Zaman Gazetesi’nin usta kalemlerinden Ali Çolak, kayyım esareti yaşayan gazete binasıyla ilgili bir yazı kaleme aldı.
Gazete binasının polis kuşatması altında olduğunu belirten Çolak, sosyal paylaşım sitesi Facebook hesabında paylaştığı yazısında, „Şimdi bu satırları, günlerdir polis kuşatması altındaki binamızda, adlarını, görevlerini, kim olduklarını bilmediğimiz onlarca garip insanın dolaştığı, bizimse her seferinde kimlik göstererek ve adlarımızı kaydettirerek girebildiğimiz binamızda yazıyorum.“ ifadelerini kullandı.
Zaman yazarı Ali Çolak’ın kaleme aldığı „Dedemin sivrilttiği kalem“ başlıklı yazının tamamı:
Gayet iyi hatırlıyorum. 27 yıl önce, yine böyle bir bahardı. Apaydınlık, ılık, şerbetli bir ikindi sonrası beş arkadaş, İzmir’de İkiçeşmelik Parkı’nda buluşmuş, mürekkebinin buğusu tüten edebiyat dergimizin çıkışını kutluyorduk. Gevrek, gazoz çekirdek filan almış olmalıyız… Aşağılara, Konak meydanına, Körfez’e ve Karşıyaka kıyılarına bakıyor, baharın rayihasıyla köpüren içimizin heyecanını dizeler mırıldanarak; geleceğe, upuzun geleceğe dair sonsuz hayallere dalıp giderek çoğaltıyorduk. Yeryüzünde bir cennet varsa, o ikindi saatinde, orada kurulmuş olmalıydı.
Üniversiteyi bitirmiş, 50 lira aylıkla bir şirkette çalışıyordum. Diğer dört arkadaşım fakülte son sınıftaydılar. Biricik hülyamıza, dergimize kavuşmuştuk. Dergiye ait her şey, bütün mal varlığımız yanımızda, bir Bond çantanın içerisindeydi! Harçlıklarımızdan, arkadaşlarımızdan topladığımız bağışlardan, daha dergi çıkmadan yaptığımız abonelerden toplanan parayla çıkardığımız Kırkikindi’nin birinci sayısını matbaadan almıştık. Ayaklarımız yerden kesikti, bulutların üzerinde geziyorduk. Dünyanın en güçlü, en yetenekli, en cesur, en zengin adamlarıydık o gün orada. Öyle hissediyorduk kendimizi. Bankların üzerinde dergiyi elden ele dolaştırıyor, defalarca evirip çeviriyor, okşuyor ve onun bizim eserimiz olduğuna inanmakta hâlâ güçlük çekiyorduk. Mutluyduk ve bunu bütün İzmir, hatta bütün dünya duysun istiyorduk.
O gün orada neler konuştuk, çoğunu hatırlamıyorum. Unutamadığım şudur: Bizim geleceğimiz, mesleğimiz, hayalimiz edebiyat… Ne olursa olsun bundan vazgeçmeyeceğiz! Yazacağız, yazmalıyız… Dergiyi ne pahasına olursa olsun sürdürmeliyiz.
O kutlama aynı zamanda bir vedaydı. Mardin’e öğretmen olarak tayin edilmiştim ve gidiyordum. Dergiyi arkadaşlarıma bırakıyordum. Şimdi hayal meyal… Bir sürü tembihte bulundum. Mektuplara zamanında cevap vermelerini, kitapçılara bıraktığımız dergilerin parasını sıkı takip etmelerini, ikinci sayının yazılarını zamanında hazırlamalarını istedim. Bütün bunlar olurken, İzmir Körfezi önümüzde bütün sükûnetiyle uzanmış ruhumuzu okşarken, ilk yazın ikindi serinliği sevincimizle kol kola girip bizi başka gezegenlere davet ediyorken, havanın kararıp gittiğinden haberimiz bile olmamıştı. İzmir, zaten insana zamanı unutturmak konusunda oldukça mahirdir.
Sonrası mı? Ben Mardin’e gittim. Derginin ikinci sayısı arkamdan geldi. Üç ay sonra istifa edip İzmir’e döndüm. Üçüncü ve son sayımızı çıkardık. Dergi kapandı. İstanbul’a geldim. Başka dergilerde yazmaya başladım.
Bir gün, nasıl olduysa, Zaman’da bir sütun açıldı: Gülsaati… Haftada bir, yazmaya başladım. (Haziran, 1992) Daha 26 yaşındaydım, gençtim. Zamanla alıştım, okurlar da alıştı. Yüzlerce mektup geliyordu. Ülkenin her yerinden dostlarım, okurlarım olmuştu. Artık çok okunan bir ‘köşe‘ yazarıydım. İlk kitabım „Mavisini Yitirmiş Yaşamak“, 1995’in Aralık ayında çıktı. Beklemediğim bir okur kitlesine ulaştı. Kader ağlarını örüyordu!
1996’da askere gittim. 8 ay köşeyi boş bırakırsam, dönüşte yerinde bulamayabilirdim. İki aylık yazıyı gazeteye bıraktım. Sonra bir yolunu bulurdum elbet. Acemilik döneminde üç ay, Tugay Komutanı’nın oğluna Türkçe-Edebiyat çalıştırmakla görevlendirdim. Başka işim yoktu. Yazılarımı rahatça yazabiliyor, bizim gazetenin bürosuna giderek merkeze fakslıyordum. Yazılarımı komutan da okuyordu. Bana olumlu-olumsuz bir yorum yapmıyordu ama akşamları evde beğendiğini söylüyormuş, oğlu gelip bana iletiyordu. Acemiliği bitirip Doğubayazıt’a gittiğimde işler değişecekti. Tabur komutanı ilk gün karşısına aldı ve yazar olduğum için tebrik etti. “Fakat” dedi, “artık burada yazmayacaksın!” Buna söz veremezdim, sustum. Yazmadan yaşamam, üstelik kışlanın stresine dayanabilmem mümkün değildi. Yazılarımı geceleri silahlıkta, kimi zaman sıhhiye çavuşu arkadaşın odasına üzerimden kilitleyerek yazıyordum. Beyaz kâğıtlara siyah pilot kalemle…
Ertesi gün nizamiye kapısına gelen eskiden tanıdığım bir öğretmen arkadaşa teslim ediyordum yazıyı, faks parasıyla birlikte… O da sanırım bir benzin istasyonundan gazeteye fakslıyordu. Askerde, sekiz ay boyunca yazılarımı hiç aksatmadım. Yanımda götürdüğüm bir antoloji ve birkaç kitabı döne döne okuyarak, sözcükleri zihnimde döndürerek, yazarak, düzelterek, yeniden yazarak… Posta çavuşuna ısmarladığım gazete gelince yazımı defalarca okuyarak kışlanın bütün sıkıntısını, gurbeti, ailemin ve dostlarımın hasretini giderebiliyor, yaşama sevinci bulabiliyordum.
Doksanlı yıllarda, iki binlerde hastalıklar ve zorunlu aralar dışında hep yazdım ZAMAN’da. Tam 24 yıl, çeyrek asır… Şimdi orta yaşıma geldim. Yeryüzünde dünya malı olarak taksitleri bitmemiş bir evim, yine taksitle alınmış ikinci el bir arabam ve 13 kitabım var. Hiçbir dünya nimeti beni mutlu etmedi, edemiyor. Yazmak, yalnız yazmak… Bir hafta boyunca sözcükleri, cümleleri gezdirip duruyorum zihnimde. Onlardan bahçeler kuruyor, heykeller yontuyorum. En iyi dostlarım, ölmüş yazarlar. Sonra günümüzün birkaç usta yazarı ve genç çalışma arkadaşlarım, dostlarım… Yazmaktan başka bir iş, elimden gelmiyor ne yazık ki. Baba mesleği çiftçiliği sanırım beceremem. Öğretmenlikse, artık mümkün görünmüyor.
Şimdi, 24 yıldır yazdığım, bütünleştiğim, evimden daha çok vakit geçirdiğim, herkesten önce gelip herkesten sonra çıktığım gazeteme kayyım atandı. Köşelerimizi yazmamıza izin verilmiyor. Belki yakın zamanda işimize son verilecek. 15 yıldır biriktirdiğim kitaplarımı, çekmecelerimi toplayıp çıkacağım buradan. Kolay olmayacak, biliyorum.
Zaman’da 15 yıl Kültür Sanat editörlüğü yaptım. Ülkenin en güzel kültür sanat sayfalarından birini hazırladık. Çok sayıda genç, yetenekli gazeteci yetişti bu servisten. Hepsiyle çalışmak büyük onurdu. Bugün, hangi gazeteye gitseler, mesleklerinin en iyisi olacaklarından eminim. Hepsi dil bilen, kültürlü, donanımlı, dünyaya açık ve entelektüel düzeyi yüksek arkadaşlar. 15 yıldır onlarla yaptığımız işlerden hep gurur duyacağım. Dünya standartlarında, çok sesli, dil zevkini önceleyen, sanatın ve kültürün bütün şubelerinin hakkını vermeye çalışan kültür sanat sayfaları yaptık. Niteliksizliğe pirim vermedik. Kitaplarını tanıtmadığım, haberlerine yer vermediğim için birçok eski dostum ve arkadaşımla aram açıldı, küstüler bana. Bizim bir çıtamız ve ilkelerimiz vardı, taviz vermeyi hiç düşünmedik. Şimdi de olsa aynısını yaparım. (Şunu da bir kenara kaydedelim: Bugün Zaman’a kayyım atandığı için coşkuya kapılan, olup biteni alkışlayan kimi muhafazakâr, siyasal İslamcı, eski nurcu, sağcı, riyakâr, yeteneksiz yazar, şair ve gazeteci tayfası, burada yazmak için araya adamlar koydu, bin kere kapı aşındırdı. Kitaplarının, belgesellerinin tanıtılması için rica üstüne ricada bulundu, kendisiyle röportaj yapmamız için yalvardı. Hatta kendi kendine röportaj yapıp gönderdi yayımlamamız için. Zaman, onlar için öyle önemli, öyle büyük, öyle görkemli bir mecra idi. Biz, bunların hepsine direndik. Çünkü yeteneksiz ve riyakâr olduklarını çok iyi biliyorduk, direndik. Bizi solcu olmakla, onlara yaranmaya çalışmakla suçladılar. Kendi yeteneksizliklerinin farkında bile değillerdi. Bizi aşamayınca aracılar bulup üst yönetimden baskı yaptırdılar. Kendi arkadaşlarıma, yöneticilerime direndim. Buna rağmen bazıları kitaplarını, belgesellerini, filmlerini tanıttırmayı başardı. Zoraki, el ucuyla tanıttık. Tek pişmanlığım varsa, gönülsüz ve zoraki bile olsa, o niteliksizlerin ürünlere bu gazetede yer vermiş olmamdır. Allah affetsin.)
Zaman ile birlikte, tam on yıl, ülkenin en iyi kitap eklerinden birini çıkardık. Dünya çapında bir dergiydi. Adalet Ağaoğlu’nun, Hilmi Yavuz’un, Selim İleri’nin, Ferit Edgü’nün, İlhan Berk’in, Dağlarca’nın, Gülten Akın’ın, Alberto Manguel’in, Enis Batur’un, Ahmet Turan Alkan’ın, Geoff Dyer’ın, Javiar Marias’ın, John Banville’in, Murat Belge’nin , Per Petterson’un, Şavkar Altınel’in, Ülkü Tamer’in yazdığı, röportajlar verdiği bir kitap eki… Yayıncılık hayatımızın gurur nişanı. Kitap Zamanı, Türkiye ve edebiyatımız için büyük bir kazançtı. Emeği geçen kardeşlerimi kutluyorum. Eke yıllarca katkı sunan yazarlarımızı da… Buradan çıkıp gitsek bile gurur duyacağımız eserlerimiz yok olmayacak. Arşivlerde konuşup duracaklar.
Şimdi, bunca şeyden sonra, şu orta yaşın şafağında dönüp geçmişe bakıyorum. Bana yazmayı, kalem tutmayı hatta kalem açmayı dedem öğretmişti. Karıncalı dağlarında mavzerini omzuna asmış, doru atıyla dolaşan dedem… O dağ gibi adam. Bir gün, cebinden siyah boynuz saplı büyükçe çakısını çıkarmış, kalemimi alıp ucunu sol avucunun içine dayamış ve hayranlık uyandıran bir maharetle sivriltmişti ucunu. “İşte” demişti, “böyle yapacaksın!” Bugün, evimde bir bilgisayarım bile yok ama sayısız defterim ve kalemim var. Annemden miras kalan bir de kara saplı bıçağım… Üstelik dedemin gösterdiği usulle kalem açmayı da biliyorum. Başka ne isterim! Kağıt ve kalemin bulunduğu yerde, düşüncelerin gürlemesi için başka bir nesneye ihtiyaç yok. Yazabildiğim müddetçe var olacağımı, güçlü olacağımı, yaşama sevinciyle dopdolu olacağımı biliyorum.
Şimdi bu satırları, günlerdir polis kuşatması altındaki binamızda, adlarını, görevlerini, kim olduklarını bilmediğimiz onlarca garip insanın dolaştığı, bizimse her seferinde kimlik göstererek ve adlarımızı kaydettirerek girebildiğimiz binamızda yazıyorum.
24 yıldır cumartesileri benim yazdıklarımı okuyup mutlu olan insanları, okurlarımı mutsuz etmemek için. Onların yaşama sevincini kursaklarında bırakmamak için… Ekran, önümde sözcüklerin cıvıltısına açık. Bir yandan, Bach dinliyor ve dışarıdaki uysal ikindi ışığına dalıp gidiyorum. Tıpkı 27 yıl önceki İzmir baharında olduğu gibi, yine heyecanla, yine sözcüklerle oynaşmanın verdiği sevinçle… O günkü dostlarımı ve şimdiki çalışma arkadaşlarımı sevgiyle anarak…
Sevgili okurlar,
Gücüm yettiğince, haftalık yazılarımı buradan yazmaya çalışacağım. Bir gün yeni bir mecra açılana kadar. O mecra hiç olmayabilir. Buna da üzülmem. Edebiyat benim yaşam biçimim. Defterlerime, kendim için yazar ve kendim okuyarak mutlu olabilirim. Yazmayı, okumayı, kitapları, yazının bizzat kendisini sevdim. İnsanları, riyasız insanları çok sevdim. Yalancıları, nefret kusanları, düzenbazları, muktedirlerin yalakalarını sevmedim ama kin de duymadım onlara. Hiç kin duymadım. Sadece yok saydım, adlarını unutmak istedim, o kadar! Onlar beni hiç ilgilendirmiyor.
Hangi görüş ve düşünceden olursa olsun bu ülkenin dürüst, vicdanlı, merhametli, demokrat insanlarını seviyorum. Sayısız dostum var onlar arasında. Hemen hepsi aradılar, üzüntülerini bildirdiler, hep yanımda olduklarını söylediler. Hepsine saygılarımı, sevgilerimi, teşekkürlerimi iletiyorum. Bir gün saf ve katıksız inancın, dürüstlüğün, uygarlığın, bilimsel düşüncenin, iyiliğin ve merhametin galip geleceğine inanıyorum. Bu inançla yaşıyorum. O güzel dünyayı tüm merhametli, riyasız, demokrat insanlarla birlikte kuracağız, bundan adım kadar eminim. Böyle bir dünya yeniden kurulurken, edebiyatın büyük bir işlevi olacağına inananlardanım. Jules Renard’ın dediği gibi, yaşam, içinden bize düşen edebiyatı çıkardığımız bir maden ocağı… Madem artık toplumda konuşmak git gide zorlaşıyor. Öyleyse Michel Foucault gibi, “Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın gizli, zorlu, biraz da tehlikeli tılsımını keşfedebiliriz.” Yalnızca yazmanın ve üstelik böyle, sanal mecralarda yazmanın, belki yalnızca masasında, sarı sayfalı defterlere…
Yazacağız, yazacağım… Dedemin sivrilttiği o ilk kalemi unutmadan. O dağ gibi adamın bana duyduğu güveni yaşatarak… Mario Vargas Llosa’nın o benzersiz Neden Edebiyat yazısında dediği gibi, edebiyat bize bu dünyanın düzeninin bozuk olduğunu; bunun tersini ileri sürenlerin, güçlülerle talihlilerin yalan söylediklerini; dünyanın düzeltilebileceğini bize anımsatıp durmuyor mu?
27 yıl öncesinin İzmir baharına duyduğum sonsuz özlemle, edebiyata, dile, sözcüklere inancımı, bağlılığımı bir kere daha tazeliyorum. Belki birkaç gün sonra, bir grup arkadaş, bu kez İstanbul Boğazı’na bakan bir parkta oturmuş, yazı üstüne, dergiler ve kitaplar üstüne hayaller kuruyor olacağız. Hayal kurabiliyorsak, bu her şeye değer. Dünyayı yeniden kurabiliriz. Başkaları ne yaparsa yapsın, bize sözcükleri özgürce dalgalandırmak düşecek. Tertemiz, sevgiyle, aşkla, dünyanın bütün uygar ve güzel insanlarıyla birlikte…
Gayet iyi hatırlıyorum. 27 yıl önce, yine böyle bir bahardı. Apaydınlık, ılık, şerbetli bir ikindi sonrası beş arkadaş, İzmir’de İkiçeşmelik Parkı’nda buluşmuş, mürekkebinin buğusu tüten edebiyat dergimizin çıkışını kutluyorduk. Gevrek, gazoz çekirdek filan almış olmalıyız… Aşağılara, Konak meydanına, Körfez’e ve Karşıyaka kıyılarına bakıyor, baharın rayihasıyla köpüren içimizin heyecanını dizeler mırıldanarak; geleceğe, upuzun geleceğe dair sonsuz hayallere dalıp giderek çoğaltıyorduk. Yeryüzünde bir cennet varsa, o ikindi saatinde, orada kurulmuş olmalıydı.
Üniversiteyi bitirmiş, 50 lira aylıkla bir şirkette çalışıyordum. Diğer dört arkadaşım fakülte son sınıftaydılar. Biricik hülyamıza, dergimize kavuşmuştuk. Dergiye ait her şey, bütün mal varlığımız yanımızda, bir Bond çantanın içerisindeydi! Harçlıklarımızdan, arkadaşlarımızdan topladığımız bağışlardan, daha dergi çıkmadan yaptığımız abonelerden toplanan parayla çıkardığımız Kırkikindi’nin birinci sayısını matbaadan almıştık. Ayaklarımız yerden kesikti, bulutların üzerinde geziyorduk. Dünyanın en güçlü, en yetenekli, en cesur, en zengin adamlarıydık o gün orada. Öyle hissediyorduk kendimizi. Bankların üzerinde dergiyi elden ele dolaştırıyor, defalarca evirip çeviriyor, okşuyor ve onun bizim eserimiz olduğuna inanmakta hâlâ güçlük çekiyorduk. Mutluyduk ve bunu bütün İzmir, hatta bütün dünya duysun istiyorduk.
O gün orada neler konuştuk, çoğunu hatırlamıyorum. Unutamadığım şudur: Bizim geleceğimiz, mesleğimiz, hayalimiz edebiyat… Ne olursa olsun bundan vazgeçmeyeceğiz! Yazacağız, yazmalıyız… Dergiyi ne pahasına olursa olsun sürdürmeliyiz.
O kutlama aynı zamanda bir vedaydı. Mardin’e öğretmen olarak tayin edilmiştim ve gidiyordum. Dergiyi arkadaşlarıma bırakıyordum. Şimdi hayal meyal… Bir sürü tembihte bulundum. Mektuplara zamanında cevap vermelerini, kitapçılara bıraktığımız dergilerin parasını sıkı takip etmelerini, ikinci sayının yazılarını zamanında hazırlamalarını istedim. Bütün bunlar olurken, İzmir Körfezi önümüzde bütün sükûnetiyle uzanmış ruhumuzu okşarken, ilk yazın ikindi serinliği sevincimizle kol kola girip bizi başka gezegenlere davet ediyorken, havanın kararıp gittiğinden haberimiz bile olmamıştı. İzmir, zaten insana zamanı unutturmak konusunda oldukça mahirdir.
Sonrası mı? Ben Mardin’e gittim. Derginin ikinci sayısı arkamdan geldi. Üç ay sonra istifa edip İzmir’e döndüm. Üçüncü ve son sayımızı çıkardık. Dergi kapandı. İstanbul’a geldim. Başka dergilerde yazmaya başladım.
Bir gün, nasıl olduysa, Zaman’da bir sütun açıldı: Gülsaati… Haftada bir, yazmaya başladım. (Haziran, 1992) Daha 26 yaşındaydım, gençtim. Zamanla alıştım, okurlar da alıştı. Yüzlerce mektup geliyordu. Ülkenin her yerinden dostlarım, okurlarım olmuştu. Artık çok okunan bir ‘köşe‘ yazarıydım. İlk kitabım „Mavisini Yitirmiş Yaşamak“, 1995’in Aralık ayında çıktı. Beklemediğim bir okur kitlesine ulaştı. Kader ağlarını örüyordu!
1996’da askere gittim. 8 ay köşeyi boş bırakırsam, dönüşte yerinde bulamayabilirdim. İki aylık yazıyı gazeteye bıraktım. Sonra bir yolunu bulurdum elbet. Acemilik döneminde üç ay, Tugay Komutanı’nın oğluna Türkçe-Edebiyat çalıştırmakla görevlendirdim. Başka işim yoktu. Yazılarımı rahatça yazabiliyor, bizim gazetenin bürosuna giderek merkeze fakslıyordum. Yazılarımı komutan da okuyordu. Bana olumlu-olumsuz bir yorum yapmıyordu ama akşamları evde beğendiğini söylüyormuş, oğlu gelip bana iletiyordu. Acemiliği bitirip Doğubayazıt’a gittiğimde işler değişecekti. Tabur komutanı ilk gün karşısına aldı ve yazar olduğum için tebrik etti. “Fakat” dedi, “artık burada yazmayacaksın!” Buna söz veremezdim, sustum. Yazmadan yaşamam, üstelik kışlanın stresine dayanabilmem mümkün değildi. Yazılarımı geceleri silahlıkta, kimi zaman sıhhiye çavuşu arkadaşın odasına üzerimden kilitleyerek yazıyordum. Beyaz kâğıtlara siyah pilot kalemle…
Ertesi gün nizamiye kapısına gelen eskiden tanıdığım bir öğretmen arkadaşa teslim ediyordum yazıyı, faks parasıyla birlikte… O da sanırım bir benzin istasyonundan gazeteye fakslıyordu. Askerde, sekiz ay boyunca yazılarımı hiç aksatmadım. Yanımda götürdüğüm bir antoloji ve birkaç kitabı döne döne okuyarak, sözcükleri zihnimde döndürerek, yazarak, düzelterek, yeniden yazarak… Posta çavuşuna ısmarladığım gazete gelince yazımı defalarca okuyarak kışlanın bütün sıkıntısını, gurbeti, ailemin ve dostlarımın hasretini giderebiliyor, yaşama sevinci bulabiliyordum.
Doksanlı yıllarda, iki binlerde hastalıklar ve zorunlu aralar dışında hep yazdım ZAMAN’da. Tam 24 yıl, çeyrek asır… Şimdi orta yaşıma geldim. Yeryüzünde dünya malı olarak taksitleri bitmemiş bir evim, yine taksitle alınmış ikinci el bir arabam ve 13 kitabım var. Hiçbir dünya nimeti beni mutlu etmedi, edemiyor. Yazmak, yalnız yazmak… Bir hafta boyunca sözcükleri, cümleleri gezdirip duruyorum zihnimde. Onlardan bahçeler kuruyor, heykeller yontuyorum. En iyi dostlarım, ölmüş yazarlar. Sonra günümüzün birkaç usta yazarı ve genç çalışma arkadaşlarım, dostlarım… Yazmaktan başka bir iş, elimden gelmiyor ne yazık ki. Baba mesleği çiftçiliği sanırım beceremem. Öğretmenlikse, artık mümkün görünmüyor.
Şimdi, 24 yıldır yazdığım, bütünleştiğim, evimden daha çok vakit geçirdiğim, herkesten önce gelip herkesten sonra çıktığım gazeteme kayyım atandı. Köşelerimizi yazmamıza izin verilmiyor. Belki yakın zamanda işimize son verilecek. 15 yıldır biriktirdiğim kitaplarımı, çekmecelerimi toplayıp çıkacağım buradan. Kolay olmayacak, biliyorum.
Zaman’da 15 yıl Kültür Sanat editörlüğü yaptım. Ülkenin en güzel kültür sanat sayfalarından birini hazırladık. Çok sayıda genç, yetenekli gazeteci yetişti bu servisten. Hepsiyle çalışmak büyük onurdu. Bugün, hangi gazeteye gitseler, mesleklerinin en iyisi olacaklarından eminim. Hepsi dil bilen, kültürlü, donanımlı, dünyaya açık ve entelektüel düzeyi yüksek arkadaşlar. 15 yıldır onlarla yaptığımız işlerden hep gurur duyacağım. Dünya standartlarında, çok sesli, dil zevkini önceleyen, sanatın ve kültürün bütün şubelerinin hakkını vermeye çalışan kültür sanat sayfaları yaptık. Niteliksizliğe pirim vermedik. Kitaplarını tanıtmadığım, haberlerine yer vermediğim için birçok eski dostum ve arkadaşımla aram açıldı, küstüler bana. Bizim bir çıtamız ve ilkelerimiz vardı, taviz vermeyi hiç düşünmedik. Şimdi de olsa aynısını yaparım. (Şunu da bir kenara kaydedelim: Bugün Zaman’a kayyım atandığı için coşkuya kapılan, olup biteni alkışlayan kimi muhafazakâr, siyasal İslamcı, eski nurcu, sağcı, riyakâr, yeteneksiz yazar, şair ve gazeteci tayfası, burada yazmak için araya adamlar koydu, bin kere kapı aşındırdı. Kitaplarının, belgesellerinin tanıtılması için rica üstüne ricada bulundu, kendisiyle röportaj yapmamız için yalvardı. Hatta kendi kendine röportaj yapıp gönderdi yayımlamamız için. Zaman, onlar için öyle önemli, öyle büyük, öyle görkemli bir mecra idi. Biz, bunların hepsine direndik. Çünkü yeteneksiz ve riyakâr olduklarını çok iyi biliyorduk, direndik. Bizi solcu olmakla, onlara yaranmaya çalışmakla suçladılar. Kendi yeteneksizliklerinin farkında bile değillerdi. Bizi aşamayınca aracılar bulup üst yönetimden baskı yaptırdılar. Kendi arkadaşlarıma, yöneticilerime direndim. Buna rağmen bazıları kitaplarını, belgesellerini, filmlerini tanıttırmayı başardı. Zoraki, el ucuyla tanıttık. Tek pişmanlığım varsa, gönülsüz ve zoraki bile olsa, o niteliksizlerin ürünlere bu gazetede yer vermiş olmamdır. Allah affetsin.)
Zaman ile birlikte, tam on yıl, ülkenin en iyi kitap eklerinden birini çıkardık. Dünya çapında bir dergiydi. Adalet Ağaoğlu’nun, Hilmi Yavuz’un, Selim İleri’nin, Ferit Edgü’nün, İlhan Berk’in, Dağlarca’nın, Gülten Akın’ın, Alberto Manguel’in, Enis Batur’un, Ahmet Turan Alkan’ın, Geoff Dyer’ın, Javiar Marias’ın, John Banville’in, Murat Belge’nin , Per Petterson’un, Şavkar Altınel’in, Ülkü Tamer’in yazdığı, röportajlar verdiği bir kitap eki… Yayıncılık hayatımızın gurur nişanı. Kitap Zamanı, Türkiye ve edebiyatımız için büyük bir kazançtı. Emeği geçen kardeşlerimi kutluyorum. Eke yıllarca katkı sunan yazarlarımızı da… Buradan çıkıp gitsek bile gurur duyacağımız eserlerimiz yok olmayacak. Arşivlerde konuşup duracaklar.
Şimdi, bunca şeyden sonra, şu orta yaşın şafağında dönüp geçmişe bakıyorum. Bana yazmayı, kalem tutmayı hatta kalem açmayı dedem öğretmişti. Karıncalı dağlarında mavzerini omzuna asmış, doru atıyla dolaşan dedem… O dağ gibi adam. Bir gün, cebinden siyah boynuz saplı büyükçe çakısını çıkarmış, kalemimi alıp ucunu sol avucunun içine dayamış ve hayranlık uyandıran bir maharetle sivriltmişti ucunu. “İşte” demişti, “böyle yapacaksın!” Bugün, evimde bir bilgisayarım bile yok ama sayısız defterim ve kalemim var. Annemden miras kalan bir de kara saplı bıçağım… Üstelik dedemin gösterdiği usulle kalem açmayı da biliyorum. Başka ne isterim! Kağıt ve kalemin bulunduğu yerde, düşüncelerin gürlemesi için başka bir nesneye ihtiyaç yok. Yazabildiğim müddetçe var olacağımı, güçlü olacağımı, yaşama sevinciyle dopdolu olacağımı biliyorum.
Şimdi bu satırları, günlerdir polis kuşatması altındaki binamızda, adlarını, görevlerini, kim olduklarını bilmediğimiz onlarca garip insanın dolaştığı, bizimse her seferinde kimlik göstererek ve adlarımızı kaydettirerek girebildiğimiz binamızda yazıyorum.
24 yıldır cumartesileri benim yazdıklarımı okuyup mutlu olan insanları, okurlarımı mutsuz etmemek için. Onların yaşama sevincini kursaklarında bırakmamak için… Ekran, önümde sözcüklerin cıvıltısına açık. Bir yandan, Bach dinliyor ve dışarıdaki uysal ikindi ışığına dalıp gidiyorum. Tıpkı 27 yıl önceki İzmir baharında olduğu gibi, yine heyecanla, yine sözcüklerle oynaşmanın verdiği sevinçle… O günkü dostlarımı ve şimdiki çalışma arkadaşlarımı sevgiyle anarak…
Sevgili okurlar,
Gücüm yettiğince, haftalık yazılarımı buradan yazmaya çalışacağım. Bir gün yeni bir mecra açılana kadar. O mecra hiç olmayabilir. Buna da üzülmem. Edebiyat benim yaşam biçimim. Defterlerime, kendim için yazar ve kendim okuyarak mutlu olabilirim. Yazmayı, okumayı, kitapları, yazının bizzat kendisini sevdim. İnsanları, riyasız insanları çok sevdim. Yalancıları, nefret kusanları, düzenbazları, muktedirlerin yalakalarını sevmedim ama kin de duymadım onlara. Hiç kin duymadım. Sadece yok saydım, adlarını unutmak istedim, o kadar! Onlar beni hiç ilgilendirmiyor.
Hangi görüş ve düşünceden olursa olsun bu ülkenin dürüst, vicdanlı, merhametli, demokrat insanlarını seviyorum. Sayısız dostum var onlar arasında. Hemen hepsi aradılar, üzüntülerini bildirdiler, hep yanımda olduklarını söylediler. Hepsine saygılarımı, sevgilerimi, teşekkürlerimi iletiyorum. Bir gün saf ve katıksız inancın, dürüstlüğün, uygarlığın, bilimsel düşüncenin, iyiliğin ve merhametin galip geleceğine inanıyorum. Bu inançla yaşıyorum. O güzel dünyayı tüm merhametli, riyasız, demokrat insanlarla birlikte kuracağız, bundan adım kadar eminim. Böyle bir dünya yeniden kurulurken, edebiyatın büyük bir işlevi olacağına inananlardanım. Jules Renard’ın dediği gibi, yaşam, içinden bize düşen edebiyatı çıkardığımız bir maden ocağı… Madem artık toplumda konuşmak git gide zorlaşıyor. Öyleyse Michel Foucault gibi, “Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın gizli, zorlu, biraz da tehlikeli tılsımını keşfedebiliriz.” Yalnızca yazmanın ve üstelik böyle, sanal mecralarda yazmanın, belki yalnızca masasında, sarı sayfalı defterlere…
Yazacağız, yazacağım… Dedemin sivrilttiği o ilk kalemi unutmadan. O dağ gibi adamın bana duyduğu güveni yaşatarak… Mario Vargas Llosa’nın o benzersiz Neden Edebiyat yazısında dediği gibi, edebiyat bize bu dünyanın düzeninin bozuk olduğunu; bunun tersini ileri sürenlerin, güçlülerle talihlilerin yalan söylediklerini; dünyanın düzeltilebileceğini bize anımsatıp durmuyor mu?
27 yıl öncesinin İzmir baharına duyduğum sonsuz özlemle, edebiyata, dile, sözcüklere inancımı, bağlılığımı bir kere daha tazeliyorum. Belki birkaç gün sonra, bir grup arkadaş, bu kez İstanbul Boğazı’na bakan bir parkta oturmuş, yazı üstüne, dergiler ve kitaplar üstüne hayaller kuruyor olacağız. Hayal kurabiliyorsak, bu her şeye değer. Dünyayı yeniden kurabiliriz. Başkaları ne yaparsa yapsın, bize sözcükleri özgürce dalgalandırmak düşecek. Tertemiz, sevgiyle, aşkla, dünyanın bütün uygar ve güzel insanlarıyla birlikte…