberi dikkatlice okudum. Rodrik, o haberde yazılanı genelleyerek sistematik bir kara propagandanın parçası olduğunu iddia etmekte ne kadar haksızsa söz konusu habere dair yazdıklarında o kadar haklıydı. Maalesef, derleme olduğu için imzasız yayınlanan o uzunca haberin bir paragrafında gerçeklerle uyuşmayan ifadeler vardı.
Ergenekon, Balyoz soruşturmalarının en civcivli olduğu bir döneme gelen o gün gazeteye varır varmaz yaptığım ilk iş, gerçeklerle bağdaşmayan o ifadelerin habere nasıl girdiğini araştırmak olmuştu. Gerçeği öğrenmem saniyeleri bile bulmamıştı. Çünkü, o haberi yazan gazeteci arkadaşım, hemen müdahale etmiş ve “Haberi ben yazdım, ama Rodrik haklı. O kısımda geçen bilgileri biraz karıştırmışım,” deyivermişti. O dakikadan itibaren yapmamız gereken şey belliydi: Haberi sitede hemen düzeltmek ve ertesi gün de bir düzeltme ve özür notu yayınlamak.
Ama bunlarla birlikte yapmamız gereken bir şey daha vardı: Bir hata üzerinden mal bulmuş mağribi gibi Today’s Zaman’a saldırmakla kalmayıp, hep bu tür “yalan haberler” yaptığımız iftirasını atan Rodrik’e ulaşıp, durumu izah etmek… Sağolsun o gazeteci arkadaşım, “Bülent Bey, hata benim. Telafi etmek de bana düşer,” demiş ve sabah toplantısından çıkar çıkmaz haberdeki hatanın nasıl yapıldığını uzun uzadıya izah ettiği bir mail yazıp hem Rodrik’e hem de bana göndermişti.
YALAN RAİÇ, HİYANET MÜLTEZEM, HER YERDE HAK MEÇHUL…
Değil bile bile yalana, çarpıtmaya tevessül edip sonra da hiç utanıp arlanmadan pişkin pişkin “Ya n’olacak, yalansa yalan, uydurmaysa uydurma, çarpıtmaysa çarpıtma… Yazdıkları neticede ses getiriyor, gündem oluyor ya, sen ona bak!” demek, kazara yapılan bir hatanın bile peşini bırakmayan gazetecilik anlayışı, gazetecilik ahlakı maalesef Türkiye’de kaybetti.
Mehmet Akif’in “Vefa yok, ahde hürmet hiç, lafe-i bi medlul / Yalan raiç, hiyanet mültezem, her yerde hak meçhul / Ne tüyler ürperir ya rab, ne korkunç inkılab olmuş / Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş” diye betimlediği o korkunç şartların yeniden hakim olduğu Türkiye’nin layığı elbette ki bu gazetecilik anlayışı ve ahlakı olamazdı. Mevcut şartlarıyla ülkenin ve milletin layığı yapmadıkları söyleşileri yayınlayan, ağaçla söyleşi yapan, yalan üzerine yalan haberler uyduran, iftira üzerine iftira içeren manşetler atan siyasal İslamcı dinbazların mürailiği, ve ahlak ve haysiyet yoksunu havuz medyasındaki şaklabanların şerefsizlikleriymiş.
Bu sert ifadelerime bakıp sakın hemen kızmayın. Bir şey söylüyorsak, hakaret olsun diye değil, tespit olarak söylüyoruz. Söylediklerimiz bu konularda tecrübelerimiz, bildiklerimiz olmasındandır. Şöyle ki; Erdoğan rejimi, demokrasi, hak, hukuk ve adaletten sapıp da despotluğa doğru yol aldığı oranda eleştirilerimizin dozu da artmıştı. Bunun üzerine, kuruluşundan o güne kadar bize haftada bir yazan, bugün ise inceymiş edalarıyla Erdoğan’ın resmi papağanlığını yapan bir zat-ı na-muhterem üşenmemiş beni aramış ve eleştirel yayınlarımızdan Beyefendi’sinin duyduğu derin rahatsızlıkları iletmişti. Ona tek soru sormuştum: “Şunca yıllık yayınlarımızda ‘Şunu da yalan yazdınız’ diyebileceğiniz bir örnek verebilir misiniz?” Cevabı “Hayır,” olmuştu ve eklemişti “Ama her şeyi de yazmak zorunda mısınız?..”
Bu ahlaksız tavrı bugün halen siyasal İslamcı dinbaz mevkutelerde köşe dolduran kadınlı, erkekli bazı diğer vicdan münafıklarından da duymuştum: “Ama her şeyi yazmak zorunda mısınız?..” “Her şey” dedikleri ne mi? Ne olacak hırsızlık, yolsuzluk, talan, yalan, zulüm, baskı, hukuksuzluk, keyfilik, haksızlık, zorbalık vesaire…
ÖNÜNÜZE ALIP SİZ DE TEK TEK FOTOĞRAFLARINA BAKIN…
Şimdi bir saraylarda el üstünde tutulan mesleğimizin yüz karalarına, bir 7 gün 24 saat yalan ve iftiralarla sayfaları boyayan, ekranlarını dolduran insanlık müsveddelerine (çok az istisnayı tenzih ederim) bakıyorum, bir de ne hayatlarında, ne yazdıklarında yalan ve iftiranın zerre yer bulamadığı hapishanelerdeki, sürgünlerdeki insanlık numunesi meslektaşlarıma…
Tanıdıklarıma hem şahit, hem kefilim. Tanımadıklarımın ise bazen fotoğraflarını tek tek karşıma alıyor uzun uzadıya simalarına bakıyorum. “Böyle temiz simalı insanlardan yalan, iftira, karalama, bile bile kötülük sadır olur mu?” diye düşünüyorum. Aynı kaderi paylaştıkları kendilerine kefil olduğum meslektaşlarıma dair tecrübelerimin verdiği hüsn-ü zanla böyle bir şeye tevessül edebileceklerine asla ihtimal vermiyorum.
Taşların bağlanıp köpeklerin serbest olduğu ifritten, çirkef ve çamurdan bir dönemde, sadece tertemiz meslektaşlarıma değil, ortalamaları itibariyle bulundukları çevrenin en müstesna ve en masum insanlarına reva görülen tüm o alçakça zulümleri kaldırmakta çok güçlük çekiyorum. Bu yüzden sadece bu zulümleri irat eden zalimleri değil, bunlara sessiz kalan şahsiyet yoksunu yığınları ne unutabileceğimi, ne de affedebileceğimi sanmıyorum.
(TR724)