Bir Ergenlik Portresi Olarak Türk Dış Politikası

[AKİF UMUT AVAZ]

Bundan tam 2.700 yıl önce insanlığa Babil Asma Bahçeleri’ni miras bırakan Ninova yine dünya gündeminde. Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri olan meşhur bahçelerin gerçek mi yoksa bir efsane mi olduğu, gerçekse Süryani Kralı Sanherip’e mi yoksa Babil Hükümdarı 2. Nebukadnazer’e mi mal edilmesi gerektiği konusu hala tartışılıyor. Bilim adamları bunu tartışadursun Sanherip ve Nebukadnazer’in binlerce yıl önce sanatla tabiatı, tarihle medeniyeti buluşturduğu, son yıllarda ise sadece vahşet ve yobazlığın hükümferma olduğu Musul’da en sofistike paylaşım savaşlarından biri veriliyor bugünlerde.
Çomakla sürekli karıştırılarak kızıştırılan bir arı kovanı gibi kaosun eksik olmadığı Ortadoğu, bu sefer de çok paydaşlı Musul Operasyonu ile gündemde. Moskova’dan Washington’a, Erbil’den Bağdat’a, Şam’dan Tahran’a ve daha pek çok başkente uzanan beklentiler kuşağına göre Musul Operasyonu terör devleti IŞİD’i bitirecek bir ”Babil”, yani ”Tanrı’nın Kapısı” olacak. Beklentiler bu kapının önce Mezopotamya’nın, sonra Ortadoğu’nun yeniden şekillenerek huzura kavuşmasına açılacağı yönünde. Ama gelişmeler acaba beklendiği gibi mi olacak?
Kapı açıldığında hangi felaketler içeri girer bilinmez
Doğrusu bir asimetrik savaşın eşiğine açılarak IŞİD’in sonunun başlangıcı olmasını hedefleyen bu kapıdan ne tür başka felaketlerin girebileceğini şimdiden tahmin etmek güç. Çünkü, IŞİD karşıtı amaç birlikteliğiyle bir araya gelen 36 ülkenin oluşturduğu ordu bir ‘itilaf’ gücü niteliğinde. Başını ABD’nin çektiği koalisyonun IŞİD sonrası için aynı amaç birlikteliğine sahip olmadığı ise aşikâr.
Uluslararası güçler bir yana operasyona Irak’tan katılan silahlı unsurlar arasındaki çıkar çatışması bile had safhada.  Irak ordusuna hâkim olan Şiilerin, orduya destek olan Şii milislerin, Barzani’ye bağlı Peşmergelerin ve Sünni aşiret güçlerinin IŞİD sonrası için aynı Musul rüyasını gördüklerini kim iddia edebilir? Tam tersine mezhepsel, etnik ve siyasi fay hatları boyunca bölünmüş bu güçlerin herbiri Musul üzerinde hâkimiyet kurma arzusu taşıyor. Böyle bir durum Irak’ın genelini bile yepyeni belirsizliklere itebilir. Buna bir de Türkiye ve İran gibi kaosa dâhil olmak için can atan komşuları eklediğinizde manzara daha bir iç karartıcı oluyor.
Heveskâr bir ergen edasıyla
En temel özelliği sanal bir güç tasavvurunun tetiklediği gerçeklikten kopuk boş hayallerden beslenen hastalıklı ihtiraslar olan Erdoğan rejimi, heveskâr bir ergen edasıyla kaosu sona erdirip erdirmeyeceği şüpheli bu denklemde yer alma çabasında. Şimdilik denklem dışı kalmış olmanın verdiği kompleksle efelenerek ”hem sahada, hem masada olacağız” dese de bu işin öyle olma ihtimali zayıf görünüyor. Tam tersine, trolleşen kitlesinin goygoylarıyla Türkiye’nin cari gücünü abartarak külhanbeyi bir edayla Osmanlı haritalarını, Misak-ı Milli rüyalarını devreye soktukça Erdoğan rejiminin kendisi de uluslararası arenada bir ergen trole dönüşüyor. Saygınlığıyla birlikte ağırlığını da yitirmiş, şamata ve arıza çıkarma potansiyeliyle rol kapma çabasındaki böylesine itibarsız bir aktörün yetişkinlerin at oynattığı sahada ve masada yer bulması imkânsızlaşıyor.
Sorun Davutoğlu’nda değilmiş sadece
Dış politikada hayalperestliğin ve kendini abartma psikozunun hep bir Davutoğlu hastalığı olduğu düşünülüyordu. Erdoğan rejiminin Musul konusunda benimsediği mızıkçı ergen tavır hastalığın çok daha derin ve yaygın olduğunu gösteriyor. Üstelik hastalık öylesine ilerlemiş ki Bağdat’ın Irak üzerindeki egemenliğini yok sayma noktasına varmış.
Davetle girilen bir ülkede ev sahibinin rızası hilafına zorla kalmanın bir sıhhat belirtisi olmadığı ortada. Bu hoyrat tavrın dış politika ve güvenlik alanında getirilerinin pek hoş olmayacağı da. Türkiye’yi hayati çıkarları bulunan bölgede hem sahanın hem masanın dışına iten de zaten bu nobran tavırdan başkası değil.
Kaldı ki Suriye ve Irak’taki radikal terör örgütüyle alengirli ilişkileri olan Erdoğan rejimi Türkiye’nin geleneksek müttefiklerine güven vermiyor. Erdoğan rejiminin IŞİD 2014 Haziran’ında Musul’u ele geçirirken duymadığı rahatsızlığı şehri IŞİD’den kurtarmayı amaçlayan operasyona karşı göstermesi bu güvensizliği pekiştiriyor. Dahası Erdoğan, Suriye ve Irak’ı cehenneme çeviren bir radikal terör örgütü üzerinde, nasıl kazanıldığı şüpheli nüfuzunu açıktan kullanmak suretiyle hakkındaki tüm kuşkuları da doğrulamış oluyor.
Kim, niye güvensin?
Karşınızda radikal terör örgütü IŞİD’in Musul’u işgal etmesinden rahatsızlık duymayan, bizzat kendi ülkesinin terör listesinde yer alan el-Nusra üzerinde patronajı bulunan, Saddam Hüseyin gibi içeride diktatörleştikçe gözünü komşu ülkelerin topraklarına diken bir figür olsa siz ne yapardınız? Siz olsanız böyle bir figürün temsil ettiği hak-hukuk tanımayan despotik bir rejime güvenir miydiniz? Yoksa sahadan ve masadan uzak tutmak için elinizden geleni mi yapardınız? Hele hele bu aktör radikalleştirdiği destekçi kitlesine sürekli fetih motivasyonu aşılıyorsa kim niye güven duysun?
Dış politika, ulusal çıkarlar ve güvenliğin gerektirdiği her adımın meşruiyetini uluslararası hukuktan alarak atılmasını gerekli kılar. Bir adım atılacaksa da o adımın amacını, kapsamını ve süresini içerecek şekilde meşruiyetini ve rasyonalitesini görmek ister. Erdoğan’ın serseri bir topaç gibi her gün bir başka yöne dönen sözde dış politikasında bir rasyonalite, şahsi ihtirasları dışında meşru ve makul bir faktör gören var mı?