Hakkında kesinleşmiş bir hüküm olmadan yıllarca hapishanede tutulmanın “Hukuku, yargı sürecini filan boşverin. Bu adam ya da kadın iktidarımızın ve bizim yargı aygıtımızın gözünde suçludur, cezasını infaz ediyoruz” demekten öte anlamı yoktur.
Hukuk fakültelerinin birinci sınıfında öğretilen ve Roma hukukundan bu yana bütün hukuk devletlerinde yargılamanın en temel ilkesi çok yalındır:
Geç kalan adalet, adalet değildir…
Gel gör ki bu temel ilke Türkiye’de ne birinci derece mahkemelerin ne de “yüce” Yargıtay’ın umurunda da değildir, gündeminde de değildir.
Size bir yargı fıkrası anlatayım da gülümseyin.
Yaşı uygun olanlar hatırlayacaktır, 17 Mayıs 2006’da Alparslan Aslan adlı, üstelik hukuk eğitimi görüp avukat olmuş biri Danıştay 2. Dairesini basıp “Allah’ın askeriyiz, elçiyiz, başörtüsü davası yüzünden cezalandırılacaksınız” diye böğürdükten sonra ateş açmış, bir Danıştay yargıcını öldürmüş, dördünü de yaralamıştı. Yargılandı ve ağırlaştırılmış müebbet ve 72 yıl ağır hapse mahkûm edilmişti.
Doğal olarak dosya Yargıtay’a gitti.
Suç belli. Neredeyse suçustü. Zaten sanık suçu kabul etmiş. Kanıtlar besbelli. Tanıklar da öyle ve onlar da ifadelerini vermiş.
Ancak yargılama sürecinin sonuçlanabilmesi için Yargıtay’ın kararı gerekiyor.
Suç tarihinden tastamam 5307 (yazıyla, beş bin üç yüz yedi) gün sonra “yüce” Yargıtay kararını verdi ve cezayı onayladı.
Geç kalan adalet adalet değildir mi demişler?
Olabilir ama bizim “yüce” Yargıtay’ımızın acelesi yoktur…
T24 yazarı Aydın Engin’in kaleme aldığı bu makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.