15 Temmuz darbe girişimi sırasında NATO’da görevli olan Cafer Topkaya, yurda dönün emriyle Türkiye’ye gelen ve tutuklanan komutanlardan biri. 16 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen Cafer Topkaya, Twitter hesabında kurulan kumpasları, yapılan zulümleri ve çektiği çileleri anlattı.
Cihat Yaycı’nın iftirasıyla zulme maruz kaldığını belirten Topkaya, ‘Çok yoruldum dostlar. Sizi de yordum, kusura bakmayın. En başta dedim ya, yazmasam deli olacaktım. Yazarak yürek yükünü size devrettimse kusura bakmayın. Şu küçük hediyemi kabul buyurun.’ ifadesiyle şu bilgileri paylaştı:
CİHAT YAYCI VE ZAVALLI ORTAKLARININ REZİLLİKLERİ
Kendi personeline kumpas kuran ihbarcı Cihat Yaycı ve zavallı suç ortaklarının rezillikleri, Brüksel’den Ankara’ya dönen bir NATO’cu (!) subayın yaşadıkları, tanık oldukları, sanık oldukları vs. Uykusuzlar için bu gece başlıyoruz. Uykusunu kaçırdıklarım da kusura bakmasın artık.
Darbe girişimini takip eden karanlık günlerdi. 1 yıldır görev yaptığım NATO karargahında, ülkem adına utanç duymadığım, yüzümün kızarmadığı bir gün geçmiyordu. Yolsuzluk, terör, otokrasi, insan hakları ihlalleri artık sıradanlaşmış, işkence görüntüleri manşetlere taşınıyordu.
KHK’larla ve Gnkur.Bşk.lığından gelen emirlerle NATO’da görev yapan personelimizin tamamına yakını ihraç edilmiş/açığa alınmış veya görev süresi sonlandırılarak 2-3 gün içerisinde Türkiye’ye dönmesi emredilmişti.
NATO karargahı bu skandalla çalkalanıyordu. Yabancılar, Türkiye’nin yakın zaman önce hassas incelemeden geçirip gönderdiği ve NATO’nun en gizli birimlerinde birlikte mesai yaptıkları kişilerin yine Türkiye tarafından bir gecede terörist ilan edilmesini anlayamıyorlardı.
O denli saçmalıklar yaşandı ki o süreçte. Troller güruhu haline gelen medyaya, birileri tarafından darbe girişiminin arkasında NATO’nun bulunduğu, hatta darbe planının NATO’da görevli Türk subayları tarafından yapıldığı gibi kara mizah türünden yayınlar yaptırıldı.
Sonra daha ahmakça bir hareketle, NATO’dan 15 Temmuz öncesi ve sonrasına ait güvenlik kamerası görüntüleri talep edildi. Ve Türkiye’nin veto yetkisi olan, karar mekanizmalarında eşit söz hakkına sahip olduğu tek uluslar arası kurumdaki zor kazanılmış prestiji yerle bir edildi.
Bunu yapmak o ülkenin egemenliğinin ihlalidir. Suçtur. Nitekim bu ve benzeri fiilleri planlarken veya icra ederken yakalananlar ciddi sıkıntılar yaşadılar; bazıları uzun süre tutuklu kaldı.
İşte böyle bir ortamda, NATO karargahında göreve devam etmekte olan 3-5 askerden birisi iken, şube müdürüm Alb. A.B. ile birlikte, Gnkur.Bşk.dan 10 Ekim 2016 gecesi gelen İVEDİ bir emirle, 2 gün sonra, Gnkur. Karargahında yapılacak bir toplantıya katılmak üzere emir aldık.
Durum aslında çok açıktı. Daha 1 hafta önce, onlarca askerî ataşe toplantı için Ankara’ya çağrılmış ve güvendikleri komutanları tarafından toplantı salonu kilitlenip esir alınarak polise teslim edilmişti. Bu toplantının da ondan farklı olmadığı belliydi.
Şubede birlikte görev yaptığımız yabancı bir arkadaş bile “Bu konunun bu kadar ivedi olması mümkün değil. Sizi tuzağa düşürecekler. Gitmeyin!” dedi.
Kendisine, asker olarak emirlere itaat etmekle yükümlü olduğumuzu, gitmememizin suçluluk psikolojisi olarak algılanabileceğini, kaldı ki gözaltına alınsak bile hiçbir suçumuz olmadığı anlaşılacağında zaten serbest kalacağımızı söyledik.
Uçağa bineceğimiz sırada Alb.A.B. küçük çocuğunun bir kaza geçirip hastaneye kaldırıldığını öğrenince ailesinin yanına dönmek zorunda kaldı. Ben ise Atatürk Havalimanında pasaport kontrolünden hiçbir sorun yaşamadan geçip Ankara uçağına bindim.
Esenboğa’da ve gece kalmak için gittiğim Merkez Orduevinde de hiçbir sorun yaşamayınca boşuna kuruntu yaptığımızı düşünmeye başladım. İyimserliğime hayranım 🙂
13 Ekim 2016 sabahı erkenden Gnkur. karargahına gittim. İçeri girerken de, NATO’daki delegasyonumuzun gönderdiği evrakları teslim etmek için gittiğim General-Amiral Şube ve Merkez Dairede de hiçbir sorun yaşamadım.
Toplantı öncesinde, toplantıyı organize eden Yb.Mehmet Cenk’i odasında ziyaret ederek hediye olarak götürdüğüm çikolatayı verdim. Mahcup bir şekilde mesai arkadaşı Alb.Cantürk Köletelioğlu’na dönerek gayri ihtiyari “Biz n’apıyoruz, adam n’apıyor” dedi.
Toplantının beni bir süre oyalamak için yapıldığı çok belliydi. Nedenini anlatacağım. Bu arada toplantıya başkanlık eden, Gn.P.P’de önemli bir kadroda çalışan, askeri ataşelik yapmış kurmay albayı tanımak, 15 Temmuz tasfiyelerinin TSK’yı ne hale getirdiğini anlamamı sağladı.
Türkiye’nin tanımadığı GKRY’nin adının NATO standartlarında Cyprus olarak geçirilmeye çalışıldığını söylediğimde bu kurmay kıdemli albay “Biz GKRY’yi tanımıyor muyuz?” dedi. Şaka mı yapıyor diye baktım; yok, gayet ciddiydi. Asıl şakayı birazdan yapacaklardı.
Bu gereksiz ve sahte toplantı bitince karargahtan çıkıp hava alanına gitmek için nizamiyeye gittim. Ancak içeri girerken sorunsuz çalışan giriş kartım şimdi turnikeleri açmıyordu. Yanıma gelen bir albay gözaltına alınacağımı söyleyerek bekleme odasına aldı.
Biraz sonra gelen 3 TEM polisine hangi dosya kapsamında işlem yaptıklarını sordum. “Hakkında bir soruşturma yok. Kurumun (=Cihat Yaycı) gözaltına alınmanı istedi” dediler.
Tutuklanmamdan sonra Alb.Ömer Efe beni yakalatmak için o toplantıyı ayarladıklarını itiraf etmiş. Halbuki polis raporu “Twitter hesaplarının Cafer Topkaya’ya ait olup olmadığı konusunda kesin bilgi içermemektedir… teyide muhtaç bilgiler olduğu gözardı edilmemelidir.” diyor.
Bavulumu, üzerimi ve cüzdanımı telaşlı bir şekilde aramaya başladılar. Bir şey bulamayınca “dolar nerede” dediler? Ben saf bir şekilde “Maaşımı Euro olarak alıyorum” dedim. “Onu değil, 1 dolar nerede” dediler. Gülmemek için zor tuttum kendimi. Ama adamlar çok ciddiydi.
Gözaltına alırlarken eşimi, birliğimi arayıp haber vermek için izin istedim, ama bir gerekçe bildirmeden yurt dışını arayamayacağımı söylediler. Eşim, 3 çocuğum ve emrinde görev yaptığım komutanlarım için huzursuz ve uykusuz bir gece başlıyordu.
Arabaya atıp muayene için hastaneye götürürken yolda 3 polisten yaşlıca olanı, ki nispeten biraz daha insancıldı, çocuklarımın Belçika’da hangi okula gittiklerini sordu. Devlet okuluna gittiklerini söyleyince “Flamingoca mı öğreniyorlar?” dedi. Maalesef o da şaka yapmıyordu.
Nihayet muayene ve TEM şubedeki kayıt işlemleri tamamlanınca, 15 Temmuz sonrasında nezarethaneye dönüştürülen, pencerelerinden meşhur kaçAK sarayın görülebildiği spor salonuna koydular.
Salonda yüz civarında insan vardı. Günlerdir bekletilenlerin saçı sakalı birbirine karışmıştı. Salonun kıyısından köşesinden 15 Temmuz döneminden kalma kanlı bandajlar fışkırıyordu. “İşkence yok” diyen varsa hala, arasın konuşalım
Kahvaltı 1 adet bayat krem peynir ve 2 hamburger ekmeği, akşam yemeği 1’er kaşık 2 çeşit yemek ve 2 hamburger ekmeğinden ibaretti. Bir iki gün sonra hızlı kilo vermekten pantolonlar bol gelip düşmeye başladı.
Salonda sıfırdan yeni bir ülke kuracak insan kaynağı vardı. Hemen buna da bir çözüm buldular: Pet şişelerin etiketleri çıkarılıp ucuca eklenerek kemerler yapıldı.
İlk zamanlar zeminde yatıyormuş insanlar. Haber yapılınca 50 sünger, 100 battaniye ve yastık getirmişler. Ama ortalama mevcut yüzden fazla olunca süngerleri yatay olarak serip 1 tanede 2-3 kişi yatılıyordu.
Ankara’da Ekim ayının geceleri serindir, bilen bilir. Ne hikmetse geceleri havalandırmadan soğuk hava, gündüzün güneşli vaktinde sıcak hava veriliyordu. Şikayet ettiğimizde “Görevli memur şu an yok. Biz kapatmayı bilmiyoruz” diyorlardı. Yersen!
Salonun tepesindeki dev spot lambaları gece boyunca açık tutuyorlardı. Bir de etrafta dolaşıp duran polislerin bağrış-çağrışları, sigara dumanları vs. olunca uyumak cidden zor oluyordu.
Hepsi bir yana, ama Satı adındaki polisi o salondakiler kolay kolay unutamazlar herhalde. O kadar adice hakaretler ediyor, o kadar gereksiz yere gerilim üretip insanları tahrik ediyordu ki anlatamam. Birisi itiraz edecek olduğunda “Burası cezaevi, istediğimi yaparım” dedi!
TSK’da oluşan zaafiyet Emniyette de vardı. Bir zamanların doktoralı polislerinin yerini şimdi nezarethane ile cezaevi arasındaki farkı bilmeyen, kolları dövmeli, şırınga izli at hırsızı kılıklı adamlar almıştı.
Birkaç gün sonra birini getirip salonun köşesine yerleştirdiler. Bize de onun tecritte olduğunu, yaklaşıp konuşmanın yasak olduğunu söyleyip uyardılar. Adam sürekli ağlıyordu. Volta atarken biraz yaklaşıp sordum: 15 Temmuz’da tutuklanan, ismi çok bilindik bir subaydı.
3 aydır tutuklu olduğu halde cezaevinden çıkartılıp işkence edilmesi için tekrar polise teslim edilmişti. Her gün bir savcı salona geliyor, bu subayın eşini de getirtip tehditler savuruyor, isimler vermesi, suçlamaları kabul etmesi için zorluyordu.
Eşi de tutuklanırsa 2 küçük kızı ortada kalacaktı. Bunu bilen savcı “eşini de KPSS soruşturmasına dahil ederim” tehditleriyle psikolojisini mahvediyordu.
Duş almak serbest, havlu bulundurmak yasak. OHAL kapsamında gözaltı süresi 30 gün. Duş almak istediğinizde ıslak mendil malzemesinden üretilmiş, berberlerin kullandığı türden 20×20 cm’lik bir havlu veriyorlar. Ve tutanak imzalatıyorlar: banyo malzemesi verildi!
Bavulumda pijamam vardı ama ısrarla vermiyorlardı. 30 gün üzerindeki kıyafetle yatıp kalkacaksın. Çamaşır yıkasan sabun yok, adi bir şampuan var. O da öğleden sonra bitiyor ama ertesi sabaha kadar yenisi koyulmuyor.
Her gün bir sağlık ekibi getirilip herkes muayeneden geçiriliyordu. Sağolsun doktorlar ellerinden geldiğince yardımcı olmaya gayret ediyordu. Ama polis hep yanı başında, işkence-kötü muamele demek cesaret ister.
Şikayetinizi söylüyorsunuz, doktor ilaç varsa veriyor, ama protokol defterine şikayetiniz ve uygulanan tedavi yazılmıyor. Bir defasında sağlık memuruna “kendinizi böyle kurtaramazsınız” dedim. Çaresiz bir ifadeyle yüzüme baktı.
Salonda ayakkabı giymek yasak olduğundan yalın ayak volta atıyorduk. Ama ilk 1-2 günden sonra bacak kasları maraton koşmuş gibi yorulup kasıldı. Yetersiz beslenme de cabası. Tutuklanıp cezaevine girmek bile neredeyse ütopya gibi görünmeye başladı.
2 tıp profesörü vardı. Bir Körfez emirliğinden karga tulumba getirilmişler. Biri evliymiş, eşi ve çocukları da gözaltında. Sağolsunlar tavsiyeleriyle sağlıklı kalmamıza yardımcı oluyorlardı.
Birisi çok ilginç bir bilgi paylaştı: Tankın önüne yatan Metin Doğan’ı hatırladınız mı? 15 Temmuz’dan 3 gün önce, telefonda konuşurken tankın önüne yatma provası yaptığını söylerken duymuş bu profesörün üniversitedeki bir arkadaşı. Anlam verememiş haliyle.
15 temmuz gecesi televizyonda görünce anlamış ne dolap döndüğünü. Sonra bu profesörü polis sorgusuna götürdüler. Geldiğinde dağılmıştı. Dövmüşler, yere yatırıp ağzına namluyu sokup öldürmekle tehdit etmişler, binanın camından sarkıtmaya çalışmışlar.
Gözaltımın 5. gününde polis ifademi aldı, baro avukatı nezaretinde. Suçlamalar: Genel dil ve KPDS notlarımın 90+ olması, NATO’da görev yapıyor olmak ve Cihat Yaycı’nın uyduruk ihbarıyla üstüme kalan @CCemAydin1 adlı bir hesabı işletiyor olmak.
Cevap: “Anadolu Lisesi okuduğumdan İngilizcem askeri liseden beri hep 95+ olmuştur. NATO’ya gitmemi Gnkur.Bşk. Hulusi Akar, 2.Bşk.Yaşar Güler ve Dz.K.K.Bülen Bostanoğlu onayladı. Hata varsa onlara sorun. Ve o hesaba bi bakın, halen yazıyor mu?” An itibarıyla yazıyordu 😉
Dosyamı hazırlayıp savcılığa sevk ettiler. Polisler dosyayla savcının odasına girip 5-10 dakika sonra çıktılar. Savcı dosyayı tutuklamaya yeterli bulmamıştı. Oysa tutuklamadan daha azı Cihat Yaycı’yı tatmin etmiyordu. Tekrar TEM şubeye döndük.
Giderken kaydımı düştüklerinden dönünce tekrar kayıt yapmak için bir ofise aldılar. Bu sırada bir memur 2 IŞİD’li getirdi. “Bunları savcı bey gönderdi, Bu gece kalcaklar, yarın bırakıcaz” dedi. Dediği gibi, ertesi gün salıverdiler kendi Çorumlu, eşi Endonezyalı IŞİD’liyi
16 yıl askerlik hizmeti yaptığım devletim IŞİD’lilere gösterdiği şefkati bana ve emsalime çok görmüştü. Bu şartlarda 1 hafta daha bekletildim.
Bir deniz subayı getirildi, 93’lü, albay. Ama ortama çok hazır, eşofmanlı ve terlikli geldi. Biz 100 küsur kişi banyo-tuvalet için 5 çift terliği ortak kullanırken o kendi terliklerini giyiyor. Büyük lüks. “Efenim hayırdır?” dedim. Hikayesi dehşet vericiydi.
İstanbul’da bir adam gidip itirafçı/gizli tanık olmuş. “93’lülerin mahrem abisiydim, Deniz Lisesinden Deniz Harp Okuluna geçmek için girdikleri sınavın sorularını verdim” deyip 30-40 kişinin ismin vermiş. Gözaltına alınmışlar 30 gün.
Mahkemede “askeri liselerden harp okuluna geçerken sınav olmaz. Mezun olanlar otomatikman harbiyeye başlar” gerçeğini ispatlamaya çalışmışlar. Hakim de vicdanlıymış ki hepsini serbest bırakmış. Herkes kendi evine gitmiş. Albay Y. de Ankara’ya gelmiş.
1-2 gün sonra avukatı arayıp “savcı karara itiraz etti. Tutuklanacaksınız” demiş. Peki deyip İstanbul emniyetini aramış. “Biz meşgulüz, Ankara alıp bize getirsin” demişler. Peki deyip Ankara emniyetini aramış. “Bize böyle bi talep gelmedi” demişler.
10-15 gün tutuklanmak için yalvardıktan sonra o gün şafak vakti evini basmışlar uzun namlulu silahlarla. Neticede firari Albay Y. yi kaçmak üzereyken yakalıyor IŞİD’lileri serbest bırakan devletimiz. Nerden baksan büyük başarı!
Tabi İstanbul’daki 30 günlük gözaltında canı yanan albayım bu defa hiç giyinmeden, üzerindeki eşofman ve ayağında terlikle teslim olmuş yüce Türk adaletine. Ankara’da bizimle 10 gün civarında kaldıktan sonra İstanbul’a yolladılar.
Sigorta acenteliği yapan bir adamcağız vardı. Eşi de gözaltındaydı. Yandaki bir esnaf bunun dükkanına göz koymuş, istemiş vermemiş. Defalarca farklı mevzulardan ihbarlar yapmış, bizim ihbarcı Cihat Yaycı gibi. Nihayet 15 Temmuz’dan sonra muradına ermiş böylece.
Aile Bakanlığından 10-15’erli paketler halinde insanlar geliyordu. Müsteşar, kendine laf gelmesin diye, AKP’li olmayan personelini sıradan gözaltına aldırıyormuş. Patagonya cumhuriyetinin sıradan ahvali.
SGK müfettişi 4 genç vardı. Suçları aynı evde kalmak. Ha bir de, o genç yaşlarında, bir güneydoğu şehrindeki tıp merkezlerinde yapılan milyarlık yolsuzluğu tespit edip mahkemeye sevk etmek. Bahse konu tıp merkezlerinin patronları hangi partili dersiniz?!
Bir gün de İzmir’de gözaltına alınan bir amirali getirdiler. Meslek hayatı başarılarla dolu, gözaltındayken bile devlete laf söyletmeyen bir vatansever. Ailece 3 kuşak CHP’li. Suçu FETÖ’cü olmak. Yersen!
Daha Harp Okulundayken, 80’li yıllarda başlamış çekemeyen arkadaşlarının iftiraları, ihbarları. Bilmem ki Cihat Yaycı da o ihbarcılardan mıydı! Alnının akıyla çıkmış bütün soruşturmalardan.
15 Temmuz’da Dz.K. karargahındaki en kıdemli komutan. Askeri hiyerarşiye uygun olarak, Gnkur.Bşk.lığından gelen mesaj emirlerini alt birliklere pas ettirmiş. Tek suçu bu. Karargahta yüzlerce asker olduğu halde dışarıya tek kurşun sıkılmamış. Kimsenin burnu kanamamış.
O Ankara’da ecel terleri dökerken Dz.K.K Bülent Bostanoğlu ve sözde Donanma Komutanı Veysel Kösele kurtlarını dökmek için İstanbul düğün salonlarında dolaşıyor İstanbul’da. Kabak onlara vekalet edenin başına patlıyor. Size de pis bir koku gelmiyor mu sahi?!
Kuvvet Komutanına aslında Personel Bşk. Tümamiral Macit Arslan vekalet ediyor o akşam. Bakmayın soyadının arslan olduğuna, orduevinden dışarı çıkmaya korkuyor. Bu amiralimizi arayıp “var mı bi durum?” diyor. O da “televizyonu açarsanız durumu görürsünüz” diyor.
Gece ölü taklidi yapan Macit Arslan, sabah kurşun sıkılmayan karargaha gelip terör estiriyor. Ve amiraller dahil karargahtaki bütün personeli tutuklatıyor. Neticede o şerefiyle (!) emekli olurken canı pahasına karargahı zapt-u rapt altında tutanlara ağırlaştırılmış müebbet.
Gözaltına alınışımın 13. gününde tekrar savcılığa… Selda Binboğa Karapınar hanım dosyayı bu defa beğenmiş olmalı ki huzuruna kabul etti. Bu defa elini yükseltip ByLock’tan açtı. “Ben sadece haberlerde duymuşum ByLock’u, tanımam, bilmem. Kiminle ne görüşmüşüm?” Cevap yok.
Şimdi sıkı durun. 16 ay tutuklu kalıp tahliye edilmemden sonra Cumhuriyet Başsavcısı Vekilinin mahkemeye gönderdiği yazı: “sanık Cafer TOPKAYA’ya ait TC kimlik numarası veya GSM numarasının bulunmadığından ByLock sorgusu yapılamamıştır.”
Tahliye kararında 16 ay tutukluluk sonunda; HTS kaydı, Dijital materyaller, Bylock, Dernek, vakıf ya da sendikalara üye olup olmadığı hususunda ilgili kurumlara yazılan hiçbir müzekkereye cevap yok. Dosya bomboş! Ben şimdi bu tutukluluğa esaret demekte haksız mıyım?
Gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi bir huyu varmış. Benim ve Dz.K.’lerinden atılan, tutuklanan yüzlerce insanın ByLock’la yegane irtibatı, iftiracı Cihat Yaycı ve zavallı suç ortaklarının Kuvvete gelen ByLock listesinin ekine adımızı eklemiş olmasından ibaretmiş meğerse!!
18.10.2016 tarihli savunmamda bunu dile getirmem üzerine 25. Ağır Ceza Mahkemesi, Ankara C. Başsavcılığından, birçok soruşturmanın seyrini değiştirebilecek bu konunun incelenmesini istedi. Hadi hayırlı olsun Cihat efendi. Artık senin de nur topu gibi bir soruşturman var.
Adalet topaldır ama kör değildir ihbarcı, kumpasçı, iftiracı Cihat Yaycı ve zavallı suç ortakları. HESAP VERECEKSİNİZ!!!
Ve @odatv ‘nin Dz.K.’lerindeki şubesinden aldığı bilgilerle gazeteciliğin yüz karası haline gelen @MuyesserYildiz Sen de HESAP VERECEKSİN! Adil bir yargılamayla muhatap olmanı ve cezaevinde iyi oda arkadaşların olmasını temenni ediyorum.
16 ay sonra bile boş kalacak olan dosyayı tutuklanmam için yeterli gören Cumhuriyet Savcısı Selda Binboğa Karapınar’ın talebini kırmayan Ankara 1.Sulh Ceza Hakimliğinin kararıyla 25 Ekim 2016’da tutuklandım.
Ankara adliyesinde saatlerce araç bekledikten sonra gece yarısı gibi o günün hasılatı olan 4 asker, 2 sivili Sincan’a götürecek polis aracı geldi. Ama biz hala sabah kahvaltısıyla duruyoruz.
Aramızda para toplayıp polislerden rica ettik. Onlara da ısmarlayınca kırmadılar sağ olsunlar. yolda bir dürümcüden yiyecek-içecek aldılar. Özgür dünyadaki son lokmalarımızı da tüketip Sincan’daki rızkımızı yemek üzere yola koyulduk.
Gece 2 civarında Sincan 2 nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevine teslim edildim. Hava buz gibi, üzerimde toplantıya giderken giydiğim blazer ceket ve bahariye gömlek var sadece. O sana fazla, soyun, çıplak arama yapacağız dediler.
Soyunduğumda kendimi görünce korktum. Nazi kamplarındaki bir deri bir kemik kalmış Yahudilere benziyordu vücudum. Uzun gözaltı süresini normal bulan vicdansızların kulakları çınlasın!
Uzun kayıt-kuyudat ve eziyete dönüşen bekletme seansı sonunda 3.30’da C Blok, 9. koridordaki 93 nolu odaya, kısaca C-9-93’e götürdüler. 1 sünger, yıkanmış ama kan lekeleri çıkmamış çarşaf, 1 battaniye, 1 tencere ve 1 metal tabak verdi devletim.
Çok yoruldum dostlar. Sizi de yordum, kusura bakmayın. En başta dedim ya, yazmasam deli olacaktım. Yazarak yürek yükünü size devrettimse kusura bakmayın. Şu küçük hediyemi kabul buyurun.
KOZMİK BELGE VERİLİRKEN, BİR GÜNDE TERÖRİST İLAN EDİLMEK
1 yıl önce diplomatik pasaport ve KOZMİK ÇOK GİZLİ güvenlik belgesi veren devletim, 26 Ekim 2016’da “terör örgütü üyesi” diye yaftalayarak Sincan Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu kimliği verip 3 kişilik bir odaya 5. tutuklu olarak yerleştirdi. Vatan sağolsun!
Yüce devletimiz, kendisi kimlik bunalımı yaşasa da, biz kullarını mapusta bile kimliksiz bırakmadı.
Öncelikle şunu itiraf etmeliyim: Aklım gençlik telaşıyla bir karış havadayken, haberlerde işitip geçtiğim F tipi cezaevi karşıtı gösterileri yapanların hakkını teslim etmeliyim. Daha duyarlı olamadığım için tüm mağdurlardan ve yakınlarından samimi duygularımla özür diliyorum.
F tipi cezaevi konsepti, mevcut haliyle, tamamen insanlık dışı, gaddar bir uygulama. En kötü suçu işleyenlere, mesela ihbarcı Cihat Yaycı ve zavallı suç ortaklarına bile, reva görülmemeli bu tarz bir yaşam biçimi.
Beni odaya atıp kapıyı üstüme kilitleyip gitti gardiyanlar. Üst kattan uykulu gözlerle, saçı sakalı birbirine karışmış 4 kişi indi. Yb.T.A., Yb.M.K., Bnb.M.O ve Bnb.K.K. Daha önce hiç tanımadığım, ama aylarca en yakınım olacak kıymetli oda arkadaşlarım.
15 Temmuz’un hemen ertesinde tutuklanmışlar. Cezaevine girerken adını bilmediğimiz ama herkesin “Lolo” dediği 2.Müdürden ve gardiyanlardan sağlam bir dayak yemişler. Bnb.K.K.’nın durumu ise daha vahimdi.
Özel Kuvvetler Komutanlığı İstihbarat Okulunda, dönemin ÖKK Zekai Aksakallı’nın emriyle, gözleri bağlı olarak 3 gün boyunca elektrikle işkence edilmiş. Canları sıkılınca da Sincan’a devretmişler.
Cezaevine ilk girdiklerinde yiyecek-içecek vermemişler günlerce. Sincan’da musluklardan paslı su akar. Normal su gelmesi için uzun süre akıtmak gerekir. Ama “depoda tamirat var” bahanesiyle suları da kesiyorlarmış. Zavallılar Allah’a sığınıp ölümü beklemişler.
Gardiyanlar sık sık içlerinden birini alıp işkenceye götürüyormuş. İşleri bitip geri getirildiklerindeyse yüzleri tanınmayacak halde oluyormuş çoğu zaman. Yiyecek verilmeye başlayınca ekmek içini ve zeytinleri çiğneyip yaralarına basarak acılarını dindirmeye çalışmışlar.
Telefon, açık-kapalı görüş, kantinden alışveriş yapma gibi her mahkuma ve tutukluya tanınan hakları bile vermemişler bir süre. Sonra avukatların ve ailelerin baskılarıyla ve basında çıkan haberlerin etkisiyle yavaş yavaş gevşemiş bu zulüm.
Ancak bundan aylar sonra, ben tahliye olmadan kısa süre önce bile, Alb.F.A. ‘u geceleri odasından alıp berber odasında dövüp odasına getirip atıyorlardı. İşin başında, @cuneytozdemir ‘in 5n1k Sincan Ceza İnfaz Kurumu Kampüsünde programında boy gösteren başgardiyan Musa vardı.
Gardiyanların bir kısmı gerçekten nefretle bakıyor, gaddarca davranıyordu. Aşağılama, hakaret sıradan şeylerdi. Bazıları ise belli ki ekmeğini kaybetmemek için vicdanının sesini bastırıyor, zulme ses çıkarmıyordu.
Velhasılı, beni sıcak bir şekilde karşılayan kader ve oda arkadaşlarım hemen yatağımı hazırladılar. Üst katta normalde 3 yatak ve 3 dolap vardır odalarda. Ama bizim odada 2 yatak vardı. Benimle birlikte 3 kişi yerde, 2 kişi yatakta yatacaktı. Dolapları da ortak kullanıyorduk.
Kış boyunca kaloriferler sadece gece birkaç saatliğine yakıldı. Metal kapıların yalıtımı olmadığından, cam yerine de plexiglas olduğundan odanın ısınması mümkün değildi. Yalıtım da yanlış yapıldığından duvarlar nemleniyordu ve sürekli temizlesek de hep küflüydü.
Sıcak su sabah 2 saat, öğleden sonra 2 saat verilse de ilk yarım saatte soğuk akıyordu. 5 kişinin banyo, çamaşır ihtiyacı için yetersizdi. Sonradan her odaya sayaç takıldı. Kişi başı günlük 50 L sıcak ve yanılmıyorsam 150 L soğuk su verilecekti.
Yemekler kağıt üzerinde mükemmel. Ah bir de o gres yağı olmasa. Bazıları yemeğin yağını tamamen süzüp üzerine de sıcak su döküp yıkadıktan sonra ne kalırsa onu yiyor. Bunu yapmadan yiyenlerde sindirim sistemi ve cilt hastalıkları başta olmak üzere sağlık problemleri başlıyor.
İyi yemekler eser miktarda verilirken kimsenin istemediklerini zorla veriyorlar. Daracık bir odada çöp kovasının yanıbaşında oturuyorsunuz. Çöpler Ptesi-Çarş.-Cuma sabahları alınıyor. Cuma öğle yemeğinde çöpe döktüğünüz yemeğin kokusunu ptesi sabahına kadar çekiyorsunuz.
Kişi başına 1 tencere, 1 metal tabak mevcut. Kantinden plastik çatal, bıçak ve kaşık alınıyor. Onlar da kısa sürede kırılıyor. Kah kaşığı ortak kullanacaksınız, kah sapı kırılmış bir kaşığı parmaklarınızla tutup şurup içer gibi çorba içeceksiniz. Metal kaşık yasak efendim.
Ramazan dahil, akşam yemeği ve ertesi günün kahvaltısı, memurların mesaisi bitmeden 17-17.30 arası dağıtılır. Verdiklerinde bile soğuk olan bir yemeği 3 saat sonra azıcık da olsa sıcak yiyebilmenin tek yolu, @hdpdemirtas ‘ın tweet atmada kullandığı kettle.
Bir de tecrittekiler var. Tek kişilik, daracık bir odada yatırılanlar. Biz kantinden TV alıp izleyebilsek de onlara bu hak verilmiyor. Bize günlük 8-10 saatlik havalandırma verilirken onlar sadece 1 saat gün ışığı görebiliyor. Yine tek başlarına.
Onlardan biri anlatmıştı, bir tuğgeneralimiz. Kapalı görüşte eşi avucuna yazdığı “seni seviyorum” yazısını gösterdiği için 1 yıl hak mahrumiyeti cezası verilip görüşmeleri yasaklanmış.
Yan odada kalan bir albayımız vardı. 5 Temmuz 2016’da göreve giderken kazada eşini kaybediyor. Kendisi de GATA’da yatağının başında bayrak asılı olarak yoğun bakımda yatarken 15 Temmuz’dan hemen sonra, doktorları izin vermediği halde, hastaneden çıkarılıp tutuklanmış.
2 küçük çocuğuna kayınpederleri bakıyordu. Bir buçuk yıl tutukluluktan sonra darbe davasına çıkarıldı. Ama darbeye karışmış olamayacağını fark eden mahkeme heyeti tahliye etmek yerine dosyasını ayırıp savcıdan örgüt iddianamesi hazırlamasını istedi.
Benim yaşadıklarım bunların yanında daha çok trajikomik şeylerdi. Cezaevine girerken ayakkabım detektörde sinyal verdiği için el konuldu. Terlikle içeri girdim. Babam 20 günde 5 defa gidip gelerek 1 çift ayakkabıyı zor teslim edebildi.
Defalarca dilekçe verdiğim halde Belçika’daki eşimi ve çocuklarımı aramama izin verilmedi. Halbuki yan odada kalan bir IŞİD’li vardı, Benyamin Xu. Türk asıllı Alman vatandaşı. 4 ağırlaştırılmış müebbet aldı. Ama rahatça Almanya’yı arayabiliyordu 😉
Tutuklandıktan 1 ay sonra, 28 Kasım 2016’da ihraç kararım tebliğ edildi. 20 Ekim 2016’da, gözaltına alındıktan 1 hafta sonra, ve henüz hakim karşısına bile çıkmadan, Cihat Yaycı’nın üstün gayretleri soncunda ihraç edilmiştim.
Her şey de kötü değildi. O günlerde bir BM heyeti Sincan cezaevinde incelemeler yapıyordu. Yerde yatanların durumu sosyal medyada da gündem olmuştu. 29 Kasım 2016’da yerde yatanların altına ikinci bir sünger daha verdiler. Odamız bir anda kral dairesine dönüştü sanki.
Ailemle telefonla görüşmeme izin verilmeyince mecburen tek yol olarak mektuplaşmaya başladık. Yazı yazmanın güzelliğini, duyguları yazıyla ifade etmenin zevkini de bu fırsattan istifadeyle ailece yaşamış olduk. Bir de çocukların yazdıklarına bile basılan o kaşe olmasa.
Cihat Yaycı’nın, mahkemeye çıkmamı bile beklemeden ihraç ettirmesinin sebebi galiba, yurt dışında görevli personel olarak maaşımızı ayın 1’inde almamızdı. Birkaç gün beklerse Kasım ayı maaşı hesaba yatacaktı. Beni tutuklayarak, ailemi aç bırakarak yok etmek istiyordu sanırım.
Sonradan eşimin mektubuyla öğrendim ki, NATO’da beraber çalıştığımız çeşitli milletlerden arkadaşlar kendi aralarında para toplayarak eşimi ziyaret edip imzaladıkları bu nazik kartla birlikte teslim etmişler. İyi dost kara günde belli oluyordu.
Direktörüm olan Litvanyalı general Mažeikis de eşiyle birlikte ailemi ziyaret ederek teselli vermiş. TMR Başkanı Serdar Amiral’le konuştuğunu, bir amirale yakışmayacak tarzda “balık gibi kaypak” davrandığını, bana kurulan kumpasın içinde olduğu izlenimi edindiğini söylemiş.
Durumu öğrenen ev sahibemiz de çok üzülmüş. Aldığı kirayla evin kredi taksitini ödediği halde kirada 200 Euro indirim yapmış “Ödeyemeyecek olursanız üzülmeyin, ödemeseniz de olur” demiş.
Sen musluğu kapatınca denizler kurumuyor Cihat efendi.
Rızkımızı veren sen değilsin.
Ve ismini sayamayacağım diğer yardımsever insanlar. İdrakimde anlamsızlaşmaya başlayan “necip millet” kavramını yeniden parlatan, haklarını ödeyemeyeceğim, yardımseverlik destanı yazan silah arkadaşlarım. Bu iyiliklerinizi unutmamız mümkün değil. Berhüdar olunuz.
Beraber kaldığımız bir arkadaşın tutuklandıktan sonraki birkaç gün içinde çocuğu dünyaya gelmiş. Günler sonra avukatı haber verebilmiş. Yavrucak babasız büyüyordu. Tanımadığından arkadaş kucağına alınca ağlıyordu.
Bir arkadaşımızın eşi de KPSS soruşturmasından tutukluydu. Savcı tahliyesini istediği halde hakim tahliye etmiyordu. 2 kızlarına dedeleri bakıyordu. Yavrucaklar haftanın bir günü annelerini, ertesi günü babalarını ziyaret ediyordu. Mevzuata göre her hafta kapalı görüş hakkı var. Ama bu hak kullandırılmıyordu. AYM’ye dilekçe verip bu hakkı alanlar ise en ücra beldedeki cezaevine naklediliyordu. Ortaçağ karanlığına rahmet okutan bir zulüm dönemi.
Odalar veya odada kalanların bir kısmı sık sık değiştiriliyordu eziyet olarak. Bir defasında binbaşı bir arkadaş getirildi odamıza. O da 15 Temmuz’dan günler sonra Gnkur.’da görevdeyken gözaltına alınıp Özel Kuvvetler’e götürülmüş.
Bileklerine plastik kelepçe takıp yere yatırmışlar. Ve yukarıdan yüzüne su dökerek waterboarding denen işkenceyi yapmışlar. Can havliyle 3 defa, makasla bile zor kesilen, plastik kelepçeleri kopartmış. Bilekleri parçalanmış. O da Zekai Aksakallı’nın mağdur ettiklerindendi.
Sabrınızı zorladığımın farkındayım dostlar. Affınızı istirham ediyorum. Yaşadıklarım beni duyarsızlaştırdı belki, ama aranızdaki hassas ruhlara bu yazdıklarımın ağır geldiğini tahmin ediyorum.
Ama mazur görün. Dedim ya, yazmasam deli olacaktım.