“Kerbela” mağdurları gibi sevgiye ve birbirimize yakınlaşmaya tanışmaya muhtaç ve susamış durumdayız…
Bu gün Sıffin, Cemel, Nehrevan, Kerbela olaylarını hatırladıkça elimizi dizimize vurup “keşke yaşanmasaydı, keşke Müslüman Müslümanın kanını dökmeseydi” diyoruz. Gelecekte de aynı şekilde keşke demeyecek şekilde hayatı süzerek yaşamamız gerekiyor.
Avrupa’daki insanlarımız ve topyekün insanlığın huzuru adına, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kerbela gibi ortak konularda bir mutabakat sağlayarak bir araya gelmemiz, karşılıklı olarak konuma saygılı davranmamız gerekir. Geçmişteki kavga sebeplerini bugüne taşıyarak yeni çatışmalara meydan vermememiz ve asla birbirimizi suçlayıcı söz, tavır ve davranışlara girmememiz gerekmektedir. Maraş, Çorum ve Sivas yaşanmasın.. ders alınsın.
“Muharrem ayı vesilesiyle oruç tutulabilir, iftar sofralarında bir araya gelinebilir, aşure ikram edilip ağızlar tatlandırılabilir; Alevîler ve Sünnîler bir masa etrafında bir araya getirilerek bir halka teşkil etmeleri sağlanabilir. Sonra da orada Ehl-i Beyt’in ve Kerbelâ şehitlerinin faziletleri, bilhassa Hazreti Hüseyin’in derinliği anlatılarak onlarla bütünleşme ve onlar gibi olmaya çalışma yolunda bazı meselelerin müzakereleri yapılabilir. Aksi halde, kadere taş atma da sayılabilecek şekilde sadece matem havasına bürünmenin ve yas tutmanın bir sevabı söz konusu değildir.”
“Lü’lülerin elleri kurusun.. İbn-i Mülcemlerin elleri kurusun.. Şimirlerin elleri kurusun… Ne var ki, onların yaptıkları şeylerden dolayı –biraz da garaz duygularını işin içine sokup– başkalarına sövmek ve bir zümreyi karalamak insana sevap kazandırmaz.
Faydalı ve sevaplı bir iş yapmak istiyorsak, Ehl-i Beyt’i hayırla anabilir, onlara dualar edebilir, mevlidler okutabilir, hatimler yapabilir ve daha başka hayr ü hasenât ortaya koyup sevaplarını onlara bağışlayabiliriz.
Sevilmeleri bizim için dinî bir görev sayılan Ehl-i Beyt’in uğradığı zulümler ve yaşanan hüzünler hepimizin gönlüne derin bir hüzün salmaktadır.
Birilerini severken başka birilerine adâvet etme din değildir; o mevzuda herhangi bir ilahî emir yoktur. Hatta dinde Firavun gibi tiranlara sövülmesi ve onlara lanet edilmesi gerektiğine dair bir emir de söz konusu değildir; sövüp saymanın hiçbir sevabı yoktur. Sövmeler saymalar, sövüp saymalara yatırım demektir.„ karşılıklı sövme ve hakaretler devam edip gider.
Sünnîler ile Alevîler arasında birlik ve beraberliğin harcı, tutkalı onlarca ortak noktamız var.
Allah’a, Peygamber’e, Kitab’a iman etme, Hazreti Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e karşı ciddi bir sevgi besleme vs. ortak noktalar üzerinde mutabakat aranmalıdır.
Bazı çevreler, Sünnîlerin arasına girip, Alevîlerle alâkalı bin bir türlü yalan söylemişlerdir. Daha sonra Alevîlerle beraber olup bu defa da onlara Sünnîlerle ilgili asılsız yalanlar ileri sürmüşler ve böylece kardeşi kardeşe düşürmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Halbuki, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi dinin emridir.
Yozgat’ın Divanlı köyünde olduğu gibi pek çok cami duvarında: “Şemşir gibi kılınç, Ali gibi genç yoktur.” yazmaktadır.
Sevilmeleri bizim için dinî bir görev sayılan Ehl-i Beyt’in uğradığı zulümler ve yaşanan hüzünler hepimizin gönlüne derin bir hüzün salmaktadır.
Evet Peygamber Nesli’nin maruz kaldığı belalar, Alevîsiyle Sünnîsiyle hepimizin yüreğini dağlamıştır. Kerbela ve benzeri olaylar kanayan bir yaramızdır.
Aşure günleri aradaki uçurumun kapatılmasına, kaynaşmaya vesile yapılmalıdır. Sevemiyorsak, sövmeyi bırakalım. (Zaman, Almanya)