[Akif Umut Avaz]
Shakespeare bir şiirinde der ki: “En tatlı şeyler ekşir kötü işler yaparak; Ottan çok daha iğrenç kokar çürüyen zambak.”
Aklın yolu birdir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi de Lem’alar isimli eserinde (On Üçüncü Lem’a Onuncu İşaret), aynı konuya temas eder. İyi olanın, iyi diye bilinenin bozulmasının zaten kötü bilinenlerin bozukluğundan çok daha kötü noktalara varacağına işaret eder:
“Malûmdur ki, âlâ birşey bozulsa, ednâ birşeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ, nasıl ki süt ve yoğurt bozulsalar yine yenilebilir. Yağ bozulsa yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de, mahlûkatın en mükerremi, belki en âlâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşarat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalâlet bataklığındaki şerler ve habis ahlâklarla telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar, adeta şeytanın mahiyetine girerler. Evet, cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delili, insî şeytanın vücududur.”
HERKESTEN ‘AHMET ALTAN DURUŞU’ BEKLEMEK GERÇEKÇİ OLMAZ!
Tıpkı şu an Türkiye’de yaşanmakta olduğu gibi, insanların ve insanlığın karşı karşıya kaldığı bazı istisnai durumlar/dönemler, bazen iyi bildiklerimizin bozulmasına, bazen de iyi rolü yapanların maskelerinin düşmesine ve gerçek karakterlerinin su yüzüne vurmasına yol açar. İnsanların insanlığının sınandığı bu tür ifritten dönemlerde herkesten aynı onurlu ve omurgalı tavrı, yani bir ‘Ahmet Altan duruşu’ beklemek gerçekçi olmaz. Bununla birlikte, kendisine “aydın” ya da “sanatçı” denilenleri, “herkes” diye tanımladığımız insan ortalamasından ayırmak icap eder. Yanlış anlaşılmasın, bu ayrım herhangi bir imtiyazlılık halini değil, bir sorumluluk halini ifade içindir.
İlkesel olarak umulanın aksine, sanatçı, aydın veya aydın bir sanatçı olmanın pratikte illa da diğer insanların çektikleri acılara duyarlı olmayı gerektirmediğini bu tür istisnai durumlarda daha iyi anlayabiliyoruz. Üstelik bu, Türkiye’ye has bir sorun da değil. Tabiatı ve karakteri her ne olursa olsun güce yamanma, kokuşmuş dahi olsa yaltaklanarak o güçten nemalanma maalesef evrensel bir hastalık. İyillik, mertlik, ahlak vs gibi kötülük, namertlik, ahlaksızlık ve karaktersizliğin evrensel olması gibi…
Günümüzde evrensel kötülüğün sembol isimlerinden Donald Trump’a karşı olan çok sayıda sanatçı ve aydın olduğu gibi yandaşı olan sanatçı ve aydınlar da var. George W. Bush’un dünyayı ateşe veren aşırılıklarına karşı çıkan veya taraftar olan aydın ve sanatçılar olduğu gibi. Bu yüzden Fathali M. Moghaddam, “Diktatörlüğün Psikolojisi” adlı kitabında diktatörlüğü kişisel bir davranış tarzı olarak değerlendirmez. Daha ziyade politik bir sistem olarak ele alır ve bazı büyük bilim insanlarının ve düşünürlerin bile ellerine fırsat geçtiğinde birer küçük diktatöre (diktatör destekçisine) dönüştüklerinden bahseder.
Kitabı boyunca diktatörlüklerin sadece fanatik halk kitlelerine değil güçlü bir elite de dayanması gerektiğini vurgulayan Moghaddam, diktatörlüğü çökertmenin yolunun da aynı yerden geçtiğini söyler. Bu yolu şöyle tarif eder: “Bir karşı elit yaratılmasına destek olarak iktidar elitinin ideolojik kenetlenmesine meydan okuyan, iktidar elitinin tabakalarını ayırıp uzaklaştıracak her yol mutlaka denenmelidir.” Hülya Koçyiğit gibi şöyle ya da böyle topluma mal olmuş bir sinema sanatçısının, ABD’de gördüğü tedavi sonrası verdiği ilk söyleşide ettiği tuhaf laflara verilen tepkiler bu açıdan anlamlıdır, kıymetlidir.
‘SESSİZLİKLERİ KUVVETLİYDİ”
Yvonne Sherratt, bir makalesinde Almanya’nın en büyük beyinlerinin nasıl olup da Üçüncü Reich’in, yani Hitler’in faşist diktatörlüğünün, coşkulu birer destekçisi haline geldiklerini anlatır: “Alman toplumunun hiçbir kesimi lekesiz kalmamıştı; iş insanları, bilim insanları, doktorların hepsinin Führer’in iktidarını destekledikleri görüldü. Fakat tüm bunların içinden bir grup Hitler’e karşı koymak için entelektüel kavrama yetisine ve vicdani cesarete sahip olmalıydı: Filozoflar…”
Sherratt, şöyle devam eder: “Hitler’in şansölye olduğu yıl, çoğunluğu Yahudi olan 1600’den fazla bilim insanına makamlarından el çektirildi. Bu tasfiyenin ardından, neredeyse hiçbir ‘Aryan’ düşünürden muhalefet belirten bir ifade yoktu: Ne mektup, ne mücadele, ne de bir protesto. Bir yorumcunun ifadesiyle ‘sessizlikleri kuvvetliydi.’ Birçok Yahudi’nin tasfiyesi, ardında hatırı sayılır sayıda işi açıkta bıraktı ve boşta kalan pozisyonlara sahip olmak için gereken nitelikler aza indirgendi. Arda kalan düşünürler hızlıca fırsatları değerlendirdiler.”
Mesela Alfred Bäumler, Nasyonal Sosyalizme bağlılığı sayesinde ani bir yükseliş geçirdi. 1933’te Almanya’nın saygın kurumlarından Berlin Üniversitesi’nde felsefe profesörlüğüne terfi etti ve Nazi partisinin mental eğitimini üstlendi. Bäumler’in çalışma arkadaşı, Nasyonal Sosyalist parti üyesi, Ernst Krieck pasifist ve demokratik fikirleri hor görürdü. Krieck, Yahudi etkisinin yok edilişi ile meşgul oldu ve Heidelberg Üniversitesi’nde bir kürsü ile mükâfatlandırıldı. Burada çalışma arkadaşlarını gözetledi; istihbarat servisi için çalıştı ve önde gelen Nazi kuruluşlarına yardım etti.
FİLOZOFA “KÜLTÜRÜN ÖNEMİ YOK” DEDİRTEBİLEN BİR KARANLIK
Diğer birçok Nazi sempatizanı profesör rektörlüğe terfi ettirildi. Ernst Bergman, Leipzig Üniversitesi; Max Hildebert Boehme, Jena Üniversitesi; Hans Alfred Grunsky ve Otto Höfler, Münih Üniversitesi; Walter Schulze-Sölde, Innsburg Üniversitesi ve Königsber Üniversitesi rektörü Hans Heyse bu isimler arasındaydı.
Nazi Almanya’sının işbirlikçi filozoflarının yalnızca birkaçı olan bu isimler, Alman düşünürlerinin en üst tabakası olarak tanıtıldılar… Almanya’nın en etkili düşünürlerinden biri, Varlık ve Zaman’ın yazarı Martin Heidegger’di. 1933’te Hitler kadar kaba bir adamın Almanya’yı nasıl yönetebileceğine dair bir soruyu Heidegger: “Kültürün önemi yok. Onun harikulade ellerine bakın!” diye cevap verdi. Heidegger ödülünü 1933’te Freiburg Üniversitesi rektörlüğüne getirilerek aldı.
Ünlü düşünür Carl Schmitt de daha 1933’te Nasyonal Sosyalist (Nazi) partiye üye oldu ve kısa zamanda işbirlikçiliğinin meyvelerini topladı. Prusya meclis üyeliğine ve Berlin Üniversitesi rektörlüğüne atandı.
Sherrratt’a göre, Hitler’in filozofları bir Nazi felsefesi oluşturmaya destek oldular. Heidegger gibi, Führer’e taptılar. Örneğin, Hans Heyse tümden itaati savundu: “Yeni Alman üniversitesinin tek bir ilkesi vardır: Alman Ulusunun Führeri’nin maksat ve hedeflerine hizmet etmek.”
Sherrratt, bu desteğin Hitler’in diktası açısından önemini şöyle ifade eder: “Almanya’da felsefe ikonikti; Britanyalılar için kraliyet ailesine benzer şekilde, ulusun köklerinde itibar sahibiydi. Ne yaptıkları, nasıl davrandıkları ve hangi fikri destekledikleri Alman tasavvuru üzerinde güçlü etkilere sahipti. Bu sebepten olacak işbirlikleri toplumun geniş kesimine güçlü mesajlar gönderdi.”
TÜRKİYE, KUZEY KORE GİBİ HER ŞEYİ KENDİSİNE GÖRE OLAN BİR ÜLKE
Türkiye güçlü düşünürleri ve filozoflarıyla dünyaya ün salmış bir ülke değil. Maalesef bilim ve teknolojide olduğu gibi sanat ve edebiyatta da dünyada kendisinden sıklıkla söz ettiremiyor. Bununla birlikte, giderek içe kapanan ve tıpkı Kuzey Kore gibi her şeyi kendisine göre bir ülke haline gelen, evrensel klasmanda olmasalar da kendi bilim insanlarının, düşünürlerinin, aydınlarının, yazar ve sanatçılarının, ve hatta şarkıcı ve artizlerinin etkili olduğu bir ülke. Bu yüzden, İbrahim Tatlıses, Alişan ve benzerlerinin davetlisi oldukları iftarda Erdoğan’la fotoğraf vermesi toplumda etkili olabiliyor. Bu görüntüler paçozlaşmayı kutsayan yandaş kitlelerde bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılabiliyor. Yine aynı sebepten dolayı, Hülya Koçyiğit’in verdiği bir röportajda, ülkenin mevcut haline dair dile getirdiği saçmalıklar gündem olabiliyor. Bu yazının bile konusunu oluşturabiliyor.
Toplumun farklı kesimlerini hedef alan haksızlıklar, hukuksuzluklar ve zulümler karşısında sanatçılardan olması gerektiği gibi güçlü bir tavır beklentisi, müzisyen ya da ses sanatçısı diye bilinenlerin “şarkıcı”, sinema sanatçısı diye bilinenlerin birer “artiz” olduğu gerçekliğine toslayıp tuzla buzla oluyor. Şaşkınlık ve büyük hayal kırıklıkları, Dylan Thomas’ın “Bir sanatkar için sadece tek duruş vardır: Dimdik,” sözünde ifadesini bulan o onurlu tavrı belki de hiç hak etmeyenlerden bekliyor olmamızdan kaynaklanıyor.
Oysa belli ki bizim bahtsız ülkemizin sanatçılarının önemlice bir kısmı ‘şöyle dersem şunu alırım, böyle dersem şunu kaybederim’ maslahatperestliğiyle kar-zarar hesabı yapan çıkarcı iş adamları gibi davranıyor. Tabii Gustave Le Bon’un “Sanatkar, duyacağı yerde düşünürse adileşir,” sözü de bu sayede tam karşılığını buluyor. Dahası, onlarca asır öncesinden “Sanat, ekmek peşinde koşarsa alçalır,” diyen Aristophanes’in kehaneti gerçekleşmiş oluyor.
SANATÇILIKTAN ARTİZLEŞMEYE, KOÇYİĞİT’LİKTEN KEZBANLAŞMAYA
Hülya Koçyiğit’in verdiği söyleşide ettiği laflarla nasıl da ortama uyup kolayca artizleşebileceği, filmlerinden oynadığı sosyal evrimi tersine çevirip sanatçılıktan “Kezban”laşmaya doğru nasıl da yol alabileceği rahatlıkla görülebiliyor. Şaşkınlık ve öfke büyük. Çünkü, ülkede artık esamisi okunmayan adalet için yürüyenlerle ilgili söylediği sözler, Erdoğan’ın kaba diktatörlüğünü görmezden gelmeler Koçyiğit’in ne sanatçı ne de aydın kimliğiyle bağdaştırılamıyor.
Milyonlarca masum insanın işsiz-aşsız bırakıldığı, bebeklerden ninelere varıncaya kadar onbinlerce insanın suçsuz yere hapislerde çürütüldüğü, yüzlerce yayın organının kapatıldığı, insanların evine-barkına, malına-mülküne el konulduğu bir gaddarlık, hoyratlık ve zülüm ortamında “Dışarıda Türkiye’nin algısı çok kötü. Kendimizi iyi ifade edemediğimizi sanıyorum. Son senelerde akıl almaz, hiç hak etmediğimiz saldırılara uğruyoruz. Böyle olduğu halde yurt dışından çok olumsuz, çok kötü görünüyoruz. Özellikle ‘Başımızda bir diktatör var’ söylemine katılmıyorum,” şeklinde cevap verebilmek için iradi bir körlük ve ahlaktan mahrum bir vicdansızlıktan öte şark kurnazlarına has bir hinlik ve kirli bir hesapçılık olması gerekir.
Kendisi de haksız yere aylarca hapiste yatan Necmiye Alpay’ın ifadesiyle, “gazeteciliğin Muhsin Ertuğrulları ile Halit Refiğlerinin hapiste olduğu,” 263 gazetecinin zindanlarda çürütüldüğü, onlarcası hakkında defalarca müebbet hapisler istendiği, en az 105 gazetecinin haklarındaki yakalama kararları yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kaldıkları ahlaksız bir zulüm ve dikta dönemi hakkında “İfade özgürlüğü diye bir şeyle tanıştık. İnsanlar fikirlerini söylemekten daha çok korkardı… Ama gazetecilik yaptıkları için bu insanların suçlu olduklarına inanmıyorum ben. Teröre hizmet eden insanlar var. Her eline kalemi alan, her gazeteye yazı yazan gazeteci değildir,” diyebilmek için kesif bir cehalet ve iflah olmaz bir körlükle pekişmiş derin bir ahmaklık yetmez, oldukça kötücül bir yüreğe de sahip olmak gerekir.
BERNARD SHAW’IN SANATÇI TANIMINDA HİÇBİR YERİ YOK
Bernard Shaw der ki; “Sanat; davranışımızı, karakterimizi, adalet ve sempati hislerimizi rafine etmeli; kendi kendimizi tanımamızın, kendi kendimizi kontrol etmemizin, diğerleri için beslediğimiz saygı hislerimizin ve hareketlerimizin yücelmesine hizmet etmeli; bizi adiliğe, zulme, adaletsizliğe ve bayağılığa tahammül etmeyecek şekilde geliştirmelidir.” Allah aşkına, sanatçı diye bilinen Hülya Koçyiğit’in o ayıp sözleri Shaw’ın tanımının hangi kısmına denk geliyor?
Öte yandan Lev Tolstoy, “Sanat, ahlaksızlığın meşrulaşmasına zemin olamaz,” derken tam da Hülya Koçyiğit’in son yaptığına benzer şeylerin asla yapılmaması gerektiğini mi kastediyordu bilemiyoruz tabii. Ama, “Hülya Koçyiğit’in sırtına, bize masalsı bir dünya hatırlatma yükünü biz yüklüyoruz, onu taşıyamıyor diye kızmaya hakkımız yok,” diyen Cumhuriyet yazarı Mine Söğüt’ün haklı olduğunu çok iyi biliyoruz.
İnsanların gerçek karakterlerinin istisnai dönemlerde ortaya çıktığı gerçeğiyle her karşılaşmamızda hala büyük şaşkınlıklar yaşamamız, belli ki insanların ahlaklı ve karakterli olduklarına olan hüsn-ü zannımızın sürmesinden kaynaklanıyor. 1964’te gösterime giren ilk filmi ‘Susuz Yaz’dan beri hayatımızda olan Hülya Koçyiğit, izzet ve karakterli insanlara açlığın ve susuzluğun had safhada olduğu bu kurak ve çorak zulüm döneminde kendisine dair tüm hüsn-ü zanları maalesef boşa çıkardı. Korkarım ki Hülya Koçyiğit, bu konuda ne ilk ne de son kişi olacak… Öyleyse sıradaki gelsin…
(TR724)
Aklın yolu birdir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi de Lem’alar isimli eserinde (On Üçüncü Lem’a Onuncu İşaret), aynı konuya temas eder. İyi olanın, iyi diye bilinenin bozulmasının zaten kötü bilinenlerin bozukluğundan çok daha kötü noktalara varacağına işaret eder:
“Malûmdur ki, âlâ birşey bozulsa, ednâ birşeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ, nasıl ki süt ve yoğurt bozulsalar yine yenilebilir. Yağ bozulsa yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de, mahlûkatın en mükerremi, belki en âlâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşarat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalâlet bataklığındaki şerler ve habis ahlâklarla telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar, adeta şeytanın mahiyetine girerler. Evet, cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delili, insî şeytanın vücududur.”
HERKESTEN ‘AHMET ALTAN DURUŞU’ BEKLEMEK GERÇEKÇİ OLMAZ!
Tıpkı şu an Türkiye’de yaşanmakta olduğu gibi, insanların ve insanlığın karşı karşıya kaldığı bazı istisnai durumlar/dönemler, bazen iyi bildiklerimizin bozulmasına, bazen de iyi rolü yapanların maskelerinin düşmesine ve gerçek karakterlerinin su yüzüne vurmasına yol açar. İnsanların insanlığının sınandığı bu tür ifritten dönemlerde herkesten aynı onurlu ve omurgalı tavrı, yani bir ‘Ahmet Altan duruşu’ beklemek gerçekçi olmaz. Bununla birlikte, kendisine “aydın” ya da “sanatçı” denilenleri, “herkes” diye tanımladığımız insan ortalamasından ayırmak icap eder. Yanlış anlaşılmasın, bu ayrım herhangi bir imtiyazlılık halini değil, bir sorumluluk halini ifade içindir.
İlkesel olarak umulanın aksine, sanatçı, aydın veya aydın bir sanatçı olmanın pratikte illa da diğer insanların çektikleri acılara duyarlı olmayı gerektirmediğini bu tür istisnai durumlarda daha iyi anlayabiliyoruz. Üstelik bu, Türkiye’ye has bir sorun da değil. Tabiatı ve karakteri her ne olursa olsun güce yamanma, kokuşmuş dahi olsa yaltaklanarak o güçten nemalanma maalesef evrensel bir hastalık. İyillik, mertlik, ahlak vs gibi kötülük, namertlik, ahlaksızlık ve karaktersizliğin evrensel olması gibi…
Günümüzde evrensel kötülüğün sembol isimlerinden Donald Trump’a karşı olan çok sayıda sanatçı ve aydın olduğu gibi yandaşı olan sanatçı ve aydınlar da var. George W. Bush’un dünyayı ateşe veren aşırılıklarına karşı çıkan veya taraftar olan aydın ve sanatçılar olduğu gibi. Bu yüzden Fathali M. Moghaddam, “Diktatörlüğün Psikolojisi” adlı kitabında diktatörlüğü kişisel bir davranış tarzı olarak değerlendirmez. Daha ziyade politik bir sistem olarak ele alır ve bazı büyük bilim insanlarının ve düşünürlerin bile ellerine fırsat geçtiğinde birer küçük diktatöre (diktatör destekçisine) dönüştüklerinden bahseder.
Kitabı boyunca diktatörlüklerin sadece fanatik halk kitlelerine değil güçlü bir elite de dayanması gerektiğini vurgulayan Moghaddam, diktatörlüğü çökertmenin yolunun da aynı yerden geçtiğini söyler. Bu yolu şöyle tarif eder: “Bir karşı elit yaratılmasına destek olarak iktidar elitinin ideolojik kenetlenmesine meydan okuyan, iktidar elitinin tabakalarını ayırıp uzaklaştıracak her yol mutlaka denenmelidir.” Hülya Koçyiğit gibi şöyle ya da böyle topluma mal olmuş bir sinema sanatçısının, ABD’de gördüğü tedavi sonrası verdiği ilk söyleşide ettiği tuhaf laflara verilen tepkiler bu açıdan anlamlıdır, kıymetlidir.
‘SESSİZLİKLERİ KUVVETLİYDİ”
Yvonne Sherratt, bir makalesinde Almanya’nın en büyük beyinlerinin nasıl olup da Üçüncü Reich’in, yani Hitler’in faşist diktatörlüğünün, coşkulu birer destekçisi haline geldiklerini anlatır: “Alman toplumunun hiçbir kesimi lekesiz kalmamıştı; iş insanları, bilim insanları, doktorların hepsinin Führer’in iktidarını destekledikleri görüldü. Fakat tüm bunların içinden bir grup Hitler’e karşı koymak için entelektüel kavrama yetisine ve vicdani cesarete sahip olmalıydı: Filozoflar…”
Sherratt, şöyle devam eder: “Hitler’in şansölye olduğu yıl, çoğunluğu Yahudi olan 1600’den fazla bilim insanına makamlarından el çektirildi. Bu tasfiyenin ardından, neredeyse hiçbir ‘Aryan’ düşünürden muhalefet belirten bir ifade yoktu: Ne mektup, ne mücadele, ne de bir protesto. Bir yorumcunun ifadesiyle ‘sessizlikleri kuvvetliydi.’ Birçok Yahudi’nin tasfiyesi, ardında hatırı sayılır sayıda işi açıkta bıraktı ve boşta kalan pozisyonlara sahip olmak için gereken nitelikler aza indirgendi. Arda kalan düşünürler hızlıca fırsatları değerlendirdiler.”
Mesela Alfred Bäumler, Nasyonal Sosyalizme bağlılığı sayesinde ani bir yükseliş geçirdi. 1933’te Almanya’nın saygın kurumlarından Berlin Üniversitesi’nde felsefe profesörlüğüne terfi etti ve Nazi partisinin mental eğitimini üstlendi. Bäumler’in çalışma arkadaşı, Nasyonal Sosyalist parti üyesi, Ernst Krieck pasifist ve demokratik fikirleri hor görürdü. Krieck, Yahudi etkisinin yok edilişi ile meşgul oldu ve Heidelberg Üniversitesi’nde bir kürsü ile mükâfatlandırıldı. Burada çalışma arkadaşlarını gözetledi; istihbarat servisi için çalıştı ve önde gelen Nazi kuruluşlarına yardım etti.
FİLOZOFA “KÜLTÜRÜN ÖNEMİ YOK” DEDİRTEBİLEN BİR KARANLIK
Diğer birçok Nazi sempatizanı profesör rektörlüğe terfi ettirildi. Ernst Bergman, Leipzig Üniversitesi; Max Hildebert Boehme, Jena Üniversitesi; Hans Alfred Grunsky ve Otto Höfler, Münih Üniversitesi; Walter Schulze-Sölde, Innsburg Üniversitesi ve Königsber Üniversitesi rektörü Hans Heyse bu isimler arasındaydı.
Nazi Almanya’sının işbirlikçi filozoflarının yalnızca birkaçı olan bu isimler, Alman düşünürlerinin en üst tabakası olarak tanıtıldılar… Almanya’nın en etkili düşünürlerinden biri, Varlık ve Zaman’ın yazarı Martin Heidegger’di. 1933’te Hitler kadar kaba bir adamın Almanya’yı nasıl yönetebileceğine dair bir soruyu Heidegger: “Kültürün önemi yok. Onun harikulade ellerine bakın!” diye cevap verdi. Heidegger ödülünü 1933’te Freiburg Üniversitesi rektörlüğüne getirilerek aldı.
Ünlü düşünür Carl Schmitt de daha 1933’te Nasyonal Sosyalist (Nazi) partiye üye oldu ve kısa zamanda işbirlikçiliğinin meyvelerini topladı. Prusya meclis üyeliğine ve Berlin Üniversitesi rektörlüğüne atandı.
Sherrratt’a göre, Hitler’in filozofları bir Nazi felsefesi oluşturmaya destek oldular. Heidegger gibi, Führer’e taptılar. Örneğin, Hans Heyse tümden itaati savundu: “Yeni Alman üniversitesinin tek bir ilkesi vardır: Alman Ulusunun Führeri’nin maksat ve hedeflerine hizmet etmek.”
Sherrratt, bu desteğin Hitler’in diktası açısından önemini şöyle ifade eder: “Almanya’da felsefe ikonikti; Britanyalılar için kraliyet ailesine benzer şekilde, ulusun köklerinde itibar sahibiydi. Ne yaptıkları, nasıl davrandıkları ve hangi fikri destekledikleri Alman tasavvuru üzerinde güçlü etkilere sahipti. Bu sebepten olacak işbirlikleri toplumun geniş kesimine güçlü mesajlar gönderdi.”
TÜRKİYE, KUZEY KORE GİBİ HER ŞEYİ KENDİSİNE GÖRE OLAN BİR ÜLKE
Türkiye güçlü düşünürleri ve filozoflarıyla dünyaya ün salmış bir ülke değil. Maalesef bilim ve teknolojide olduğu gibi sanat ve edebiyatta da dünyada kendisinden sıklıkla söz ettiremiyor. Bununla birlikte, giderek içe kapanan ve tıpkı Kuzey Kore gibi her şeyi kendisine göre bir ülke haline gelen, evrensel klasmanda olmasalar da kendi bilim insanlarının, düşünürlerinin, aydınlarının, yazar ve sanatçılarının, ve hatta şarkıcı ve artizlerinin etkili olduğu bir ülke. Bu yüzden, İbrahim Tatlıses, Alişan ve benzerlerinin davetlisi oldukları iftarda Erdoğan’la fotoğraf vermesi toplumda etkili olabiliyor. Bu görüntüler paçozlaşmayı kutsayan yandaş kitlelerde bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılabiliyor. Yine aynı sebepten dolayı, Hülya Koçyiğit’in verdiği bir röportajda, ülkenin mevcut haline dair dile getirdiği saçmalıklar gündem olabiliyor. Bu yazının bile konusunu oluşturabiliyor.
Toplumun farklı kesimlerini hedef alan haksızlıklar, hukuksuzluklar ve zulümler karşısında sanatçılardan olması gerektiği gibi güçlü bir tavır beklentisi, müzisyen ya da ses sanatçısı diye bilinenlerin “şarkıcı”, sinema sanatçısı diye bilinenlerin birer “artiz” olduğu gerçekliğine toslayıp tuzla buzla oluyor. Şaşkınlık ve büyük hayal kırıklıkları, Dylan Thomas’ın “Bir sanatkar için sadece tek duruş vardır: Dimdik,” sözünde ifadesini bulan o onurlu tavrı belki de hiç hak etmeyenlerden bekliyor olmamızdan kaynaklanıyor.
Oysa belli ki bizim bahtsız ülkemizin sanatçılarının önemlice bir kısmı ‘şöyle dersem şunu alırım, böyle dersem şunu kaybederim’ maslahatperestliğiyle kar-zarar hesabı yapan çıkarcı iş adamları gibi davranıyor. Tabii Gustave Le Bon’un “Sanatkar, duyacağı yerde düşünürse adileşir,” sözü de bu sayede tam karşılığını buluyor. Dahası, onlarca asır öncesinden “Sanat, ekmek peşinde koşarsa alçalır,” diyen Aristophanes’in kehaneti gerçekleşmiş oluyor.
SANATÇILIKTAN ARTİZLEŞMEYE, KOÇYİĞİT’LİKTEN KEZBANLAŞMAYA
Hülya Koçyiğit’in verdiği söyleşide ettiği laflarla nasıl da ortama uyup kolayca artizleşebileceği, filmlerinden oynadığı sosyal evrimi tersine çevirip sanatçılıktan “Kezban”laşmaya doğru nasıl da yol alabileceği rahatlıkla görülebiliyor. Şaşkınlık ve öfke büyük. Çünkü, ülkede artık esamisi okunmayan adalet için yürüyenlerle ilgili söylediği sözler, Erdoğan’ın kaba diktatörlüğünü görmezden gelmeler Koçyiğit’in ne sanatçı ne de aydın kimliğiyle bağdaştırılamıyor.
Milyonlarca masum insanın işsiz-aşsız bırakıldığı, bebeklerden ninelere varıncaya kadar onbinlerce insanın suçsuz yere hapislerde çürütüldüğü, yüzlerce yayın organının kapatıldığı, insanların evine-barkına, malına-mülküne el konulduğu bir gaddarlık, hoyratlık ve zülüm ortamında “Dışarıda Türkiye’nin algısı çok kötü. Kendimizi iyi ifade edemediğimizi sanıyorum. Son senelerde akıl almaz, hiç hak etmediğimiz saldırılara uğruyoruz. Böyle olduğu halde yurt dışından çok olumsuz, çok kötü görünüyoruz. Özellikle ‘Başımızda bir diktatör var’ söylemine katılmıyorum,” şeklinde cevap verebilmek için iradi bir körlük ve ahlaktan mahrum bir vicdansızlıktan öte şark kurnazlarına has bir hinlik ve kirli bir hesapçılık olması gerekir.
Kendisi de haksız yere aylarca hapiste yatan Necmiye Alpay’ın ifadesiyle, “gazeteciliğin Muhsin Ertuğrulları ile Halit Refiğlerinin hapiste olduğu,” 263 gazetecinin zindanlarda çürütüldüğü, onlarcası hakkında defalarca müebbet hapisler istendiği, en az 105 gazetecinin haklarındaki yakalama kararları yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kaldıkları ahlaksız bir zulüm ve dikta dönemi hakkında “İfade özgürlüğü diye bir şeyle tanıştık. İnsanlar fikirlerini söylemekten daha çok korkardı… Ama gazetecilik yaptıkları için bu insanların suçlu olduklarına inanmıyorum ben. Teröre hizmet eden insanlar var. Her eline kalemi alan, her gazeteye yazı yazan gazeteci değildir,” diyebilmek için kesif bir cehalet ve iflah olmaz bir körlükle pekişmiş derin bir ahmaklık yetmez, oldukça kötücül bir yüreğe de sahip olmak gerekir.
BERNARD SHAW’IN SANATÇI TANIMINDA HİÇBİR YERİ YOK
Bernard Shaw der ki; “Sanat; davranışımızı, karakterimizi, adalet ve sempati hislerimizi rafine etmeli; kendi kendimizi tanımamızın, kendi kendimizi kontrol etmemizin, diğerleri için beslediğimiz saygı hislerimizin ve hareketlerimizin yücelmesine hizmet etmeli; bizi adiliğe, zulme, adaletsizliğe ve bayağılığa tahammül etmeyecek şekilde geliştirmelidir.” Allah aşkına, sanatçı diye bilinen Hülya Koçyiğit’in o ayıp sözleri Shaw’ın tanımının hangi kısmına denk geliyor?
Öte yandan Lev Tolstoy, “Sanat, ahlaksızlığın meşrulaşmasına zemin olamaz,” derken tam da Hülya Koçyiğit’in son yaptığına benzer şeylerin asla yapılmaması gerektiğini mi kastediyordu bilemiyoruz tabii. Ama, “Hülya Koçyiğit’in sırtına, bize masalsı bir dünya hatırlatma yükünü biz yüklüyoruz, onu taşıyamıyor diye kızmaya hakkımız yok,” diyen Cumhuriyet yazarı Mine Söğüt’ün haklı olduğunu çok iyi biliyoruz.
İnsanların gerçek karakterlerinin istisnai dönemlerde ortaya çıktığı gerçeğiyle her karşılaşmamızda hala büyük şaşkınlıklar yaşamamız, belli ki insanların ahlaklı ve karakterli olduklarına olan hüsn-ü zannımızın sürmesinden kaynaklanıyor. 1964’te gösterime giren ilk filmi ‘Susuz Yaz’dan beri hayatımızda olan Hülya Koçyiğit, izzet ve karakterli insanlara açlığın ve susuzluğun had safhada olduğu bu kurak ve çorak zulüm döneminde kendisine dair tüm hüsn-ü zanları maalesef boşa çıkardı. Korkarım ki Hülya Koçyiğit, bu konuda ne ilk ne de son kişi olacak… Öyleyse sıradaki gelsin…
(TR724)