YORUM | SÜLEYMAN SARGIN
Bediüzzaman Hazretleri “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse, ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.” buyuruyor. Yani insanın var oluş gayesine uygun bir hayali, mefkûresi, ideali olmazsa zihinler enaniyetlerin, egoların esiri olup hep onların etrafında dönerler.
İbnü’l Arabi Hazretleri hayali, “yerine göre ibadet sayılacak kadar değerli” kabul eder. Hatta hayali çok geniş, tasavvur dünyaları çok parlak olan kimselerin, ibadet ü taat ve evrâd u ezkârdan daha derin bir zevk aldıklarını söyler. Ona göre hayalini hayırda kullanan bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın çok geniş ve engin lütuf ve ihsan tecellîlerini müşâhede edebilir. Böyle biri, ibadetlerinde ve Allah’a teveccühünde farklı âlemlere kapılar açar. Ân olur, Kur’an’da tasvir edilen Cennet’i bütün ihtişam ve debdebesi ile, Cehennemi de bütün dehşetiyle aklına getirip hayalinde resmedebilir.
Enaniyet asrı olan bu asırda şişmiş egolarımızın, burundan kıl aldırmayan enaniyetlerimizin vicdanlarımızı etkisizleştirerek bizi yönetmelerine izin vermemeliyiz. Başta ilahiyatçılar olmak üzere akademisyenler, gazeteciler ve “abiler” konuşup yazarken seslendirdikleri şeylerin vicdanlarından mı egolarından mı geldiğine bakmalılar/bakmalıyız. Bunun için de “gaye-i hayalimizin” iç dünyamızda ne kadar canlı ve taze olduğunu kontrol etmemiz yeter!
Şu halde hayal, Allah’ın insanlara verdiği en büyük lütuflardan biridir, diyebiliriz. İnsan onunla, ibadetlerinde ve Allah’la irtibatında derinleşebilir. Bunu yaptığı aynı anda, kötü sonuçlar doğurabilecek fenalıkları da bütün çirkinlikleriyle daha net bir şekilde tasavvur edebilir. Ancak, kupkuru ve hedefi olmayan tahayyülatın da hiçbir manası ve faydası yoktur. Bu sebeple insanın ibadet sayılabilecek hayallere yönelmesi gerekir. Söz gelimi, Kur’ân okurken, muhtevanın mahiyetine uygun ve makul şeyleri düşünmesi, hayalini harekete geçirmesi yararlı olur. Yoksa kâh burada, kâh orada veya kâh öbür tarafta tahayyül eden birinin tahayyülü de, tefekkürü de anlamsız, faydasız ve sonuçsuz bir uğraştan ibaret kalır.
Hayal bu kadar önemli olunca, hayalde yüce bir gayenin gerekliliği de kendiliğinden ortaya çıkıyor. İnsanın, ister şahsi isterse sosyal hayatı adına, kendine çok büyük şeyleri gaye-i hayal yapması oldukça önemlidir. Şahsi hayatı adına kullukta zirvelere doğru tırmanmak, insan-ı kâmil ufkunu yakalamak, insanlık adına da bütün insanlığı o ufka doğru yürümeye teşvik etmek, kurulabilecek en güzel hayaldir. “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir” vecizesi bunu ifade eder. Himmeti milleti veya bütün insanlık olan birinin hayali de, tefekkürü de, gecesi de, gündüzü de o istikamette şekillenir.
Küçük hedeflere bağlı yaşayan veya bütün bütün hedefsiz olan birinin ömrü de hayalleri kadardır. Öldüğünde de öyle ölür ve ahireti de ona göre şekillenir. Hayal, insanda olması gerektiği biçimde olmaz ve hedefini tam bulamazsa, vicdan daralır, çok geniş olan âleme açık insan ufku kararır ve o insan bütün bütün bencil ve sadece kendini düşünen hodgam bir varlık haline gelir.
Neyin peşinden gidiyorsun?
Biraz daha açalım; mesela bir insan, dünyayı veya sadece cismaniyete ait herhangi bir zevki ya da ikbal, makam ve mansıp gibi konuları hayaline gaye yaptığı zaman bütün ömrü bunları elde etmek için çabalamakla geçecektir. Böyle biri zamanla bunları elde etse de, hiçbir zaman doymayacak, nefsi ve arzuları adına sürekli daha başka şeyler arayacaktır. Aklı, ruhu ve bütün duygularıyla yüksek gayelere yöneleceği âna kadar da bir türlü doymak bilmeyecektir.
Aksine eğer bu insan, sadece Allah rızası deyip ona bağlanırsa bütün ömrünü bu uğurda bereketlendirerek yaşayacaktır. Böyle bir hedefin ancak O’nu (c.c.) bütün cihana duyurup tanıtmakla gerçekleşeceğine inanarak sürekli o istikamette yürüyecektir. Sonsuza doğru bu yolculuğunu sürekli hale getirebildiği takdirde insan, benliğin, egoizmin, enaniyetin anaforlarına kapılmaktan kurtulacaktır. Bu da bütün cihanları içine alacak bir vicdan genişliğine ulaşmak demektir. Vicdan genişliğine ulaşan insan, Hocaefendi’nin tabiriyle “….âdeta daima uçacak, önünde yeni yeni perdelerin açıldığını müşâhede edecek, bu salih daire onda yeni şevkler uyaracak, duyduğu her şevkle daha farklı hamlelerde bulunacak ve her hamle onun önüne daha değişik ufuklar açacak ve kendini düşünmeyen bir küheylan gibi hep gayeler gayesine koşacaktır.”
Bunu tasavvufçuların “fenâ fişşeyh”, “fenâ firresûl” ve “fenâ fillah” düşüncelerine veya “seyr ilallah”, “seyr fillah” ve “seyr minallah” esaslarına da benzetebiliriz. Bunlara, insanın Allah’a doğru gitmesi, seyr u sülûkunu tamamlaması, O’nda fâni olduktan sonra dönüp başkalarını da O’na götürmesi diyebiliriz. Halk içinde Hak ile beraber bulunma, insanları Allah’a yükseltmek için onların içinde bulunduğu aynı anda Allah ile beraber olduğunun idrakinde olma olarak da anlatabileceğimiz bu durum, bir nübüvvet cilvesidir.
Sâlik, hayalini böyle yüce bir gayeye ve hedefe kilitlediği zaman, onun seyr u sülûk yolculuğunun sonu hiçbir zaman gelmeyecektir. Bu mübarek yolcu, sürekli Allah’ı anma ve durmadan O’na yürüme sayesinde her adımında imanın farklı bir tadıyla tanışacak ve kalbi tarifsiz tatminlerle mutmain olacaktır. İmanın tadına varmak öyle bir tatmindir ki hiçbir dünyevi ve cismani tatminle kıyaslanamaz. “İyi bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur ve oturaklaşır.” (Ra’d Sûresi/28) ayeti bunu ifade etmektedir. Kalbler sadece ve sadece Allah’ı anarak huzura ve doyuma erişir.
Allah’a götürmeyen bir yolda yürüyen ve kendisini yenileyemeyen kimseler ise nefsin ve şeytanın her türlü saldırısına açık haldedirler. Gayesi Allah olmayan, nefsini ve enaniyetini gaye haline getirir. Böyle olunca da bencilliğin dar mahbesinden kurtulamaz ve şeytanın arkadaşı olur. Allah (celle celâluhu), “Kim Rahmân’ın hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş oluverir.” (Zuhruf Sûresi/36) buyurmaktadır. Böyle bir kimse gözleri olmasına rağmen Kur’an gibi bir hakikati görmemiştir.
Gördüğü halde görmemiş gibi davranmak bahtsızlığı
Biz, Allah’ın azametini, O’nun rahmetinin vüs’atini, bize olan nimet ve ihsanlarını ve dünyaya gönderiliş gayemizi biliyoruz. Aynı şekilde, şeytanın bize kurduğu tuzakların, içimizde nefsin onun hesabına nasıl çalıştığının, nefsani arzularımızın ve benlik çarkının tamamen şeytanın hesabına döndüğünün de farkındayız. Hatta İslam ahlakçılarının tabiriyle “kuvve-i akliyemizin” şeytan hesabına çalıştığını, “kuvve-i gadabiyemizin”, öfkemizin, kinimizin ve nefretimizin dahi şeytan hesabına hareket ettiğini biliyoruz. İyi veya kötü bildiğimiz bütün bu şeylere rağmen, gidip şeytanın sahiline aborde oluyor ve orada demir atıyoruz. İşte bu, yukarıdaki âyette anlatılan husustur. Kur’an’ı ve muhtevasındaki hakikatleri gördüğü halde görmemiş gibi davranmak ve varlıkta yokluk çekmek…
Bile, isteye yaptığımız bu işler şeytana teslim olma ve ona bağlanma demektir. İnsan unutmadığı hâlde unutma durumuna düşmekte, unutanlar gibi davranmakta ve duygularına mağlup olmaktadır. Böyle olunca da kendi benliğinin dışına çıkamamaktadır. Allah ile münasebeti olmayan bir benlikte ise hayır yoktur.
Enaniyet asrı olan bu asırda şişmiş egolarımızın, burundan kıl aldırmayan enaniyetlerimizin vicdanlarımızı etkisizleştirerek bizi yönetmelerine izin vermemeliyiz. Başta ilahiyatçılar olmak üzere akademisyenler, gazeteciler ve “abiler” konuşup yazarken seslendirdikleri şeylerin vicdanlarından mı egolarından mı geldiğine bakmalılar/bakmalıyız. Bunun için de “gaye-i hayalimizin” iç dünyamızda ne kadar canlı ve taze olduğunu kontrol etmemiz yeter!
(TR724)