Gözaltına Alınan Gazeteci, Türkiye’deki Korkunç Nezarethane Gerçeğini Yazdı

Gazeteci Tuğba Tekerek, sıradan bir günde, evden alışveriş merkezine gitmek için çıktığı bir zamanda haberin içine düşen bir gazeteci. Aslında kendi haber olan bir gazeteci.
Tuğba Tekerek, geçtiğimiz pazar akşamı Gayrettepe Mahallesi’ndeki evinden AVM’ye gitmek için çıktı. Yolunun üzerinde Gayrettepe Asayiş Şube Müdürlüğü vardı. Yabancısı olmadığı bir mekandı burası üç hafta önce gazeteci Bülent Mumay, sonra hocası şair Hilmi Yavuz için gelmişti Emniyetin önüne. O oradan geçerken yine bekleyenler vardı.  O pazar akşamı orada bulunanlar arasında bebekliler vardı, yaşlılar vardı.. Kimisi piknik sandalyesi getirmişti. Gazetecilik iç güdüsü ile bir iki kare fotoğraf çekerim diye düşündü.
İşte başına ne geldi ise o zaman geldi. Fotoğraf çektiği için gözaltına alındı. Ve nezarethaneye konuldu.
Dışarıda Tuğba Tekerek’in gözaltına alınmasına meslektaşları tepki gösterirken haber oldu. Ancak kendisi içeride nezarette ayrı bir haber buldu. İşte Tekerek’in haberin içine düştüğü nokta da burası oldu:
3 kişilik yerde 27 kişinin kaldığı nezarethanede gördüklerini Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) için kaleme aldığı yazıda korkunç manzarayı şöyle aktarıyor.
tugba
Gazeteci Tuğba Tekerek, çektiği birkaç fotoğraf nedeniyle gözaltına alındı.
Nezarethane’de, ‘Yaz Kızım’la birlikte.. 
Nezarette bir mi yoksa iki kişi mi kalacağım diye düşünürken, demir kapı açılınca bir de baktım ki onlarca ayakkabı.. Ve de ağır bir koku.. Normalde üç beş kişinin kalabileceği üç hücrede 27 kişi kalıyor. Herkes yerlerde, bacaklarını karnına doğru çekerek yatıyor, çünkü bacakları uzatacak yer yok. Sonra öğrendim ki, birkaç gün önce 43 kişilermiş ve koridorda yatanlar varmış.
Ben yanlarına gittiğimde saat gece 3’ü geçiyordu. Bana “Kâtip misiniz?” diye sordular. Ben şaşkın şaşkın bakarken “Biz kâtibiz” deyip açıkladılar; “ ‘Hani yaz kızım” dedikleri var ya işte o biziz. Anadolu Adliyesi’nde çalışıyorduk” dediler. 27’sinden 24’ü kâtipmiş. Her biri, üç dakikada 90 kelime yazma sınavını geçerek kâtip olmuşlar, şimdi “FETÖ” üyesi oldukları için gözaltına alınmışlar.
Gecenin o saatinde hepsi yarı-uyku modundan çıkarak etrafımı sardılar, “Dışarda ne oluyor” diye sordular, en ufak bir habere hasrettiler. Yedi gündür oradaydılar, aileleriyle görüştürülmüyorlardı, özel avukatları yoktu,  CMUK avukatları gelmek istemiyordu (Hattâ öyle ki, anlattıklarına göre terör dışındaki bürolardan da polisler “FETÖ” operasyonuna katılıyordu. Polisler, avukatlara “cinayet bürodan arıyoruz” deyince avukatlar cinayet şüphelisini savunacaklarını düşünerek geliyorlardı, terör denince “FETÖ” diye gelmiyorlardı.)
Ben Gayrettepe Asayiş’in yanında fotoğraf çektiğim için alındığımı söyleyince, yüz ifadeleri anlatılmazdı, çünkü benim fotoğrafını çektiklerim onların bir kelimesine hasret oldukları yakınlarıydı. “Şöyle bir çocuk gördün mü? “Böyle bir kadın var mıydı” diye beni soru yağmuruna tuttular. Genellikle 25-30 yaşındaydılar, çoğunun küçük çocuğu vardı. Yedi aylık bebeği olana, bebeğini emzirmesi için getiriyorlardı, Sultanbeyli’den, iki saatlik yoldan, günde iki kere. O yine de şanslıydı, çünkü diğerleri, 15 aylık olsa bile çocuğunu göremiyordu. Yedi aylık bebek annesiyle kavuşurken, bazıları köşelerinde sessizce ağlıyorlardı. Kendi çocuklarını düşünüyorlar ya da “Bizim annemiz de bizi böyle özlüyor” diyorlardı.
Sekiz aylık hamile bir kadın da vardı, konuşmalara pek katılmıyordu, daha çok, büyümüş bedenini idare etmeye çalışmakla meşguldü, sıkıntısı yüzünden okunuyordu. Hukuk da okuyormuş bir yandan ama şimdi hukuktan nefret ediyor. Operasyon olduğunda doğum iznindeymiş arandığını öğrenince, birlikte çalıştığı savcıya gidip “Ben teslim olmak istiyorum” demiş. Üç buçuk yaşında bir kızı varmış. “Yüzünü unuttum nerdeyse, keşke yanıma fotoğrafını alsaydım” dedi, ağlayarak. Başka birisi araya girdi “İzin vermezler ki. Ayna bile yok burada!” Evet, insanın kendi yüzünü bile unutabileceği bir yerdi burası.
Tepedeki floresan lambası gece gündüz açıktı. Saatleri de alındığı için zamanı bilemiyorduk. Bir pencerenin arkasındaki pencerenin 10 santimetrekarelik açık kısmından, karşıdaki duvara sızan güneş ışığı görülebiliyordu sadece. Havalandırmaya kafalarına estiği zaman kafalarına estiği kadar çıkarıyorlarmış. Önceki akşam 5’te, beş dakika çıkarmışlardı mesela.  Diş fırçalarını da kafalarına estiği zaman veriyorlarmış. Korkunç bir uğultu çıkarmaktan başka bir işe yaramayan klima motorunun haznesine sıkışıp kalmış gibiydik. Tenime yapışan sıcağı ve nefes almakta zorlandığımı düşünmemeye çalışıyordum. Bunun ne kadar süreceğini bilmiyorduk.
Bana “Dışarda bizim tutuklanmamıza tepki var mı?” diye sorduklarında bir şey diyemedim. Sonra içlerinden biri cevapladı, “Biz başkaları alınırken ne diyorduk? ‘Vah vah, İnşallah suçsuzlar bırakılır’ diyorduk, o kadar. Başkaları da bizim için öyle diyordur.”
Birisi “Ben 2014’te kredi kartı almaya çalıştım, sadece Bank Asya verdi, tek suçum o” diyordu. Diğeri, yedi yıl önce bir süre Gülen hareketinin dershanelerinde telefonlara baktığını için orada olduğunu düşünüyordu. Bir başkası ise “Dershanelerine gitmedim, Bank Asya’dan kredi çekmedim, hiçbir sohbete gitmedim, Zaman okumadım. Ben neden buradayım!” diyordu.
Amaç bu insanları “zayıf düşürüp”, bir şeyler söyletmekti. Polisler onlara, daha önce savcılığa gönderilmiş olan yaklaşık 20 kâtipten tamamına yakınının tutuklandığını söylemişlerdi. Ama ben çıktıktan sonra öğrendim ki, tamamına yakını serbest bırakılmıştı. Yalnızca dış dünyadan habersiz bırakmıyorlar, yanlış haber veriyorlardı.
Ertesi sabah, saat 11 sularında polis beni çağırdı. Hâlâ da yaşadığım, suçluluk duygusuyla ayrıldım oradan. Biliyordum, P24, Ben Gazeteciyim İnisiyatifi şu ülkede çok az kalmış olsalar da bağımsız medya organları bana sahip çıkmıştı. Boşluğun ortasında bir yere tıkılmaya böylece direnebilmiştim. Ama onlar için durum daha zordu.