Yorum | Naci Karadağ
Niye yalan söyleyeyim Haruki Murakami’nin şu güzelim sözünü okumasam benzer bir muhasebe yapmazdım sanırım. Şöyle diyor çağdaş Japon edebiyatının en büyük yazarı; “Kötü günlerin iyi tarafları da vardır. İnsanları tanırsın, özellikle yanında sandıklarını.”
Musibet ve felaketlerle ilgili kurulan cümlelerde en sık geçen kelime “ders almak” olsa gerek. Bizzat yüce kitabımız da benzer ifadelerle bezeli.
Başımıza gelenlere en az şaşıranlar Avrupalılar emin olun. Çünkü onlar yaklaşık 100 yıl önce bu filmi neredeyse birebir yaşayarak izlemişler. Hitler’in hikayesini okuyun anlarsınız..
Gerçi bizim durum idama mahkum olan Bektaşi gibi, son sözü sorulduğunda “Bu bana iyi bir ders oldu” oldu galiba…
Özellikle son birkaç haftadır, hadi en ağır kırılma noktamı söyleyeyim; Meriç’de boğulan yavrulara oh çeken beş paralık müsveddeleri gördükten sonra bu kadar kötülüğün bu ülkede nasıl fark edilmeden barındığına hayretler ettikten sonra düştü jeton. Ya bizler çok saftık ya da birileri iyi gizlemişti gerçek yüzlerini.
Kötü günlerin iyi tarafını görmek insana bir süre acı veriyor ama mebzul miktarda bekledikten sonra yaralar kabuk bağlamaya başladığında iyi geliyor nedense.
Tavsiye ederim, siz de bu açıdan gözden geçirin yaşadıklarınızı.
Bir milletin, şehrin, mahallenin hatta hanenin nasıl bu kadar fenalık yapabileceğini, kötülüğe karşı bu kadar teşne olabileceğini hayretler içinde gerecek ve ciddi anlamda bir umut kırılması yaşayacaksınız.
Düne kadar beraber oturup, yiyip içtiğiniz insanların nasıl birer canavara dönüştüğünü hayretler içinde göreceksiniz.
Demek ki var olan bir kötülüğün ortaya çıkması için bir şeylerin olması gerekiyormuş.
Demek ki insanın zalimleşmesi için gerekli vasatın oluşması gerekiyormuş. Zalimlik ya da kötülük yapacak imkanı olmayan birinden kötülük görmemek o insanın iyi biri olduğu anlamına gelmiyormuş meğerse.
Başta iktidar partisi ve tepesindekiler olmak üzere isterse bir dönemin mazlumu olsun, gücü ele geçirenin nasıl birer vahşi sırtlana dönüştüğünü görmek için böylesi bir süreç gerekiyormuş.
Nazi döneminin ara sokaklarında dolaştıkça adım başı tanıdık bir karaktere rastladım bu süreç sonrasında. Bir çıkmazda Abdullah Gül göründü bana, bir evin balkonundan Erbakan el salladı, Arınç selam verdi bir köşeyi dönerken. Bir gölgelikte Hakan Fidan belirdi…
O zaman anlıyorsunuz İslam halifenin kanını akıttıktan sonra namazın sünnetini kaçırdılar diye birbirine kızan katillerin ruh hallerini.
Bu süreç bana tarihe tekrar bu gözle bakmayı öğretti mesela.
Başta kitaplar olmak üzere, geçmişe, insanlık tarihine olan ilgim arttı benim. Merhum Akif’in
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘’Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Demesi boşuna değilmiş meğer…
Başımıza gelenlere en az şaşıranlar Avrupalılar emin olun. Çünkü onlar yaklaşık 100 yıl önce bu filmi neredeyse birebir yaşayarak izlemişler.
Hitler’in hikayesini okuyun anlarsınız.
Bu süreç olmadan önce şahsen Hitler’in tek başına bir kötülük sembolü olduğunu düşünüyordum.
Asla öyle olmadığını öğrendim.
Goebbels’i iyi kötü biliyordum birazcık, ancak Dietrich Eckart’ı tanıdım örneğin. Himmler’i, Blomberg’i, Hermann Göring’i, Rudolf Hess’i ve onlarcasını.
Nazi döneminin ara sokaklarında dolaştıkça adım başı tanıdık bir karaktere rastladım bu süreç sonrasında. Bir çıkmazda Abdullah Gül göründü bana, bir evin balkonundan Erbakan el salladı, Arınç selam verdi bir köşeyi dönerken. Bir gölgelikte Hakan Fidan belirdi…
Sadece insanlar bağlamında değil olaylar açısından da gerçek olamayacak kadar tuhaf benzerlikleri fark ettim ayrıca. Meclis Yangını’ndan arzu edilen rey alınamayınca birkaç ay sonra tekrar seçime gidilmesine kadar neredeyse birebir yaşanmıştı ve yaşanıyordu her şey. 1 Haziran – 1 Kasım sürecini bile yaşamıştı Almanlar vaktiyle.
Bu sebeple şaşırmıyorlardı başımıza gelenlere, olan biteni bizden daha iyi anlayabiliyorlardı bu sebeple.
Bir sosyal grubun kırılmasına alkış tutanları da yine tarihe bakarak okumak mümkündü bu süreç içerisinde. Malına çökülenler, soy kırıma uğrayanlar, şeytanlaştırılanlar, sürülenler, açlığa, yokluğa mahkum edilenler…
Aradaki tek fark 100 yıllık bir zaman dilimiydi o kadar.
Tek bayrak, tek vatan masalıyla uyutuyordu Alman milletini Hitler, Almanya Uyan diye devasa afişler asıyordu her yere.
Etrafı ise korkudan, çıkardan ya da başka sebeplerden onu destekleyen, ses çıkarmayan, kişilerle çepeçevre kuşatılmıştı. Bir dalkavuklar dünyası kurmuştu kendine Hitler. Kendi gerçekliğini üretmiş ve orada Mesih olduğuna inanarak yaşamıştı. Dünyayı kendisi kurtaracaktı, öyle inanıyordu.
Ve koskoca bir toplum akıl almaz şekilde uyuşturulmuştu. O dönemin AHaber’i gazetelerdi. 34 bin miting yapmıştı iktidarı ele geçirdiği son seçim öncesinde Nazi Partisi. Her köye, her bucağa, mahalleye, haneye ulaşmışlardı. Arabalarla, yaya olarak, broşürlerle kötülüğü bir zehirli sarmaşık gibi dolaştırdılar Almanya’nın en ücra köşesinde bile.
Zengin yardakçı da bulmuşlardı, gazeteci de, çıkarcı aydın da, sanatçı da…
Hitler’i küçümseyenler onun kendilerine sunduğu imkânlarla mest oluyorlardı ama ödeyecekleri büyük bedeli düşünemiyorlardı.
Bugün ülkemizde olduğu gibi.
Hilal’ler, Nihal’ler, Etyen’ler, Cem’ler, Melih’ler, Yıldıray’lar, Osman’lar, Burhan’lar, Elif’ler, Barlas’lar, Alev’ler, Karaman’lar, Hatipoğlu’lar, Hakan Albayrak’lar, Yusuf Kaplan’lar, Ahmet Akgündüz’ler, Mustafa Armağan’lar, İskender Pala’lar, Ayvazoğlu’lar, Karaalioğlu’lar, Dilipak’lar, ve binlercesi…
Cemile gibi zurnanın son delikleri, Turgay gibi şebeklerin bile dip koçanını bulmak mümkün Nazizim’in geçmişinde.
Süreç bana tarihe tekrar bakmayı öğretti şahsen. Ve yaşananların yarıçapı değişken bir çember olduğu gördüm tarihte.
Bir şekilde tekerrür ediyordu çünkü toplumların ibret almak gibi bir kabiliyeti yoktu.
Konuya devam edeceğiz… Daha epey mesele var birikti hepsi…
(TR724)