3 yaşında bir çocuk, her kapı çaldığında “Polis geldi!” diyerek ağlamaya başlıyor. Çünkü evlerine 3-4 kez polis baskına geldi ve her defasında birini alıp götürdü. Son defa geldiklerinde, öyle bir saçmalığa imza attılar ki, Türkiye’de yargı diye bir kurumun kalmadığını ilan etmiş oldu bu durum.
Hikâye şöyle:
20-25 yıl bürokraside, üst düzey görevler yapan bir mühendisti Aziz Bey (ismi mecburen bizde saklı). İşinin yanı sıra hayatını ihtiyaç sahibi öğrencilere adamıştı. Eve geldiğinde takım elbisesini çıkarır, öğrenciler için yapılan yurtların inşaatında çalışırdı.
Bu hayatın iki meyvesi vardı: Biri büyütüp yetiştirip evlendirdiği çocukları, diğeri de burs verdiği, hayırseverlik ettiği, yetişmelerine vesile olduğu öğrenciler.
Memurluk hayatı sona erip emekli olduktan sonra gününün 16-17 saatini ibadetle meşgul olarak geçirir hâle gelmişti. Belki de bunca yılın yorgunluğunu, bu şekilde çıkarıyordu, kendi inancına göre. Son yılları hep böyle devam ederken, 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. Kimilerine ‘Allah’ın lütfu’ olan bu girişim sonrasında yine fatura masum insanlara çıkmıştı.
15 Temmuz’dan kısa süre sonra, kim bilir kimin ihbarıyla, 6 Ağustos sabah saat 5 civarı polisler evini basıp, gözaltına aldılar Aziz Bey’i. 15 gün gözaltında kaldı ve çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Eve gelen polisler, her yeri didik didik aramış, telefonuna el koymuştu.
Aziz Bey’in hakkında henüz bir iddianame yok. Ancak silahın yanından yöresinden geçmemiş bu adamın suçu, “terör örgütüne yardım ve yataklık, finansal destek sağlama”. Avukatına göre ‘müebbetlik suçlar’dı bunlar.
Ancak her şey burada bitmiyor. 2,5 aydır hapishanede olan Aziz Bey’in evini bir sabah yine polisler basıyor. Yine sabah 5 suları, 6-7 polis geliyor eve. Gözaltı ve evi arama kararını gösteriyorlar fakat kararlarda ismi yazan Aziz Bey olduğunu gören ev ahalisi, korkuyla şaşkınlığı bir arada yaşıyor.
Evde Aziz Bey’in eşi, kızları ve torunları var. “Evin erkekleri nerede?” diye soracak olsa biri, “Hapisteler” diyecek evdekiler. Bir araya gelmiş, birbirine tutunmuş bu yiğit kadınlar ve her kapı çaldığında polislerin geldiğini zannederek ağlayan çocuklar…
Zar zor ikna ediliyor polisler. Savcıyı arıyorlar. Savcı da hapishaneyi arıyor. Oradan öğreniyor Aziz Bey’in 2,5 ay önce tutuklandığını.
Normalde bir savcı, önüne gelen dosyaya bakar, araştırır, delilleri bulur, gerekirse polise hâkime onaylatarak fizikî ya da teknik takip yaptırır, ortaya çıkan delilleri tekrar değerlendirir, nihayet dosyasını ‘sağlam’ gördüğünde gözaltı, arama emri verir. Sonrası hâkimin işidir. O da önüne gelen dosyaya bakar ve tutukluluğa gerek olup olmadığını kararlaştırır.
Ancak anormal dönemlerdeyiz. Malum, adı üstünde, Olağanüstü Hâl.
Kim bilir o savcıya Aziz Bey’in isminin de yazılı olduğu liste nereden geldi? Ve savcı, ya işini kaybetmemek için ya da üst makamlara yaranmak için listedekileri adam akıllı kontrol dâhi etmeden hemen toplatmaya başladı. Zaten hâkimler de şu sıralar, “Tutuklamazsam, onlardan olduğumu düşünürler!” telaşı içinde…
“Kokuşmuş bir şeyler var Danimarka Krallığı’nda!” dedirtmişti bir kahramanına Shakespeare. Kokuşmuşluk artık hiçbir şekilde tarif edemiyor bu durumu. “Danimarka Krallığı meğerse bir hiçmiş!” derdi belki Türkiye’de yaşananları, oyununa adapte etmek isteseydi bugün.
Hikâye şöyle:
20-25 yıl bürokraside, üst düzey görevler yapan bir mühendisti Aziz Bey (ismi mecburen bizde saklı). İşinin yanı sıra hayatını ihtiyaç sahibi öğrencilere adamıştı. Eve geldiğinde takım elbisesini çıkarır, öğrenciler için yapılan yurtların inşaatında çalışırdı.
Bu hayatın iki meyvesi vardı: Biri büyütüp yetiştirip evlendirdiği çocukları, diğeri de burs verdiği, hayırseverlik ettiği, yetişmelerine vesile olduğu öğrenciler.
Memurluk hayatı sona erip emekli olduktan sonra gününün 16-17 saatini ibadetle meşgul olarak geçirir hâle gelmişti. Belki de bunca yılın yorgunluğunu, bu şekilde çıkarıyordu, kendi inancına göre. Son yılları hep böyle devam ederken, 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. Kimilerine ‘Allah’ın lütfu’ olan bu girişim sonrasında yine fatura masum insanlara çıkmıştı.
15 Temmuz’dan kısa süre sonra, kim bilir kimin ihbarıyla, 6 Ağustos sabah saat 5 civarı polisler evini basıp, gözaltına aldılar Aziz Bey’i. 15 gün gözaltında kaldı ve çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Eve gelen polisler, her yeri didik didik aramış, telefonuna el koymuştu.
Aziz Bey’in hakkında henüz bir iddianame yok. Ancak silahın yanından yöresinden geçmemiş bu adamın suçu, “terör örgütüne yardım ve yataklık, finansal destek sağlama”. Avukatına göre ‘müebbetlik suçlar’dı bunlar.
Ancak her şey burada bitmiyor. 2,5 aydır hapishanede olan Aziz Bey’in evini bir sabah yine polisler basıyor. Yine sabah 5 suları, 6-7 polis geliyor eve. Gözaltı ve evi arama kararını gösteriyorlar fakat kararlarda ismi yazan Aziz Bey olduğunu gören ev ahalisi, korkuyla şaşkınlığı bir arada yaşıyor.
Evde Aziz Bey’in eşi, kızları ve torunları var. “Evin erkekleri nerede?” diye soracak olsa biri, “Hapisteler” diyecek evdekiler. Bir araya gelmiş, birbirine tutunmuş bu yiğit kadınlar ve her kapı çaldığında polislerin geldiğini zannederek ağlayan çocuklar…
Zar zor ikna ediliyor polisler. Savcıyı arıyorlar. Savcı da hapishaneyi arıyor. Oradan öğreniyor Aziz Bey’in 2,5 ay önce tutuklandığını.
Normalde bir savcı, önüne gelen dosyaya bakar, araştırır, delilleri bulur, gerekirse polise hâkime onaylatarak fizikî ya da teknik takip yaptırır, ortaya çıkan delilleri tekrar değerlendirir, nihayet dosyasını ‘sağlam’ gördüğünde gözaltı, arama emri verir. Sonrası hâkimin işidir. O da önüne gelen dosyaya bakar ve tutukluluğa gerek olup olmadığını kararlaştırır.
Ancak anormal dönemlerdeyiz. Malum, adı üstünde, Olağanüstü Hâl.
Kim bilir o savcıya Aziz Bey’in isminin de yazılı olduğu liste nereden geldi? Ve savcı, ya işini kaybetmemek için ya da üst makamlara yaranmak için listedekileri adam akıllı kontrol dâhi etmeden hemen toplatmaya başladı. Zaten hâkimler de şu sıralar, “Tutuklamazsam, onlardan olduğumu düşünürler!” telaşı içinde…
“Kokuşmuş bir şeyler var Danimarka Krallığı’nda!” dedirtmişti bir kahramanına Shakespeare. Kokuşmuşluk artık hiçbir şekilde tarif edemiyor bu durumu. “Danimarka Krallığı meğerse bir hiçmiş!” derdi belki Türkiye’de yaşananları, oyununa adapte etmek isteseydi bugün.