Hizmet’e Ne Çok Şey Borçluyuz

YORUM | FAİK CAN

Hizmet hemen hepimizin hayatına anlam kazandırdı. Normal şartlarda, okuyup iyi bir kariyer sahibi olma imkânı bulunmayan yüzbinlerce Anadolu evladının elinden tuttu, okuttu, ahlaklı, eğitimli, dil bilen, dünyaya açık nitelikli bireyler haline getirdi. Bizler, gece yarıları tuvalet yıkayan müdürlerin idare ettiği yurtlarda büyüdük. Kirlenmiş çoraplarımızı bizden gizli yıkayıp sobanın telinde kurutan abilerin elinden patatesli yumurtalar yerken ne çok şey kazandığımızın farkında bile değildik!

Bir talebenin daha gerçek insani değerlere ulaşması için geceler boyu dua etmeyi, onu kaybetmemek adına ne yaparsa yapsın sineye çekip tahammül etmeyi Hizmet sayesinde öğrendik. İnsanın değerini, onun kâinata eş değer kıymette olduğunu, imanı kaybetmenin kayıpların en büyüğü olduğunu da Hizmet öğretti bize.

Her sabah namazında talebelere kamyonetiyle sıcak ekmek getiren fedakâr esnaflarla birlikte saf tuttuk. Anadolu’nun gariban evlatları okusun diye malından hesapsızca infak eden yiğitleri gördük. Yaptırdığı, çilesini çektiği, yükünü omuzladığı müesseseye kendi adının verilmesini istemeyen isimsiz kahramanları bildik.
Mesai, para, maaş demeden öğrencisine bir şey daha katabilir miyim endişesiyle kalbi titreyen okul, dershane öğretmenleriyle yaşadık. Başka gazetelerdeki meslektaşları villalarda otururken öğretmen maaşına kanaat eden gazetecilere şahit olduk.
Bayrağın, vatanın, milletin, insani değerlerin lafını yapan değil, onlar uğrunda her türlü fedakârlığa katlanan adanmışları tanıdık. Öğrencisi kurtulsun diye kendini nehirlere atıp şehit olan er oğlu erlerin destanlarına tanıklık ettik. Irk, dil, din, coğrafya ayrımı gözetmeksizin dünyasını bir valize sığdıran beklentisizlerin haberleriyle ısındık.
Elbette bunlar rastgele olmamıştı. Allah için infak etmeyi cami çıkışında serilen halıya üç beş kuruş atmaktan ibaret sanan Müslümanlara “infakın” Hak nezdindeki manasını belletmek kolay olmadı. Sadece ekmek parası için köyünü terk etmeye alışmış insanlara bir ülkü uğruna yardan, serden, vatandan geçmeyi öğretmek uzun ve çileli bir emek isterdi. Bütün bunlar, insanlığın selameti için gece gündüz sancı çeken, bu uğurda her şeyden vazgeçen muzdarip bir gönlün mazhar olduğu inayetlerin neticesiydi. Kaynağını Kitap’tan ve Sünnet’ten alan, Ebû Hanifelerin, İmam Gazzalilerin, İbnül’Arabîlerin, Şâh-ı Geylânîlerin, İmam Rabbânilerin, Bediüzzamanların rehberliğinde statiği oluşturulan ışıktan bir yoldu bu…
Hocaefendi kâmil bir mürşiddir
Hocaefendi yıllar boyu beklentisizlik, adanmışlık, hizmetlere karşılık hakk-ı temettü aramama, turnikeye evvel girmeyi bir üstünlük olarak görmeme gibi esasları vazgeçilmez prensipler olarak kafamıza kazıdı. Defalarca ifade ettiği gibi Hizmet’ten maaş almamıza bile gönlü razı değildi. Ona göre Hizmet insanı bu dünyadan göçüp gittiğinde “dû cihandan el yuyup hanümanı kalmayacak şekilde” bir hayat yaşamalıydı. Rakamların, sayıların değil niteliğin önemli olduğunu “kemmiyet değil, keyfiyet!” vurgusu yaparak anlattı ömrü boyunca.
Hocaefendi, insanı Allah’ın halifesi olduğu hakikatinden hareketle sahip olduğu potansiyele göre kıymetlendirdi. Onu Allah’ın görmek istediği ufka ulaştırma istikametinde gayret sarf etmek gerektiğini öğütledi. Bir kişinin imanına vesile olmanın üzerine güneşin doğup battı her şeyden daha değerli olduğunu, bir kişiyi küstürüp, dışlayıp imanını kaybetmesine sebep olmanın da aynı şekilde üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha çirkin bir şey olduğunu vurguladı üzerine basa basa. Kul hakkına hassasiyeti göstererek anlattı. Yalanın hiçbir çeşidiyle dine hizmet edilemeyeceğini beyinlerimize kazıdı.
Hizmet insanı bütün bunları yaparken alkışlanmak, bilinmek, tanınmak dâhil hiçbir ücretin peşinde koşmamalıydı. Kendini sıfırlamalı, muvaffakiyetleri kendinden bilmemeli, her şeyi hakiki sahibi Allah’a vermeliydi. Bunun yolu da Allah’la irtibatı kavî tutmaktan, duadan dûr olmamaktan ve sevdalı ruhların otağı gecelerde Sevgili’ye arz-ı halde bulunmaktan geçiyordu.

Milyonlarca insan bu çağrıya baş koydu. Varını yoğunu infak eden esnaflar, arkasına bakmadan valizini alıp dünyanın dört bir yanına dağılan bahadırlar, açılan binlerce müessese ile melekleri imrendirecek bir Hizmet’i sırtlamıştı. Hasetçileri kudurtan, gözünü kin ve nefret bürümüş zalimleri çileden çıkaran da buydu. Firavunlardan miras taktiklerle, şeytanın bile aklına gelmeyecek oyunlarla, kumpaslarla bu masum Hizmet’i yok etmeye giriştiler. Hiçbir günahı olmayan yüzbinleri hapislere, zindanlara attılar, sürgüne mecbur ettiler veya işsiz bıraktılar. Ahlaksızlığın zift gibi her yanı kararttığı bir toplumda evlatlarımız için adeta birer sera mesabesindeki binlerce okula, yurda, dershaneye kilit vurdular. Yok etmeye kilitlenmiş kara ruhlar, tahripteki kolaylığın da tesiriyle kısa zamanda yılların birikimi Hizmet müesseselerini yerle bir ettiler.
Kim bu eleştirenler!
Bu durum haliyle Hizmet insanlarında derin bir üzüntü ve şoka sebebiyet verdi. Rabbimize binlerce defa hamd olsun ki küçük bazı istisnalar dışında Hizmet insanı sarsılsa da devrilmedi. Bu sarsıntının tesiriyle aklı eren, düşünen, dünyayı bilen bazı insanlar dertlerini seslendiren sorular sormaya başladılar. Şekeri yükselen bir diyabet hastasının ilk aklına gelen doktorun tavsiyelerine uyup uymadığıdır. Kendi kendine, nerede yanlış yaptığını, neyi ihmal ettiğini sorgular. Trafik kazası yapan şoför ilk sorgulamayı kendi içinde yapar. Çoğunlukla “zalimin zulmü, düşmanın acımasızlığı, dost bildiklerimizin vefasızlığı müsellem. Ama bunca belanın gelmesinde bizim hiç mi kusurumuz yok!” mealinde sorular bunlar.
Şimdilerde pek çoğumuz bu sorgulayanları tartışıyoruz. Bu kadar temiz, halis ve adanmış bir Hizmetin hem içeriden hem dışarıdan düşmanlarının olmadığını iddia etmek safdillik olur. Ama her soru sorana hain muamelesi yapmak da sırtımızdaki akrebi görmemizi engeller. Doğru neticeye ulaşmak için söyleyenlere değil, söyledikleri şeye odaklanmak gerekir. Bazı eleştirenler “dertli, söylegen olur” misali gördükleri yanlışları, hataları dile getiriyor. Bundan sonraki süreçte benzer yanlışlıklara düşülmesin diye uyarılarda bulunuyor. Bazlarında üslup problemleri olsa da, açık kimliğiyle, maskelerin ardına gizlenmeden “biz nerede yanlış yaptık” diye soranları bu gözle değerlendirmek; onları itham etmeden, söylediklerinde bir dâne-i hakikat var mıdır, ona bakmak gerekir.
Kişileri değil uygulamaları sorgulayan, isimleri değil sıfatları eleştiren, meseleyi kendi şahsı hesabına değil, şahs-ı manevi hesabına takip eden insanları susturmak bize bir şey kazandırmaz. İnancım ve hüsnü zannım o ki, bu eleştiriler Hizmet’in veya Hizmet insanının kötülüğünü vurgulamak için yapılmıyor. Bembeyaz bir elbisenin üzerindeki sinek pisliğinin rahatsız etmesi gibi, hatanın bu kadarına bile tahammülsüzlükten kaynaklanıyor. Bu eleştirilerde dile getirilen hususlar “bu kadar kusur kadı kızında da olur” denilip hafife alınacak meseleler değil. Tam tersine “kadı kızında kusurun bu kadarı bile olmamalı” hassasiyetiyle dikkate alınması gereken konular.
Dünyanın en nezih ve temiz topluluğu
Bugün istisnasız hemen her ferdiyle ağır bedeller ödeyen bu Hizmet topluluğu dünyanın en nezih, en temiz, edepli, ahlaklı ve nitelikli sosyal grubudur. Allah’a şükür ne içeriden ne dışarıdan hiç kimse Hizmet insanını yolsuzlukla, hırsızlıkla, namussuzlukla suçlayamıyor. Trilyonluk müesseseleri yöneten insanların bir evleri bile olmadı. Binlerce okulda görev yapan on binlerce öğretmen ne kendilerinin ne Hizmet’in iffetine leke sürecek en ufak bir yanlışa düşmedi. Bugün eleştiri ya da öz eleştiri olarak ifade edilenler yukarıda saymaya çalıştığım Hizmet prensiplerine riayette bir kusur olup olmadığı ile ilgili ise samimidir. Hocaefendi’nin sıklıkla vurguladığı gibi, bu Hizmet insanının sırtında on dört asırlık bir emanet var. O emanetin emini olmak bizim en birinci önceliğimiz. Onu bizden sonraki nesillere kırmadan, dökmeden, kirletmeden tevdi edebilmek en önemli derdimiz. Bu noktada daha iyiyi, daha güzeli arayanları, gördüğü yanlışları samimi olarak seslendirenleri dışlamak, yok saymak ve ademe mahkûm etmek yerine söylediklerine kulak vermek daha doğru olur.
Peki, her eleştiren aynı ölçüde samimi midir? Elimizde insanların samimiyetini ölçecek herhangi bir cihaz yok. Ancak samimi eleştiri ile yıkıcı tenkit arasındaki farkı şöyle anlayabiliriz: Eleştiriyi prensiplerden, uygulamalardan çıkarıp başta Hocaefendi olmak üzere şahıslara yöneltenler bağcıyı dövmenin peşindeki art niyetlilerdir. Hocaefendi’nin ortaya koyduğu prensiplere riayet etmemekten kaynaklanan yanlışlarımıza vurgu yapmak yerine doğrudan Hocaefedi’yi hedef alan maskeli tiplerin iyi niyetli olduğunu düşünmek gafletten öte bir ihanet olur.
Lağım medyasının ve ağzı lağım çukuruna dönmüş siyasilerin her gün hedefe koyup hakaret ettikleri Hocaefendi gibi bir insanı tenkitlerin odağına yerleştirmek, onu tezyif etmeye, itibarına halel getirmeye çalışmak masum kabul edilecek bir yaklaşım tarzı olamaz. Taneleri sağa sola savurmak için tespihin imamesine koparmaya çalışanları anlayışla karşılamak kesinlikle mümkün değildir. Hocaefendi hayattadır ve Rabbimizden niyazımız O’na sağlıklı ve uzun ömürler ihsan etmesidir. En kudsi kaynaklardan süzerek vicdani tecrübeleriyle istinbat ettiği prensipler kristalden işaretler olarak yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir. Sorun o prensiplerden değil, prensipleri uygulamakta gösterilen zafiyetten kaynaklanmaktadır.
Hocaefendi’nin ortaya koyduğu prensiplerden hangisi Hizmet’e ve Hizmet insanına bir zarar vermiştir! Hangi Hizmet düsturu bizi yarı yolda bırakmıştır! Mesele, Hocaefendi değil, onun koyduğu prensiplere uymamamızdır. O düsturlara hakkıyla riayet etmememizdir. Eğer birileri aynı hatalara düşmememiz ve aynı acıları yaşamamamız için açık yüreklilikle bu riayetsizliğimizi sorguluyorlarsa bunu yadırgamamak ve söylediklerine kulak vermek en doğrusudur.