YORUM | EMİNE EROĞLU
“Karşınızda duran şu koca çınar ağacını fil mi yıkar, karınca mı?” diye sordu gençlere, yaşlanmayan bilge.
Soruyu “Fil mi kuvvetlidir, karınca mı?” tartışmasına dönüştüren gençleri seyretti sonra. Muhataplarının çoğu cevapta bir sürpriz saklı olduğuna kanaat getirdikleri için karıncayı daha şanslı görüyorlardı.
Doğru cevabı öğrenmek için kendisine çevrilmiş bakışlar karşısında gülümsedi.
“Allah kimi vazifelendirdiyse o!” dedi.
ALLAH KİMİ VAZİFELENDİRDİYSE…
Yaşlanmayan Bilge’nin sorusunu “Kim asrın gerektirdiği metotlarla soluklarını dünyanın her tarafına duyurabilir?” diye de sorabilirsiniz.
Kim Yunus Emrelerin, Mevlânâların, Ahmed Yesevîlerin, Bediüzzamanların sahip olduğu engin duygunun peşinde 170 ülkeye hicret edip eğitim müesseseleri açabilir?
Dünyanın büyük devletleri mi?
Yeni Osmanlılar mı?
Bu iş için eğitilmiş deha seviyesinde donanımlı seçkinler mi?
Din düşmanlıklarını aşamayan solcular mı?
Söylemleri ile eylemleri arasındaki tutarsızlıkta yitip gitmiş İslamcılar mı?
Risale-i Nur’u mülk edindikleri için onu insanlığa açamayan Nurcular mı?
Zamanının çocuğu olmayı başaramayan ehl-i tasavvuf mu?
Yoksa aczinden ve fakrından başka sermayesi olmayan adanmış bir avuç insan mı?
Cevap yine aynı:
“Allah kimi vazifelendirdiyse o!”
CİNNET HALİ
Öyle zannediyorum, Türkiye’de Hizmet Hareketine yönelen nefretin kökeni de bu sırlı “vazifelendirme” kelimesinde saklı.
Kendilerini çok beğenen, ama evrensel değerler ölçeğinde beş para etmeyen muhterisler, beğenmedikleri Hizmet insanının ameline Cenab-ı Hakk’ın taktığı semerelerin azametini görünce kaderi tenkit ediyor, çamur atarak ve tahrip ederek haset ateşlerini körüklüyorlar.
Ellerini neye atsalar kuruyor. Yol gösterdikleri yolsuz, çare götürdükleri çaresiz kalıyor. Yine de, “Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.”(Al-i İmran 37, Nur 28) ayeti karşısında, “Biz varken mi?” diye soruyorlar.
Rabbimizin sonsuz rahmeti ile o adanmışlara teşvik ve teselli mahiyetinde gösterdiği rüyalara bile katlanamıyorlar.
O kadar ki, örneklerini tarihin sayfalarında okuyup alkışladıkları fedakârlık ve yiğitlik öykülerini yaşanırken görünce kusacak gibi oluyorlar.
Hiç kimsenin, en azından işlerken görüntülenmek istemeyeceği, şenaat fotoğraflarının içerisinde tarihe ve insanlığa poz veriyor, kötülüğün motivasyonu ile durup bunun nasıl bir hezeyan görüntüsü olduğuna bile bakamıyorlar.
Tesbih çeker gibi FETÖ çekiyor, ondan başka hiçbir şey düşünemiyor, konuşamıyorlar.
Kan döküyor, can yakıyor, yine de içlerindeki zehri akıtamıyorlar.
Pakistan’daki eğitim gönüllüleri onlar için, genç kızları ile birlikte başlarına çuval geçirilerek kaçırılabilecek kadar büyük bir cürmün failleri.
Rızkından artırıp burs veren herkes işkence ile ölümü hak eden iflah olmaz mücrimler.
Kelepçelenmiş götürülen kadınları seyrederken, arenada aslanların önüne atılan savunmasız insanların parçalanışını seyreden Romalıların duyduğu hazzı duyuyor, zulme coşkun alkışlarla mukabele ediyorlar.
Tevhid akidesine bir tek konuda riayet ediyorlar: “Düşmanlıkta tevhid”
Fakat farkında değiller ki takdir eden ve yaratan O olduğu için, sadece ve sadece Allah’a düşmanlık ediyor, Allah’la savaşıyorlar.
ALLAH ANCAK MÜTTAKİLERDEN KABUL BUYURUR
İnsanı bir canavara dönüştüren şeyin kendi mizacında besleyip büyüttüğü “haset duygusu” olduğu göz ardı edilmemeli. “Hasetle iman bir kalpte beraber bulunmaz.” diye buyuruyor Allah Resulü (Nesâî, Cihad 8).
Yeryüzünün ilk kanını akıtan Kabil’in temel sorunu, kendi kurbanının kabul edilmeyişi değil, kardeşinin kurbanının kabul edilişiydi.
Kelepçelenmiş götürülen kadınları seyrederken, arenada aslanların önüne atılan savunmasız insanların parçalanışını seyreden Romalıların duyduğu hazzı duyuyor, zulme coşkun alkışlarla mukabele ediyorlar..
Habil’in kurbanı da kabul edilmese, Kabil kardeşi ile el ele verip hayatına kaldığı yerden devam edebilirdi. Kabul edilmeyen amelini unutabilir, kibrini sürdürebilir, aynalara bakıp “Benden güçlü kim var?” diye sorabilir, benliğinin sırça sarayında rahatsız edilmeden yaşayabilirdi.
Kurban sınavı, küçümsediği kardeşi ile çok beğendiği kendi kimliği arasındaki farkı ortaya çıkardı Kabil’in. Gururu yara aldı, benlik sarayı yıkıldı. Artık Habil, kardeşi değil, gerçeğin hatırlatıcısıydı onun için.
Bugün, “gerçeğin hatırlatıcısı” Hizmet Hareketi olduğu gibi…
Habil’in, kardeşinin öfkesi karşısında sarf ettiği cümle hakikate ne güzel tercümanlık eder:
“Allah, ancak müttakilerden kabul buyurur” (Maide, 27).
BİR DİRHEM ZAHMET, BİR BATMAN RAHMET
Peki, karınca kendini filden, vazifeli, ehl-i haset ve zulümden nasıl koruyacaktır?
Bediüzzaman, hapiste ve üstelik diğer mahpuslarla selamlaşmasın diye hücre penceresinin kapatıldığı bir tecrid ikliminde:
“Şimdi vaziyetimiz şaka kaldırmıyor. Bununla beraber, hiç endişe etmeyiniz,” diye cevap veriyor bu soruya. “Biz inâyet-i İlâhiye altındayız ve bütün meşakkatlere karşı kemâl-i sabırla, belki şükürle mukabele etmeye azmetmişiz. Bir dirhem zahmet, bir batman rahmet ve sevabı netice verdiğinden, şükür etmeye mükellefiz” (14. Şua).
Madem bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı Allah’a intisabın kuvvetiyle mağlûp edebiliyor, öyleyse asrın cebbarlarından da sebeplerin aleyhimize ittifakından da korkmamalı.
“Bir dirhem zahmet, bir batman rahmet!” deyip sabırla, belki şükürle mukabele etmeli.
(TR724)