Yorum | Naci Karadağ
Gündem çok hızlı değiştiğinden yetişmek mümkün olmuyor sevgili dostlar. Bu sebeple bir önceki yazımızın devamı niteliğindeki “Akit Harikalar diyarında” başlıklı yazıyı erteledik mecburen…
Modernizm son dönemde yeni bir hastalık keşfetti: Dijital Körlük…
Aslında ekran körlüğü, mobil körlük gibi adlandıranlar da var ama sanki bu tanım daha kapsayıcı geliyor bana. Anlamı şu: Yaygın olarak bireylerin gündelik hayatta gözlerini ekrandan uzun süre ayırmaması. Şehir-taşra uzayında farklı parametreleri oluyor bu sıkıntının. Şehirliler daha ziyade mobil körlüğe yakın dururken, taşralılar ekran körlüğüne duçar. İster telefon ekranı olsun ister televizyon… Farkı yok aslında. Bu körlük ekrana konsantre olan bireyin gerçek yaşamdan giderek kopması ve yaşadıklarını umursamaması. Bir süre sonra izlediği şeye hapsolma durumu…
Batılı devletlerde özellikle büyük alış veriş merkezi işletmecileri ve dev marketler bu hastalıktan şikâyetçi. Çünkü personellerindeki verimin inanılmaz düştüğünü fark etmiş durumdalar.
Şarbonlu koyundan üst akıl oyunu fotoğrafı çekebilecek kadar gelişiyor yetenekleri. Yağmuru, suyu, havayı, karayı, denizi, her şeyi dış güçlere bağlayabilme donanımına sahip oluyorlar. Öyle ki, bir süre sonra sahiplerinin işaretini bile beklemiyorlar hamle yapmak için. Çünkü neyin onun hoşuna gideceğini biliyorlar ya da bildiklerini sanıyorlar.
Aptal Puma Sendromu!
Evet var böyle bir sendrom gerçekten. Puma malum, hızlı koşan, ancak avının cinsine göre enerjisini ayarlayan, tavşan için daha az, ceylan için daha fazla enerji harcamasını bilen bir hayvan. Buna Puma Davranışı deniyor. İnsanların başarmak istedikleri işlerde bazılarına fazla, bazılarına az enerji ve zaman harcamasına Puma Sendromu demiş işin ehilleri. İnsanların hafif iş, ağır iş ayırımı yapmadan aynı enerji ve zaman harcamasına ise uzmanlar Aptal Puma Sendromu diyor.
Etolojik olarak eşildiğinde epey bereketli bir sendrom spektrumuna denk gelmek mümkün. Maksadımız malumatfuruşluk değil şüphesiz, birazdan izah etmeye çalışacağımız durumları anlamak için kolaylaştırıcı kavramlar bunlar.
Hazır lafı sendromlardan açmışken konumuzla doğrudan ilintisi olan Frankeştayn Sendromu’na bakabiliriz şimdi. Önce kitap ve yazarıyla ilgili birkaç ayrıntıyı aktarmalıyım.
1818 yılında ilk kez basılan Frankenstein romanını başyapıt yapan şey yazarının henüz 19’unda bir kadın olması değildir şüphesiz. Başka ve daha derinlikle sebepleri vardır.
Annesini küçük yasta kaybetmiş olan Mary Shelley, 16 yaşında iken (Bak bu habere Akit güruhu çok sevinecektir) evli bir adamla kaçmış Frankenstein’i yazdığında ise ilk bebeğine hamiledir. Hikayenin yazma koşulları da ilginçtir. Kaçtığı adam kendini beğenmiş bir züppedir ve zengin çevresiyle hafta sonları oturup eğlence amaçlı hikaye üretmektedirler. Shelley romanının sonraki baskılarına yazdığı önsözde kocasının kendi üzerindeki etkisinden rahatsızlığını ifade eder. Öyle bir şey olmadığını iddia eder ama romanda hayatının ayak sesleri ciddi anlamda hissedilir aslında.
Her neyse, hikayesinin özetinden zengin züppelere bahsedince çoğu ürperir ve merak ederler. Yazmaya başlar genç kadın. Fakat talihsizlik bu ya, romanı yazarken çocuğunu düşürür. Bundan dolayı Allah inancı ciddi sarsılır ve kadere acayip kızgındır Mary. Aslında dindar olduğunu ileri sürmüştür ve görünüşte öyledir ama içten içe bir nefret vardır ilahi makama duyduğu.
Kısa süre önce kaybettiği annesinden dolayı travma yaşamış ve bu ruhsal türbülansı doğuracağı evladıyla atlatmayı umut etmekteyken onun da elden kayması…
Muazzam bir karamsarlık girdabı sarmıştır Mary Shelley’i.
Şöyle bir Galat-ı Meşru (vet Meşhu7dan bir sonraki eşiktir) vardır: Roman okumaktan pek hazzetmeyen millet olduğumuz için Frankenstein karakterini filmlerden biliriz ve bir tür zombi olan yaratığı Frankenstein zannederiz. Oysa öyle değildir, Frankenstein ölü beden parçalarından bir tür zombi inşa eden doktorun ismidir ve romanda yaratıktan bildiğimiz yaratık (Creature) olarak bahsedilir.
Romanın yayımlanmasından bu yana, canavarı nitelemek için “Frankenstein” ismi kullanılmaktadır. Bu kullanım bazen yanlış kabul edilir fakat bu ifadeyi kullanan eleştirmenler bu tanımlamayı, oturmuş ve kabul edilebilir bir ifade sayarlar. Yaratık romanda “yaratık”, “canavar”, “iblis”, “başarısızlık”, “sefil”, “arkadaş” ve “o” olarak adlandırılır. Victor Frankenstein ile konuşmasında kendini “Âdem olması gerekirken haksız yere mutluluktan mahrum edilen, cennetinden kovulmuş bir meleğe” benzetir. Ayrıca yaratığın okuduğu ve kitabın alt başlığıyla da bağlantılı olan Kayıp Cennet’teki Lucifer ile de kendini durumunun timsali olarak görür.
Yazar Shelley’nin Victor Frankenstein karakterini 17.yüzyıl’da Almanya’da Frankenstein Şatosu’nda yaşayan simyacı Konrad Dippel ve 18.yüzyıl İtalyan bilim adamı Giovanni Aldini’den esinlenerek yazdığı söylenir, yazar bu dip koçanlar hakkında pek sır vermez.
Kitaptaki ıskalanan güzel ayrıntı: Safiye
Evet, Frankenstein romanındaki küçük ama etkin karakterlerden birinin ismidir safiye. Annesi Arap, babası Türk’tür (ya da tersiydi). Yaratık, doktorun şatosundan kaçtıktan sonra ormanda bir kulübeye gizlenir. Burada gizli gizi yapılan İngilizce dersinden konuşmayı çözer. Evin genç oğlu Felix, aşık olduğu genç kıza İngilizce öğretmektedir.
Ve esas kitabın tek kelimelik özeti olan cümleye geldik…
Kontrolden çıkıp sevgisizlikten ve kimsesizlikten şikâyet edecek kadar insanlaşan “Yaratık” kendisine bir eş “yaratılmasını” talep eder. O anda doktor bir tür tehlikeli “tanrıcılık” oynadığını anlar ve reddeder bunu. Ve o meşhur tirat gelir: “Madem sevmeyecektin, beni neden yarattın!”
Müslüm Gürses şarkı sözü gibi değil mi?
Baba yapınca Arabesk, elin kızı yazınca Gotik oluyor işte, ne yaparsın!
Aslında şahsen hoşuma gidiyor bu mevzuların arasında at koşturmak ama bir şekilde gündeme bağlamayınca okurlarımız tepki gösteriyor, “bize ne faydası var yani?”
Lokanta işletiyoruz sanki!
Neyse…
Kitapta, Dr. Victor’un neden böylesi bir haddi aşmaya giriştiğini şu cümleyle izah ediyor Shelley: “Yeni bir tür beni yaratıcı ve kaynakları olarak yüceltirdi; birçok mutlu ve mükemmel yaratık varlığını bana borçlu olurdu. Hiçbir baba benim kadar çocuğuna sahip olma memnuniyeti hissedemezdi. Bu fikirleri takip ederek, eğer maddeye can katabilirsem belki de zaman içerisinde (artık bunu imkânsız bulsam da) ölümün vücudu çürümeye bıraktığı noktada hayatı yenileyebileceğimi düşündüm…”
(Haşa) Bir tür Allahlık taslamak, düpedüz haddi aşmak…
İşte bu yönüyle bakıldığında tüm distopik ve bilim-kurgu eserlerde olduğu gibi Frankenstein de oldukça tutucu bir romandır esasen.
Necip Fazıl’ın muhteşem eseri Bir Adam Yaratmak’taki başkarakteri Hüsrev ile Mary Shelley’in Frankenstein’deki başkarakter Dr. Victor arasında tüyler ürpertici bir yakınlık vardır. Hüsrev de şöyle der; “Ben ne yaptım? Bir hududu zorladım. Kendimin dışına çıkmak isterken, kendime rast geldim. Meğer kul olduğumu anlamak için Allahlık taslamalıymışım! Meğer nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya kalkmalıymışım!”
Tamam, meseleyi fazla dallandırıp budaklandırmıyor ana meselemize dönüyorum hemen. Meselenin özü şudur; Frankestein’ın yaratığı ;insanlıktan uzak bir toplumun, farklılığı ve ötekiliği anlamayı nasıl reddettiğini ve yeterince insan olmayıp farklı görünenlere nasıl zalimce davrandığını da gösterir.
Hatta bir adım daha ilerleyelim; Aslında Shelley’nin hayal ettiği en kötü kâbusların çoktan bir gerçeklik halini aldığını görüyoruz ve en önemlisi bize öğretilmiş bir körlük sayesinde bunu yadırgamadığımız gibi gönüllü bir parçası olmayı kabul de ediyoruz.
Bir güç, ister bu bir top doktoru olsun ister kalem erbabı fark etmiyor, kurguladığı bir karakteri insanileştirdikçe içindeki kötülüğün nasıl dışarı fışkırdığını bize romanda gösterebiliyorsa, aynı gücün hayat pratiğinde inşa ettiği “Yaratık”ları görmemek için kör olmak lazım.
Mesele şu; bir korku klasiği olan ve insanın “Tanrıcılık” oynarken canavar üretmesinin anlatıldığı Frankenstein romanı despotlukla anılan rejimlerde bir şekilde hayatın bizatihi kendisi oluyor.
Tıpkı Türkiye’nin yaşadığı gibi.
Mary Shelley kalemiyle Victor Frankenstein’a “Yaratık” ürettiriyor.
Ergenekon ise Tayyip Erdoğan vasıtasıyla yandaşlarla benzeri bir üretim bandı oluşturuyor.
Açın televizyon ekranlarını ya da gazete sayfalarını… Sürüyle “Creature” göreceksiniz. kimi kendine eş istiyor, kimi iş, kimi aş, kimi imkan, kimi makam, kimi doğrudan para, mal, mülk, şöhret filan… Ölmüş hücreler hayat damarlarında despot kanı dolaştırdıkça zalime teşne olmayı hayatlarının gayesi haline getiriyorlar.
Ruhları uşaklaştırma kuşağı
Radikalizm necis bir dikenli tel. Tutmanıza gerek yok, yakınından geçerken bile bir yerinize değdiği anda, çizip kanatmasa bile pisliğini bulaştırıyor size, üstünüzü başınızı yırtıyor. Siyasal dincilikle besleniyorsa hele bu meret, bir de elektrik verildiğini düşünün leş gibi pisliğe bulanmış dikenli tellere.
Başta bu ülkenin iktidarı, medyası, yardakçıları olmak üzere, (klişe olacak ama yüzde 50 demeyeceğim) toplumun hiç de azımsanmayacak bir kesimi bu dikenli tele öylesine bulaşmış ki, yün çuvalından dikenli tel çıkarmak gibi zor artık.
Saçınıza yapışan sakızı çıkarma eşiğini çoktan aştınız demektir çünkü. Dolam dolam sizi içine alan bu pis dikenli tel yumağı, işinizi bitirene kadar sizi bırakmayacaktır. Çırpındıkça canınız yanacak, daha çok bağıracaksınız…
Turgay Güler ismini duymuşsunuzdur.
Birkaç yıl öncesine kadar üfürükten İslamcı televizyonların koridorlarında ayakçılık yapan, konuk organizatörlüğünden programcılığa tırmanan, ardından görme engelli halk sanatçısı bir çocuk ile dümbelek çalarak kendi çapında reyting yakalamaya çabalayan bir garibandı Turgay. Şansı yaver gitti. Şimdilerde Recep Erdoğan’ın uçağından inmiyor.
Sezai Karakoç, şehre gidip ruhunu satan çocuklarını anlattığı şiirinde en ağır kelimeleri bu tür ayakçılar için kullanır ve şöyle der;
“Şef oldu emrinde birçok kişi.
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri…
Patron oldu ama hala uşaktı.
Ruhunda uşaklık yer etmişti çünkü…”
Devamı daha ağır suçlamalar var ama Turgay’dır bakarsın anlar da alınır filan çok rencide etmeyelim.
İşte bu Dümbelekçi Turgay, Tayyip Erdoğan’ın tiranlık yoluna koyulmasıyla acayip bir imkan buldu. Geceleri kravat bağlamayı öğrenirken, gündüz özenle yaladı her basamaktaki erkleri.
Erdoğan çöktüğü medya kurumlarından birinin başına koydu onu.
Hikmetinden sual olunmaz elbette lakin doğru düzgün Türkçe yazamayan birinden yayın yönetmeni nasıl olurmuş göstermek için zaar!
Durumun farkında Turgay ve onun gibiler. O sebeple her haberde, her ayrıntıda Erdoğan ve ekibinin gözüne girmek zorundalar. Aksi halde kullanılmış kirli yara bandı gibi çöpe gitmeleri mukadder.
Kurban bayramında kasabın elinden kaçıp, nehirde 40 kilometre yüzerek kurtulan tosundan bile dış güç üretebilecek bir donanıma sahip bizim yaratıklar.
Bir kere Dr. Frankenstein’in emrine girdikten sonra benliğinizi iptal ediyorsunuz bir şekilde. ve öğrenerek ilerletebiliyorsunuz yeteneğinizi. Romandaki yaratık nasıl okuma yazmayı öğrenip, taleplerini her geçen gün artırıyorsa, bu yaratıklar da işlerinde her geçen gün daha profesyonel ve daha talepkâr oluyorlar.
Şarbonlu koyundan üst akıl oyunu fotoğrafı çekebilecek kadar gelişiyor yetenekleri. Yağmuru, suyu, havayı, karayı, denizi, her şeyi dış güçlere bağlayabilme donanımına sahip oluyorlar. Öyle ki, bir süre sonra sahiplerinin işaretini bile beklemiyorlar hamle yapmak için. Çünkü neyin onun hoşuna gideceğini biliyorlar ya da bildiklerini sanıyorlar.
Yalnız kimi zaman şap gibi açıkta da kaldıkları oluyor. Nasuhi Güngör gibi. İyi eğitilmiş oldukları için en çıkışsız durumda bile icap ederse kendi kendilerini imha etmeyi göze alarak ele geçirdikleri mevki ve mevziyi kaybetmemeye çabalıyorlar. Çünkü Dr. Victor’un gözünden düşmek demek hain ilan edilmekle eşdeğer.
O kadar idrak tükenmişliği yaşarlar ki, önlerine konulan aynı metnin sadece üzerine isimlerini yazarak köşe yazısı adı altında yayınlamakta hiç sakınca görmezler.
Onların şarbonu varsa bizim de Allah’ımız var!
Halkbank’ta pis kokular gelen gece yarısı operasyonları düzenleniyor. Savunmaya o kadar motive olmuşlar ki banka yetkilerini bile hayrette bırakacak kadar hayal güçlerini çalıştırma yetisi geliştirmişler. Bu konuda Turgay, Ergün, Karaalioğlu gibi isimlerin hakkını teslim etmek lazım. bulundukları makamın ve imkanın hakkını veriyorlar.
Matrix filminde ihanet eden bir karakter vardı bilmem hatırlar mısınız? Neo ve arkadaşlarını ajan Smith ve ekibini gammazlayıp yok etmeye kalkmıştı. Yarısından fazlasını da saf dışı bıraktı. Matrix’in içindeyken lüks bir lokantada dediklerini hatırlıyor musunuz?
“Şu yediğim biftek yalan, sadece simülasyondan ibaret biliyorum ama ben yalandan bir dünyada yaşamaya razıyım. O sebeple beni tekrar uyutmaları için anlaştım onlarla!”
Erdoğan bunları yalakalığa ve nemalanmaya o kadar alıştırmış ki, Morpheus önlerine çıkıp kendilerine seçsinler diye iki hap uzatsa, “Şefim ikisi birden kaça olur?” diyecek kıvama gelmiş durumdalar.
Vaziyet bu yani…
NOT: Ruşen Çakır, Nedim Şener, Cem Küçük, Ersoy Dede, Soner Yalçın, Ahmet Hakan, torbacı Fatih gibi isimler yukarıdaki “Creature” sınıfının dışında olduğu için isimleri ve resimleri yazıda geçmiyor. Onlar sadece her dönemin gücü elinde tutanlarının temizlik malzemesi olarak kullanılmıştır!
(TR724)