“Gidiyorum Ekrem, benim üzerimde de, kızın üzerinde de çok hakları var. Gözümüzün önünde kesecekler adamları. Yok bana hiç bir şey olmaz, Türk’üm ben! Hele bir yeltensinler.” diyen Meltem Hanım, 6 Eylül gecesi soluğu Rum komşularının evinde almıştı.
6 kişilik ailenin artık havasızlıktan boğulmak üzere oldukları, tahta-bina evin bodrumundan önce “Elefterya neredesiniz?” diye bağıran bir kadın sesi duyuldu. Mutfağa düşen bir taşla başlayan yağmalamadan kaçmak için tek yol kiler olarak kullandıkları yarı-bodruma saklanmaktı.
Zülüm ne tanıdık, düşmanlık ne değişmez değil mi? Sustukça, sıra hepimize geldi. Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Müslümanlar… Rejim kimi hedefe koyduysa sorgulamadan kervanlara katıldık. Hep eksildik, hala eksiliyoruz…
Elefterya, Meltem’in sesini tanımış, bodrumun merdivenlerinin yarısını çıkınca “Sadece mala zararla kalmayacaklar gibi, cana da zarar gelebilir, katliamlar olacak diyorlar, siz bu gece gelin bize kalın Allah aşkına!” dediğini duymuştu. “Tamam ama gelin alın bizi…” diyebildi.
Meltem, tekrar eve döndü, kocası Ekrem’i ve oğlu Erol’u da alıp Elefterya’ların evinin önünde durdular, savaş alanına dönmüş Çengelköy’deki komşularını karşıda bulunan kendi evlerine bir “operasyon” yaparcasına geçirdiler.
O zaman liseli bir kız olan Yasemin, Meltem’in kızı, tüm bunları bir savaş muhabiri gibi karşı camdan seyrediyor, beraber yaşadıkları bu insanlara neden saldırıldığını anlayamıyordu, diğer taraftan “Ne olur Eli teyzelere bir şey olmasın Allah’ım” diye yakarıyordu.
Eleftarya içeri girdiğinde biraz rahatlamıştı, demek ki kendilerine sahip çıkacak kadar seven tek de olsa bir aile çıkmıştı. O an Ekrem’in annesi “Atatürk’ün evini bombalamak da ne demek, yılan beslemişiz bağrımızda” dedi.
Selanik’i hiç görmemişti Eleftarya, yurdu yâri İstanbul’du. Demek beraber yaşamamışız, bizi beslemişler Türkler diye düşündü. Daha fazlasını hissedemeyecek kadar acıya boğulmuştu… Yaşlı kadının dedikleri değen ama acıtamayan kurşunlardı…
İki komşu aile, o gece hiç olmadıkları kadar yakın, diz dize oturdular.
İki komşu aile, hiç içmedikleri kadar çok çay içtiler.
İki komşu aile, hiç korkmadıkları kadar korktular.
Ve iki komşu aile, hiç susmadıkları kadar susmak zorunda kaldılar.
Yıl 1955’du.
Devlet, “milliyetçi güçleri”, Kıbrıs politikası için halk desteği sağlamak amacı ile uydurduğu bir yalan haberle galeyana getirmek için kullanmıştı.
“Rumlar Atatürk’ün evini bombaladılar” yalanı, plana uygun şekilde gazetelerde yayınlanmasının hemen ardından, halkın “milliyetçi” duygularını coşturan öncü kuvvetler vazifelerini yapmış, zaten üzerinde çalışılan “gavur nefreti” hedefini bulmuştu.
6-7 Eylül’de Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy ve Adalar’da yaşanan olayları, Cumhuriyet Dönemi’nde “Beraber Yaşama” hayalinden İstanbulluları istemeden de olsa vazgeçiren en önemli olaylardı.
Binlerce ev, binlerce işyeri yağmalandı.
Kiliselere saldırıldı, bazı kilise papazları kiliseye kitlenerek yakıldı, şansı olanlar yükselen kahkahalar eşliğinde serseriler tarafından sünnet edildi.
Mezarlıklar yağmalandı, ölüler kabristanlarından çıkarılıp sürüklendi, cesetlerin ağzında altın dişler arandı…
Gayrimüslimlerin bu topraklardan temizlenmesi, DP’ye CHP’den miras kalmıştı.
DP’lilerin “biz bir iki cam kırılacağını sanmıştık” sözleri boşundaydı, yüzlerce kızın ırzına geçilmişti. Rumların yanında Ermeniler, Yahudiler, bir gecede herksin “kanlısı” olmuşlardı.
Devlet “bir taşla çok kuş” vurmuştu.
Bu uyduruk vatanperverlik ile Kıbrıs görüşmelerinde kullanacağı şantajı bulmuş, kapitalin el değiştirmesi için önemli bir operasyon yapmış ayrıca, 1960 darbesinde DP hükümetinin yargılanması sağlayacak önemli golü atmıştı.
Toplum psikolojisi. İnsanları evlerde tutamadık. Halkın iradesi vs. boş laflardı.
Devlet bu topraklarda beyin yıkamayı, hedef göstermeyi hep iyi bilmiş, halk saldırmayı hep sevmişti.
1955 yılının 6 Eylül’ünde dışarda hala kan gövdeyi götürüyordu.
Yasemin, komşularının çayını tazelerken bir taraftan da çeyizlerini düşünmeden edemiyordu. Elefterya’nın dikip hazırladığı çeyiz sandığı, Elefteryan’nın evindeydi. Babası “bu ne bolluk, gözünüz doysun!” diye söylenmesin diye “güvenli” bir yerde muhafaza etmeyi daha doğru bulmuşlardı.
Yasemin usulca, eve alelacele giren ağabeyi Erol’un kolunu tuttu, “Ağabey, sandığı, alsak mı?” dedi. Soluklanayım, dedi Erol. Annesi ceketini çıkar oğlum dedi, biraz hızlıca çekince, Erol’un cebine sakladığı taşlar ceketin cebinden döküldü.
Meltem hanım utançtan yerin dibine batarken, ne diyeceğini şaşırmıştı. Evlerinde sakladıkları Rum komşular, başka bir Rum evini taşlamak için istiflenen “mühimmattı” görmüşlerdi.
Elefterya göz yaşlarını tutamadı o an, “Biz ne fenalık yaptık evladım size” deyince Melten oğluna ancak “Git gözüm görmesin seni” diyebildi.
Tüm bunlar olup biterken, Çengelköy Rum Kilisesi’nin çanı genç “vatanseverler” tarafından sökülüyordu. Orta yaşlı “vatanseverlerin” “Helal Olsun” naraları vatanseverlikleri sınır tanımayan gençler, her gün Rum balıkçılar ile sohbet ettikleri sahilden söktükleri çanı atıp, huzur içinde başka evler yağmalamaya gittiler.
İki gün sonra Elefterya sevdiği İstanbul’u bırakmamak için kendini kandırmaya, her gün selam verdiği insanların iki gece önce ailesi gibi yüzlerce aileyi yok etmek istediklerini unutmak istercesine evine doğru giderken yan evdeki Ayşe Hanım’ın selamını alır ümidi ile kafasını kaldırdığında, pis bir gülümse ile karşılaştı.
“Dün Şeker Bayramıydı, Yarın Kurban” dedi Ayşe hanım sinsince…
Zülüm ne tanıdık, düşmanlık ne değişmez değil mi?
O yıllarda bunu yapanlar, günümüzde beyinleri yıkanmış herkesi düşman gören “vatandaşlıktan çıkaralım, asalım keselim, evlerini karılarını alalım” diyenlerin torunları…
Devletin her düşman bildiğini, her işine gelmeyeni “parçala” emrini sadıkça yerine getiren ardından da paylarını almak için ağzından salyalar akan canavarları hiç değişmediler.
Sustukça, sıra hepimize geldi. Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Müslümanlar… Rejim kimi hedefe koyduysa sorgulamadan kervanlara katıldık.
Sıra bize gelince “Biz size ne ettik” diye sorduk ama sıra onlardayken “onlar size ne etti” diye birlik olamadık…
Yasemin, 65 yaşında, geçen hafta konuştuğumuzda “… Bu nefret, bu dışlama bana o günleri hatırlatıyor,” dedi. Haklı. Çünkü nefret hedefi farklı bile olsa hep aynı.
Yasemin’in anlattığı çan hikayesine, Yani Vlastos’un muhteşem kitabında (“Baba Konuşabilir miyim?) yer verilmiş. Vlastos olaylardan sonra dalgıçlıkta usta Rum gençlerin çanı çıkarıp yerine tekrar astıklarından bahsediyor…
Yaseminle konuşurken çandan da bahsettim sevinçle. “ Anlattığın çanı, meğer koymuş yerine Rumlar, senin haberin yok muydu?” dedim…
“Ne fark eder. Zarar gördüler, korktular, kovuldular, kalamadılar, koruyamadık ve çok eksildik…” dedi.
Hep eksildik, hala eksiliyoruz…