ALİ ÜNAL
Ümit, insanın gayesine ulaşma yolunda taşıdığı beklenti değildir. Ümidi böyle görenler, iki büyük yanlışın içine düşebilmektedir. İlk yanlış, beklentinin mutlaka gerçekleşmesi arzusuyla bütün gayreti hırsla bunun üzerine teksif etmektir. Bu ise, iki itikadî yanılmayı beraberinde getirir: (1) Hedef istikametinde gereken yapılırsa beklenti mutlaka gerçekleşir inancı. Bu, esbapperestliktir; neticeyi yaratanın Allah ve fiillerimizde nihaî illetin O’nun Meşiet’i olduğunu, O’nun Meşîet’i taallûk etmeden hiçbir şeyin meydana gelemeyeceğini gözden kaçırmak demektir. Oysa bütün sebepler ortada iken taşıdığımız ümitten fazlasını sebepler ortadan kalktığında taşımıyorsak esbapperestiz demektir. (2) “Allah’ı sebeplere ve çalışmamıza bağımlı kılma.” Oysa Allah (c.c.), dilediğini yapan ve yaptığından sorumlu olmayandır. Ümidi gayeye ulaşma yolunda beklenti olarak görme, insanı ikinci yanlış olarak, hedef ve onun gerçekleşmesi istikametinde yapılacaklar mutlaka meşrû olması gerekirken gayr-ı meşrû sebeplere yönelmeye, hattâ sonunda yoldan sapmaya götürür. Daha da öte, beklentisi gerçekleşmeyen, gerçekleşmesi uzayan insan, nihayet ümitsizliğe düşer ve “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin!” tokadına müstahak olur; Allah korusun, “Allah’ın rahmetinden, rahata ulaştırmasından ancak kâfirler ümit keser.” âyetinin kapsamına da girebilir.
Öyleyse, ümit nedir? Ümit, Hocaefendi’nin “İnsanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki iktidarı sezmesinden ibarettir.” tarifi içinde, bir mü’minin imanla bütünleşmesi, itikadda, amelde ve hizmette Sırat-ı Müstakîm’e ulaşıp, bu yolda sebatı, dolayısıyla, yine Hocaefendi’nin kendi tarifini şerhi içinde “kâinatlar ötesi Kudreti Sonsuz’la münasebete geçip, her şeye yetebilecek bir güç ve kuvvete ulaşması”dır. Sırat-ı Müstakîm’i ve onun üzerinde O’nu, dolayısıyla her şeyi bulan, dolayısıyla O’nun kudretini arkasına alan bir insan için önemli olan, ihlâsla vazifesini yapmak ve neticeye karışmamak, hattâ neticeyi düşünmemektir. Kur’ân’da Allah, “Dünyada hâkimiyet için koşu yarışı yapın! İman edip, salih amel işleyenlere siyasî hâkimiyet vereceğiz! Allah, dünyada hâkimiyet karşılığı mü’minlerden mallarını ve canlarını satın aldı…” demez. Allah, insanları kulluğa, kulluğun tarifi olarak iman ve salih amele ve rızasını kazanmaya çağırır. Bir bakıma buna teşvik, bir bakıma da hikmet, adalet ve rahmetinin gereği fazladan mükâfat olarak Cennet’e ve mağfiretine ulaşmak için koşu yarışına çağırır ve mü’minlerden mallarını ve canlarını bunun için satın almıştır. Ve Kendi yolunda yapılan hizmetlerin ve bu hizmetlere bahşettiği muvaffakiyetlerin ilk sebep ve neticesi olarak da mağfiretini zikreder: “Biz sana aşikâr bir zafer ihsan ettik ki Allah, geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yolda sabit kılsın… ” (48: 1-2)
Hz. Allah’ın (c.c.), sağlam ve doğru itikad, iman ve salih amel sahiplerine dünyada da bir va’di yok mudur? Vardır, fakat bu, her zaman aynı şekilde gerçekleşecek diye bir şart yoktur. Yol, bazen arkadan hançerlenmede, bazen testere ile doğranmada, bazen Kerbelâ’da bitebilir. Fakat Cenab-ı Allah’ın şu umumî va’di de elbette önemlidir: “Biz sana aşikâr bir zafer ihsan ettik, ki Allah, … sana ayrıca, çok önemli, şerefli ve büyük bir zafer ihsan buyursun.” (Fetih Sûresi/48: 1, 3) “Allah, içinizden iman edip, salih amelde bulunanlara va’detti ki, kendilerinden önce (aynı seviyedeki) mü’minleri (inkârcıların yerinde) hâkim konuma yükseltmişse, onları da yeryüzünde mutlaka hâkim konuma yükseltecektir. Kendileri için seçip tayin buyurduğu İslâm Dini’ni mutlaka yerleştirecek ve onlara onu hayatlarında uygulama güç ve imkânı verecektir. Ayrıca, içinde bulundukları korkulu dönemin arkasından onları kesinlikle güvene erdirecektir…” (Nur Sûresi/24: 55)
Kendilerine bu va’din yapıldığı iman ve salih amel sahibi mü’minleri de Kur’ân, şöyle tarif eder: “Kendilerini her an Allah’ın, Rabb’ilerinin huzurunda ve O’na kavuşmuş gibi hissedenler.” (2: 46, 249) Yani, ihsan sahipleri!
[email protected]