Gariplerin Bayramı..

Yorum | Mahmut Akpınar

Öğrenciliğim 1980’lerin sonlarına rastlar. Üniversiteyi İzmir’de okudum. O dönemde hiç kaloriferli evimiz yoktu. “İzmir sıcaktır kalorifere ne hacet!” deyip geçmeyin, kışın nemle birlikte soğuk baya üşütür.  Hele eviniz güneş görmüyorsa, biraz da nem varsa soğuğu çekilmez olur. Hala öyle sanırım, İzmir’de evlerin çoğunun çatısı yoktur. O nedenle kışın soğuk olur, yazın ise beton tavan sıcağı aynen alta yansıtır ve hararetten evlerde durulmaz. Çekilmez yaz sıcaklarına karşı teknik okulda okuyan bir arkadaş amatör bir vantilatör yapmıştı, yazları onunla serinlemeye çalışırdık.
Evlerimizde tahtadan “tabut” denilen kasalar ve üzerine basit süngerden yapılmış, ucuz kumaşla kaplanmış yataklar vardı, onlarda yatardık. Bir mobilyacı abinin ürettiği alta yatak, yorgan, eşya konulabilecek çekyatımsı, daha gelişmiş kasalar geldiğinde müthiş sevinmiştik. Salon dahil evlerde halı olmazdı, zeminlere bağış olarak toplanmış Uşak kilimleri serilirdi. En zor işlerden birisi kışın sabah erken kömür sobalarını yakmak, soba kovasını değiştirmekti. Kalitesiz kömürden veya sobayı yakmaktaki acemiliğimizden dolayı çoğu zaman sobanın olduğu salon dumanla dolardı.

İçinde bulunduğumuz şartlar bize tekrar eski günlerdeki gibi sıcak, samimi, beklentisiz koşturma, hizmet etme imkanları sunuyor. “Nerde o eski günler!” dediğimiz günler şu an önümüzde ve bizden eylem, hareket bekliyor!..  Bayramını gurbet, yokluk, zorluk içinde geçiren tüm gariplerin bayramını kutlarım.

1980’lerde Anadolu’dan gelmiş öğrencilere bağrını açan ışık evlerde peynirle zeytini aynı anda bulmak zordu. Sofraya hep birlikte oturulur, herkes gelmeden başlanmazdı. Zaten sınırlı olan yiyeceklerin diğer arkadaşlara kalmama ihtimali vardı zira. “Zeytini bir ısırıkta yemeyin arkadaşlar!” diye uyarılar alırdık. Çünkü zeytin pahalıydı ve ancak yarım kilo alabiliyorduk. Bazıları az içmesin diye çaylar aynı anda doldurulurdu. Patatesli yumurta bütün öğünlerin en favori yemeğiydi. Zira patates ucuzdu, üzerine çakılan iki yumurta ona lezzet katardı. Her şeyden önemlisi hazırlaması kolaydı; ustalık ve zaman istemezdi.
İzmir’in en çok neyini özlersin deseler tereddütsüz esnaflarını derim. Heryerin esnafı öyledir ama İzmir’in esnafı bir başkadır. Fevkalade sıcak kanlı, cömert ve fedakar insanlardır. Ramazanlarda 30 günde 32-33 iftar yapardık. Bazen karışıklık, yanlış anlaşılmalar olur ve bazı evlere iftara gidilemezdi. Sonraki yemekleri riske atmamak, ablaları kızdırmamak, ev sahibi abileri zor durumda bırakmamak için –fedakarlık yapıp- aynı gün iki iftar ederdik. Esnaflar, ablalar o kadar cömertti ki herkes her gün mutlaka iftara giderdi. Bugün dünyanın bu en güzel insanlarının “terör”den tutuklandığını, hapislere doldurulduğunu duydukça sadece kahrolmuyorum onlara bunu yapanları Kahhar olan Allaha havale etmekten kendimi alamıyorum.
Şimdi ne hallerdedir bilemiyorum. Bir N. amcamız vardı. Yaşı daha o zamanlar epeyce vardı. Belki vefat etmiştir. Belki de İslamcı soslu Zulüm Düzeni yaşlı, hasta haliyle O’nu da hapse koymuştur; şu an hapislerde çile çekiyordur.  N. Abi mütahitlik yapıyordu; öğrenciler için yemeğe gidilecek favori esnaflardandı. Özellikle hafta sonları geç vakitte esnaf abilerin evinde kahvaltı yapmak bizim için müthiş bir lükstü, hazdı. Sucuğu, balı baba evinde zor bulan, öğrenci evinde patatese talim eden bizim gibi Anadolu çocukları için N. Abi gibi insanların evindeki kahvaltılar/yemekler harika şeylerdi.  Sanırım biraz gözümüzü de doyurmak için kahvaltıda onlarca çeşit koyarlardı . Sucuktan, petek balından, peynir, zeytin çeşitlerinden kaymağa, tereyağından kavurmaya, yeni gördüğümüz yerel tatlara kahvaltıda herşey bulunurdu.
Benim öğrenciliğim döneminde hiç unutamadığım yemeklerden birisi de İsmail abinin yemekleriydi. Sanırım Tokatlıydı, bir deri atölyesinde asgari ücretle çalışan genç bir işçiydi. Şu anda apartmanlarla doldurulmuş Buca’nın Kozağaç tarafındaki gecekondulardan birinde yaşıyordu. Evi bir göz odadan ve bir mutfaktan ibaretti ve iki çocuğu vardı. İmkanları çok sınırlıydı ama her yıl bizi mutlaka ve ısrarla iftara davet ederdi. Mönüsü hep aynıydı: kuru fasulye, pilav. Evinin yolu yoktu, az yağmurda her yer çamur olurdu. Ama biz 45 dakika yürüyerek gidilebilen bu iftarı her yıl iple çekerdik ve mutlaka onun davetlerine iştirak ederdik. Onda yediğimiz kuru fasulye-bulgur pilavı bize her şeyden lezzetli gelirdi. Yemeklerden öte, O’nun tebessümü, yokluk içindeki cömertliği, candan hali hepimizi mest ederdi.
Kurbanlar en nostaljik, en unutulmaz zaman dilimleriydi. Ana baba eli öpmeye bayramın ikinci üçüncü günü giderdik. Memleketi uzak olanlar bazen hiç gidemez, kalırdı. Ama Kurbanlarda esnafından öğrencisine herkeste müthiş ve tatlı bir telaş olurdu. Deri toplama ve kesim ekipleri oluşturur, sokak sokak mahalleleri paylaşır ve deri toplardık, insanların kurbanlarına yardım ederdik. Bağırsakları dahi zayi etmez, “bağırsak toplama ekipleri” kurardık. Bir dönem İzmir’in zenginleri arasında olan ve en çok yardım eden X kardeşlerin, şirketin tüm arabalarını tahsis etme yanında bizzat deri-bağırsak topladıklarına şahit olmak biz öğrencileri müthiş teşvik eder, bitirirdi. Üstelik bütün bunlar deri-kurban toplamanın yasak olduğu, yakalananın hapse atıldığı dönemde yapılırdı. Deri toplamak, kurban bağışı kabul etmek yıllarca THK tekelinde oldu. THK araçları sokakları dolaşır, deri toplardı. Camilere/vakıflara deri toplamanın suç olduğunu ve cezalarını hapörlerden tehdit şeklinde ilan ederdi. Hamdolsun(!) AKP’nin son dönemlerinde de kaçak deri toplama, baskı altında kurban toplama/ kesme hazzını yeniden yaşadı millet. Şu sıralar yaşananlar ise her daim oy toplamakta kullandıkları Tek Parti dönemine rahmet okutacak, Hitler uygulamalarıyla kıyaslanacak türden!
Hadis-i Şerifte: “İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!” (Müslim, İman/232; Tirmizî, İman/13) deniliyor. Hizmet Hareketi amatör ruhla, yokluklar sıkıntılar içinde başladı. Dertli insanların derdini, yüreğinin coşkusunu paylaşmasıyla dünyaya yayıldı. Yaşatmak için yaşayanların çabasıyla, kendi ihtiyaç içinde iken isar hasletiyle evini, imkanlarını açanların gayretiyle bir yerlere geldi. Hizmetin hedefi gönüllerdi, insanlardı. En zengini o kentte orta ölçekli esnaf olan, pek çoğu işçi, memur, emekçi olan insanların omuzlarında yeşerdi, gelişti Hizmet. Öğrencilere bakmak için köy köy öşür toplanır ve yıl boyunca kullanılırdı. Esnaflardan oluşan gıda ünitelerinin işi öğrencilerin iaşesi için malzeme tedarik etmek, bağış bulmak ve temel gıda ihtiyaçlarını karşılamaktı. Pek çoğumuz öğrenci iken meteliksiz dolaşırdık, evde yiyecek bir şey bulamadığımız zamanlar az değildi. Belediye otobüsüne binecek paramız olmadığı için saatlerce yürürdük. Derme çatma, soğuk, nemli ve ucuz evlerde kalabilirdik.
Sonra imkanlar genişledi. Lüks binalar dikildi. Toplumda “itibar” sahibi olduk. İnsanlar Hizmet çatısı altında poz verebilmek için yarışır oldu. Programlara her seviyeden siyasiler, bakanlar, milletvekilleri doluşmaya başladı. Yaptığımız her şeyde en iyi oluyor, dünya çapında başarılara imza atıyorduk. Uluslararası bilim olimpiyatlarında, ÖSS’lerde, TÜBİTAK sınavlarında her daim birinciler çıkarıyorduk. Okullarımız marka, dershanelerimiz efsaneydi. Biz yaptık mı en iyisini yapardık! Bireysel olmasa da bir miktar kollektif egomuz vardı. Allah bir Zalimi musallat etti ve bu Zalim bütün harmanı yaktı, kül etti. Yetmedi ömrünü milletin evladına, onların ahlakına, eğitimine vermiş dünyanın en güzel insanlarını hapislere doldurdu, sürgünlere yolladı, işkencelerden geçirdi. Allah’ın verdiği rızkı kesip “aç bırakmakla” tehdit etti. Zenginlerin malına çöktü, insanların namusuna, onuruna tasallut etti.
Bir amansız fırtına esti ve bütün bağları bozdu, bahçeleri talan etti. Ama bu durum hep bahsettiğimiz ama pek başaramadığımız “kendini sıfırlama”, Allah’a tam tevekkül ve teveccüh etme imkanını bahşetti bizlere. Yaşadıklarımız, ilk zamanlardaki gibi amatör ruhla, heyecanla ve ümitle yeniden başlama fırsatı sundu bize. Şimdilerde herkes her şeyini kaybetmiş durumda. Mallar, makamlar, konumlar lüks binalar, kaliteli araçlar, apoletler hepsi gitti. Marka okullara, efsane kurumlara çöktüler. Dünyanın en çok madalyasını toplayan o okullar talan edildi. Sanırım harami güruh olimpiyat madalyalarını bile yağmalamıştır.

Zalimin zulmü, hırsızın çaldıkları bir tarafa, Allah bize faturası biraz ağır olsa da, canımızı yaksa da Hadisi Şerifte bahsedildiği gibi yeniden garipliğe dönme imkanı sundu. Tekrar amatör ruhu kazanma fırsatı bulduk. Umudu yitirmeden, enseyi karartmadan çok kıymetli olan bu amatör ruhu, müjdelenmiş garipliği iyi değerlendirerek “çay koy keçeli yeniden başlıyoruz” deyip her şeye yeniden başlama iradesi sergilemeliyiz. Bizim işimiz ıslah etmek. İfsat edenlerin fesadına, tahribine, tahkirine takılmadan daha duru bir gönülle tamire başlamalı, ıslaha, tebliğe, sulha, Hizmete devam etmeliyiz.
İçinde bulunduğumuz şartlar bize tekrar eski günlerdeki gibi sıcak, samimi, beklentisiz koşturma, hizmet etme imkanları sunuyor. “Nerde o eski günler!” dediğimiz günler şu an önümüzde ve bizden eylem, hareket bekliyor!
Bayramını gurbet, yokluk, zorluk içinde geçiren tüm gariplerin bayramını kutlarım.
(TR724)