Erdoğan Rejimi Es-Sahaf’ın İzinde, Venezuela’nın Yolunda…

Yorum | Bülent Keneş

O zamanlar belki de matah bir şey olarak bilindiğinden olsa gerek Roma Senatosu’nun hayat boyu “diktatör” ilan ettiği Jül Sezar’ın dışında tarihteki hiçbir diktatör kendisini diktatör olarak görmemiştir.
Tam tersine diktatörler, halklarını göz göre göre yokluk ve yıkıma sürüklerken kendilerini ya Hitler gibi onları tarihin şanlı dönemlerindeki büyüklüklerine yeniden kavuşturmak üzere Tanrı tarafından seçilmiş bir lider ya Hugo Chavez veya halefi Nicolas Maduro gibi emperyalizme karşı mücadelenin yılmaz savaşçısı ya da Erdoğan gibi mazlum İslam alemini ayağa, ülkeyi ise şaha kaldıracak bulunmaz bir Hint kumaşı olarak görmüşlerdir. Böyle görmekle de kalmamış, peşlerine taktıkları kitleleri bu zırvalara inandırmayı başarmışlardır.

Tarihte, kof hamaset ve popülizmle kitlelere gaz vererek ülkeleri maceradan maceraya sürükleyip yıkıma götürmenin pek çok örneği bulunuyor. önüne gelene çemkirerek günün kurtarılabileceğini, ancak bu yolla çok fazla yol alınamayacağının en güncel örneklerinden birini ise, Erdoğan tipi liderlikle yol aldığını sanan petrol zengini Venezuela’nın düşürüldüğü zavallı durum oluşturuyor.

New York’ta gazetecilik yaparken 2005’teki BM liderler zirvesini de izleme şansı bulmuştum. O zirvenin en ilgi çeken, üzerinden en fazla konuşulan isimlerinden biri de Venezuela lideri Hugo Chavez olmuştu. Chavez de tıpkı, 1990’ların ikinci yarısında takip ettiğim MENA konferanslarında canlı izleme fırsatı bulduğum Libya lideri Muammer Kaddafi gibi gittiği her yerde ilgi odağı olmayı başarıyordu. Bu ilginin tabii ki eski sirklerde sergilenen hilkat garibelerine gösterilen, yani  tuhaf ve eksantrik olana duyulan, ilgi şeklinde olduğunu bilmem söylememe gerek var mı?
LATİN AMERİKA’NIN KADDAFİSİ VİZYONER MİYDİ YOKSA DESPOT MU?
O günlerde attığı her adım, ettiği her söz olay olan Chavez’in BM kürsüsünden, yani New York’ta, George W. Bush liderliğindeki ABD yönetimine meydan okuyan hamasi konuşması hem BM Genel Kurulu salonundan hem de medyadan büyük ilgi görmüştü. Şüphesiz ki, bu ilginin önemlice bir kısmı, BM Genel Kurulu’nu dolduran nispeten fakir ve güçsüz ülke liderlerinin çoğunun Chavez’in dillendirdiği düşüncelere katılmalarından ziyade, kendilerinin söylemeye cüret edemedikleri şeyleri söyleyebilme cesaretine duydukları hayranlıktan kaynaklanıyordu. Bir kısmı ise, tıpkı Kaddafi’nin yıllarca alay konusu olan konuşma tazını andıran üslubundan dolayıydı.
Eski bir asker olan Chavez iyi ya da kötü bir siyasi mücadeleden geliyordu ve o süreçte oluşturduğu karizmayla kitleleri peşinde sürüklemeyi başarıyordu. Peşine takamadıklarını ise, yok etmeyi veya sindirmeyi biliyordu. Tüm popülist diktatörler gibi, Chavez’in kitleleri peşinden sürüklemesinden daha önemli olan nereye sürüklediğiydi. Başında bulunduğu ülkeyi nereye sürüklediğini, sahip olduğu petrol zenginliği sayesinde bir zamanlar Latin Amerika’nın parlayan yıldızı olan Venezuela’nın bugün içinde bulunduğu durum çok açık gösteriyor.
Nobel ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez, bir uçak yolculuğu sırasında tanıştığı Chavez için “Yolculuğun sonunda iki farklı insanla konuştuğum duygusuna kapıldım; biri ülkesine büyük katkıda bulunabilecek vizyon sahibi bir lider, diğeri ise tarihe despot olarak geçecek bir iluzyonist,” demişti. Chavez’in tercihi ise netti: Peşine taktığı kitleleri kof hamasetle büyüleyen bir ilüzyonist olarak tarihe geçmek.
Chavez, zengin ve müreffeh ülkesini adım adım yıkıma götürürken kendi halkının çoğunluğunun ve kompleksli ülke liderlerinin alkışları hiç eksik olmadı. Kendisi ölüp gitti ve arkasında devasa bir enkaz bıraktı. Chavez’den geriye şovmenlik işinde en az kendisi kadar mahir olan yardımcısı Maduro ve yıkımdan başka bir şey kalmadı.
Chavez, 10 yıl önce, kitlelerin coşkulu alkışları eşliğinde batırdığı ekonomiyi teslim alan hiper enflasyonla mücadele adına Bolivar’dan 3 sıfır atmış ve “Güçlü Bolivar”ı piyasaya sürmüştü. Chavez’in ayak izlerini takip eden halefi Maduro ise, adeta tüy dikti. Yüzde 50 binleri bulan ve yüzde 1 milyona çıkma riski konusunda uyarılar yapılan enflasyonla mücadele için hafta içinde “Güçlü Bolivar”dan 5 sıfır atarak “Egemen Bolivar”ı piyasaya sürdü. Tıpkı boş hamasetle peynir gemisi yürümediği gibi verilen anlı şanlı adlar da Venezuela parasının pula dönen değerini korumaya yetmedi. Yeni parayı piyasaya sürdüğü gün korkudan resmi tatil ilan eden Maduro, yeni parasına da henüz üçüncü gününde yüzde 100’e yakın bir devaluasyon uygulanmak zorunda kaldı.
PETROL ZENGİNİ VENEZUELA ALKIŞLAR EŞLİĞİNDE YIKIMA YÜRÜDÜ   
Chavez ve Maduro’nun hamasi nutuklarını coşkuyla alkışlayanlar, petrol zengini ülkede en basit ihtiyaçlarını bile karşılayamaz duruma düştüler. Gıda ve ilaç gibi en temel ihtiyaç maddelerini bile bulamaz duruma geldiler. Su, elektrik ve ulaşım gibi temel hizmetler ise tamamen aksamış durumda.
Fiyatların sürekli yükseldiği ülkeyi resmen batıran Maduro ise, tanıdık bir söylemle, sebep olduğu bu yıkımdan hala yakasını kurtarma peşinde. Ülkenin bir ekonomik savaş içerisinde olduğunu savunan Maduro’ya göre, ülkede yaşanan ekonomik yıkımın tek sebebi muhalifler ve ABD destekli iş adamları…  Chavez’in peşinde zengin bir ülkeyi batağa sürükleyen Maduro, gırtlak kahramanlığıyla hamasetin dibine vurmaya devam ededursun, BM verilerine göre, yokluktan dolayı en az 2,3 milyon insan komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı.
Dünya tabii ki böyle bir durumla ilk kez karşılaşmıyor. Ülkeleri gün be gün kan kaybederken kendilerini güçlerinin doruğunda gördükleri için gerçeklikle bağını yitiren despotik rejimlerin örneklerini saymakla bitiremeyiz. Neticede bilimsellik derecesinde bir kuraldır: Kitleleri uyutmakta kullanılan büyüklük iddiaları, şaşaalı vaatler eşliğinde koşar adım yıkıma giden bu tür rejimler, sahadaki gerçekler acıtıcı olduğu oranda hamaset ve propagandaya daha fazla enerji harcarlar.
Dani Levy’nin yönettiği 2007 Alman yapımı “Benim Führerim – Adolf Hitler Hakkında Gerçekten En Doğu Gerçek” adlı film yıkıma sürüklenen dikta rejimlerinde hamasetin nasıl ağırlık kazandığını ciddi ciddi hicveder. Komedi filmi, propaganda bakanı Joseph Goebbels’in 1944 yılında fiziken ve ruhen bir çöküş yaşayan Hitler’in eski sağlığına dönerek insanlara yeniden savaşma azmi pompalayacak konuşmalar yapabilmesini sağlama çabası üzerine kurgulanmıştır. Filmin başkahramanı da zaten Goebbels’in bu amaçla toplama kampından getirterek görevlendirdiği bir Yahudi tiyatro sanatçısıdır.
O günlerde Berlin’in tüm sokakları hava bombardımanlarıyla yerle bir olmuş vaziyettedir. Zaten fiziki ve ruhi bir çöküş yaşayan Hitler’in görüp de morali iyice bozulmasın diye, yaşadığı evden konuşma yapacağı meydana kadar uzanan tüm caddeler çift taraflı şekilde, tıpkı Hollywood stüdyolarında olduğu gibi, tahta maketlerler silbaştan inşa edilir. Plana göre şehrin maruz kaldığı korkunç yıkım böylece psikolojik yıkım içerisindeki Hitler’den saklanacaktır.
ADOLF HİTLER’İN ÇOBAN KÖPEĞİ, SADDAM HÜSEYİN’İN SOYTARISI
Ancak, Hitler çoban köpeği Blondi’yle gezinti yapmaktan çok hoşlandığı için, bir gece kapatıldığı odanın penceresinden atlayarak maketler henüz tamamlanmamışken şehrin yıkıntıları arasında gezer ve trajediyi görür. Bu yüzden bir daha asla hamasi konuşmalar yapacak ruh durumuna dönüş yapamaz. İş yine Yahudi tiyatrocuya düşer. Tören günü plan gereği konuşma platformunun altına gizlenen sanatçı, Hitler’in sesini taklit ederek konuşur. Hitler’e düşen ise sadece konuşuyormuş gibi yapmaktan ibarettir.
Neyse konumuz, beklenmedik bir trajik sonla biten bu kara mizah filmi değil. Oldukça eğlenceli bu filmi bir yerlerden bularak izleyebilir ve traji-komik sahnelere katıla katıla gülebilirsiniz. Tıpkı 2003 yılı Mart ayı sonlarında Bağdat düşerken tüm dünyanın Saddam rejiminin Enformasyon Bakanı Muhammed Said es-Sahaf’ın aptalca şovlarını izleyip güldüğü gibi. Burnunun dibine kadar gelen Amerikan ordusunu görmezden gelerek dünyanın en komik propagandasını yürütmeye devam eden es-Sahaf, bu performansından dolayı tüm dünyada haklı bir şöhret kazanmıştı. Hak ettiği bu şöhret sayesinde kendisine “Bağdad Bob,” “Komik Ali,” “Saddam’ın soytarısı” gibi isimler takılmıştı.
Amerikan ordusu hiçbir direnişle karşılaşmadan Bağdat Havalimanı’nı ele geçirdiğinde bile Saddam’ın Soytarısı es-Sahaf “Bağdat Havalimanı’na girdikleri doğru ama bu gece şok baskınla onları püskürteceğiz,” demekten geri durmamıştı. En son 8 Nisan 2013 günü Filistin Oteli’nin önünde gazetecilere açıklama yapmış ve Amerikan tanklarının Bağdat’ın merkezine girdiği ve Saddam Hüseyin’in saraylarını ele geçirdiğine dair haberlerin doğru olmadığını söylemişti. “Yüzlerce kafir, Bağdat kapılarında intihar ediyor. Emin olun ki, Bağdat güvende ve korunuyor. Iraklılar kahramandır. Onları katletmeye devam edeceğiz. Bu yalancılara inanmayın. Irak birlikleri Amerikalılara zehir içirdi. Tarihlerinde hiçbir zaman unutamayacakları bir ders verdi,” demişti.
KENDİ YALANLARINA İNANAN YALANCILAR KİTLELERİ DE İNANDIRIYOR
Tüm dünyanın bir şaklaban ve soytarı olarak gördüğü es-Sahaf, ekranlardan çekildiği son ana kadar Arap dünyasında büyük ihtimalle bir kahraman olarak görülüyordu. Es-Sahaf da beklentileri karşılıksız bırakmıyor, ne diyeceğini duymak için ağzının içine bakan kitlelerin nabzına göre şerbet veriyordu. Böylece günü kurtardığını sanıyordu. Ülkenin tamamen işgal edildiği anlarda bile, psikolojik savaş yöntemi diyemeyeceğimiz yalanlarını inandırabileceğini düşündüğü insanlar için birbiri peşine sıralıyordu. Ülkenin işgali gibi katlanılamaz bir gerçek karşısında hayal dünyasının korunaklı alanına sığınanlar şüphesiz ki az değildi. İşte es-Sahaf o korunaklı alanda kafasına göre at koşturuyordu.
Daha fecisi ise, es-Sahaf’ın kendi söylediği yalanlara kendisinin de inanıyor olmasıydı. Bir Arap televizyonuna verdiği mülakatta, son ana kadar görevini yaptığını söyleyen es-Sahaf, “Ben, bir enformasyon bakanıydım ve son ana kadar görevimi yerine getirdim,” demişti. Savaş esnasında uluslararası medyaya anlattığı her şeye inandığını da eklemeyi ihmal etmemişti.
Hakikaten tuhaf bir durumdu. Es-Sahaf, Amerikan birlikleri Bağdat sokaklarında cirit atarken bile, sanki hiçbir şey olmamış gibi gazetecilerin karşısına çıkmış ve “Ya teslim olacaklar ya da panzerleri içinde yanacaklar,” diye gözdağı verebilmişti. Şüphesiz ki es-Sahaf türünün tek örneği değildi, ama en keskin karikatürlerinden biriydi.
Çok farklı zamanlarda çok farklı coğrafyalarda yaşamış Jül Sezar’dan Hugo Chavez’e, Adolf Hitler’den Muhammed Said es-Sahaf’a uzanan aktörlerin bu yazıda buluşmasına sebep olan şeyi eminim çok merak ediyorsunuzdur. Öyleyse sizi fazla merakta bırakmayayım.
Tarihte, kof hamaset ve popülizmle kitlelere gaz vererek ülkeleri maceradan maceraya sürükleyip yıkıma götürmenin pek çok örneği bulunuyor. Babalanarak, hey heylenerek, önüne gelene çemkirerek günün kurtarılabileceğinin, ancak bu yolla çok fazla yol alınamayacağının en güncel örneklerinden birini ise, Erdoğan tipi liderlikle yol aldığını sanan petrol zengini Venezuela’nın düşürüldüğü zavallı durum oluşturuyor.
İBN-İ HALDUN’U BİLE ZIRVALARINA MEZE YAPAN GIRTLAK ŞARLATANLARI
Öte yandan, güvenilir tüm göstergeler, şaşalı hamaset ve bu hamasetle efsunlanmış kitlelerin alkış ve tezahüratları eşliğinde Türkiye’nin de bir topyekün bir yıkıma sürüklendiğini söylüyor. İşte böyle bir ortamda, ülkeyi yönetenlerin gerçeklikten kopuk nasıl bir hayal dünyasında yaşadıklarını ele veren birkaç tuhaf beyan dikkatimi çekti. Bunlardan biri eski Başbakan Yardımcısı ve AKP Bursa Milletvekili Hakan Çavuşoğlu’na ait. Birkaç gün önce yaptığı bir konuşmadan Çavuşoğlu, “Dünyada eksen, güç odakları, sermaye yer değiştiriyor. İbn-i Haldun’un güzel bir teorisi vardır; ‘Devletler de aynen insanlar gibi doğar, büyük ve ölürler’ der. Ey Amerika, doğdun, büyüdün, ölümün yaklaştı; ne yaparsan yap,” demiş.
Zırvasına İbn-i Haldun gibi büyük bir dehayı meze yapmasını bilen Çavuşoğlu, kendisi gibi şarlatanların peşine düşen ahmak sürülerinin ABD’yi boykot adına yaktığı, parası dolar cinsinden çoktan ödenmiş, iPhoneları üreten şirketin değerinin 1 trilyon doları aştığını ve buna benzer şirketlerin ABD’de gırla olduğunu bilmiyor olabilir mi? Çavuşoğlu denen adamın, gerçeklikle alakası olmayan saçmalama kapasitesi açısından es-Sahaf’tan kalır bir yanı var mı?
Çavuşoğlu bu konuda tek örnek olsa belki üzerinde durmaya değmezdi. Ama bu bir zihniyet, bu bir ahlak. Daha doğrusu insanları bilinçli bir şekilde gerçeklikten kopararak aldatmayı amaçlayan ahlaksızlık. Bu ahlaksız zihniyetin, ele geçirdikleri her mecradan insanların üzerine boca ettikleri yalanlarını saymakla bitiremeyiz. Hakkında yalan ve iftira üretmeye bir türlü doyamadıkları insanlardan birini de gariban bir Amerikalı din adamı oluşturuyor. Onbinlerce yerli ve milli masum ve mazluma zulmetmeleri sanki yetmiyormuş gibi, haksız yere özgürlüğünden alıkoydukları Papaz Andrew Brunson için her gün yeni bir yalan ve iftira üretmekten de geri durmuyorlar.
Tıynetinin ne olduğunu anlamak için, böyle bir devirde milletvekili yapılmak üzere Erdoğan tarafından tercih edilmiş olmasının yeterli olacağı AKP Gaziantep Milletvekili Mehmet Erdoğan, iftira ve yalan kampanyasına yeni bir zırvayla katkıda bulunmuş. Erdoğan, haksız ve hukuksuz tutukluluğu Türkiye ile ABD arasında büyük gerileme yol açan Brunson’ın Amerika’nın Irak’ı işgali sırasında Irak altınlarını yağmalama operasyonlarının komutanı olduğu gibi bir zırvayı ileri sürmüş. Evet ya, 23 yıldır kesintisiz İzmir’de yaşayan Brunson, Erdoğan’a göre, savaşlarda komutanlık yapan Amerikalı bir askermiş.
BATAN GEMİNİN MALLARI VE BİTMEYEN ZIRVALARI
Batan geminin mallarında zırva bitmez tabii. AKP Grup Başkanvekili Bülent Turan da, kötü yönetim, hukuksuzluk, israf, şatafat, talan, yağma, haramilik, haydutluk ve peşkeşle batırdıkları ekonominin sebep olduğu krizi, tıpkı ağababası gibi, başkalarına mal etmeye yeltenmiş mesela. Bu uğurda uçtukça uçmuş ve “Dövizin artmasının tek sebebi var. Türkiye’ye ayar vermek. Veremeyecekler kardeşim. Bunlar o papazı değil, Erdoğan’ı istiyorlar. Alamayacaklar kardeşim. Bu millet olduğu müddetçe, sahip çıktığı müddetçe alamayacaklar,” demiş.
Tek sermayesi Erdoğan’a yardakçılığı olan Turan gibi zavallı isimlere  her şeye rağmen ne aptal diyebiliriz ne de ahmak. Bu türlere desek desek “anasının gözü,” “şark kurnazı,” veya “Şam şeytanı” diyebiliriz. Ama, bakın bu söylediklerinde Turan haklı. Efsun yemiş kitleler ölümüne sahip çıktığı müddetçe, o kitlelerin topyekün mahvından önce Erdoğan’a kimse dokunamaz.
İşinin ehli bu Şam şeytanları şunu çok iyi biliyorlar: Ülke battıkça hamasete daha fazla meyleden kitleler gerçeklikle köprüleri attığı oranda, uçurumdan yuvarlanan ülke batar belki ama kimse bu yıkımın sebebi olarak kendilerini görmez. Hatta kim bilir, belki ahmaklaştırıcı bu kitlesel hipnoz sayesinde ve aldıkları gazın coşkusuyla, Romalılar’ın Diktatör Sezar’a ancak öldükten sonra layık gördükleri şeyi Diktatör Erdoğan’a yaşarken layık bile görebilirler. Yani onu resmen mabud bile ilan edebilirler. Kim bilir?..
(TR724)