SÜLEYMAN SARGIN
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Prizma 5 kitabında yer alan bu yazısını fikir ve düşünce hürriyeti adına bir perspektif olur düşüncesiyle sizlerle paylaşmak istedim.
***
Tarihin belirli zamanlarında bazı toplumlarda İslâm’ın ruhuna aykırı olarak bazı kimselerce ve bazı idarelerce baskı ve zorlamaya başvurulmuştur ama hep öyle olmamıştır. Aslında saygılı olmak başka, büyüklüğü kabullenip istidatların önünü kesmemek daha başka bir meseledir. Bu konuda Asr-ı Saadet’te meydana gelen bir hâdiseyi nakletmek istiyorum:
Efendimiz etrafındaki yaşlı sahabilere, hurmayı bir misalle sormuş, pek çok sahabi değişik ağaçlar etrafında dolaşırken, yaşı oradakilere nispeten daha küçük olan Abdullah b. Ömer cevabı bilmesine rağmen söylememişti. Öyle anlaşılıyor ki İbn Ömer o dönemde böyle davranılması gerektiğini düşünüyordu. Ama daha sonra babası Hazreti Ömer ona, yapması gerekli olan hususu söyleyince (doğru bildiğini çekinmeden ifade etmesi), o da bu konudaki tavrını değiştirmişti.
Hicrî 2. asır, Ebû Hanife, Süfyan b. Uyeyne, Süfyan es-Sevrî ve Evzâî gibi dev imamların yaşadığı ilim ve fikir açısından çok velûd bir dönemdir. Bu imamlar birbirleriyle muasırdılar; belki aralarında sadece üç-beş yaş fark vardı. Bu dönemin en mühim özelliklerinden biri, fikirlerin çok serbestçe tartışılıyor olmasıydı. Hususiyle Kûfe’de her şey münazaranın âdâbına göre tartışılıp konuşuluyor, müzakere ediliyor ve bir neticeye bağlanıyordu. Herhâlde şimdilerde olduğu gibi saygısızca ve kavga edercesine değildi! Kavga edilmiyor, tartışmalara girilmiyor ve her şey bir edep çerçevesinde cereyan ediyordu. Yapılan bütün müzakereler insana karşı saygılı davranma ve hoşgörülü olma çerçevesinde gerçekleşiyordu. Hususiyle Irak’ın kendine has bir özelliği vardı. Zira burası Havâric (Haricîlik), Nevâsıb (ehl-i beyt düşmanlığı) düşüncelerinin ve Neoplatonizm gibi değişik fikir cereyanlarının çok erken girdiği bir yer olması itibarıyla farklı fikir cereyanlarına çokça sahne oluyordu.
Ebû Hanife değişik zamanlarda yanına gelen ve sayıları binlere ulaşan talebeleriyle hemen her şeyi müzakere ederek, konuları zeminine oturtuyor ve böylece bütün vicdanlar da rahatlıyordu. Bundan dolayıdır ki o dönemde, bir yandan hadis, usûl-i hadis, nakd-i ricâl (hadiste senet tenkidi), nakd-i metin (hadiste metin tenkidi) gibi ilimler inkişaf ederken, diğer yandan ilk tefsir ve fıkıh eserleri telif ediliyordu. Bu bir mânâda hicrî 4. asrın sonu itibarıyla Asya’da bir Rönesans gerçekleşmesi demekti. Düşünce ve bilim tarihi açısından bakıldığında, çok erken denebilecek bir zamanda, büyük hukukçuların yanında İbn Sina gibi dâhilerin ve fünûn-u müspetede Zehrâvî (cerrahların babası kabul edilen büyük bilgin) gibi devâsâ insanların yetiştiği görülmektedir. Öyle ki Zehrâvî’nin kullandığı aletleri Batı tam bin seneye yakın üniversitelerinde kullandı. Bu itibarla böyle dâhilere “Bin Sene Yaşayan Adam” demekte bir beis yoktur. İyi bir değerlendirilmeye tâbi tutulduğunda ifade edilen gerçeklerin hafif şeyler olmadığı görülecektir.
Fikir hürriyeti vardı ama saygı, nezaket ve edep de vardı
İmam Muhammed, İmam Ebû Yusuf Ebû Hanife’ye karşı çok saygılı ve terbiyeli idiler. Ona, “Hocamız” diyorlardı ama aynı meselede onunla farklı düşünceleri de olabiliyor ve bunu da ifade edebiliyorlardı. Fıkıh kitaplarında buna misal teşkil edecek, onların pek çok farklı düşünce, mülâhaza ve mütalâaları vardır. Bunlar sadece kuru bir saygıdan dolayı “Hocam” deyip de Kitap ve Sünnet’te öyle görmedikleri hakkı ketmetmiyorlardı. (Hocalarını tenkid, Kur’an ve Sünnet zaviyesindendi.) Çünkü onlar hakikat karşısında susanın dilsiz şeytan olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Evet, Ebû Hanife de Süfyan b. Uyeyne ve Süfyan es-Sevrî gibi dâhilerdendir. Aslına bakılırsa fıkıh Ebû Hanife’nin asıl alanı değildir. O, kelâm ulemâsındandır. Yani fıkıh, Ebû Hanife’ye göre ikinci bir meseledir. Zira o akidecidir. (Allâme Muhammed Hamdi Yazır da aslında fakihtir ama tefsir yazmıştır.) Ebû Hanife de, şartların gereği daha çok akide ve kelâm ile iştigal etmiş olmasına rağmen, hem kendisi fıkıhta daha meşhur olmuş, hem de talebeleri büyük ölçüde fıkıh sahasında yetişmişlerdir. Zira yetiştiği dönemde fırak-ı dâlle ve bâtıl cereyanlar öyle çoğalmıştı ki, Dehriyyûn (maddeci ve materyalist bir düşünce akımı) Basra ve Kûfe’de kürsüler kurmuştu. Hatta bu meselede o derece ileri gitmişlerdi ki, inkâr-ı ulûhiyet meselesi bile konuşuluyordu. Neoplatonizm, Monizm ve daha başkalarının fikir plânında temelleri de aslında o dönemde atılmıştı. Daha sonraki filozoflarla sistemleştirilmeye tâbi tutulmuş, yeniden bir kere daha seslendirilmiş ve yorumlanmış olsalar da, bunların tohumları ta o dönemde atılmıştı. Onun için, biri Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat diğerleri (yetmiş ikisi) de fırak-ı dâlle olmak üzere yetmiş üç fırkanın varlığından bahsedilmektedir.
Ebû Hanife işte böyle bir ortamda neş’et etmiş ve bu fırkalarla yaka paça ola ola hayatını sürdürmüştü. Ne var ki, Hazretin öyle bir istidadı vardı ki her sahada söz söyleyebiliyordu. “Fıkh-ı Ekber” adında akâide dair bir kitap ona aittir ve daha sonraları Aliyyü’l-Kârî gibi bir allâme de bu esere bir şerh yazmıştır.
İmam-ı Âzam, talebelerine Kur’ân ve Sünnet ölçüsünde, Sünnet’i kritik etmeye yardımcı olabilecek bir kısım düsturlar vaz’ ediyor ve fıkıhta binlerce insanı başına toplayabiliyordu. Onun yetiştirdiği talebeler içinde Ebû Yusuf gibi Abbasiler’e uzun zaman şeyhülislâmlık yapan büyük zatlar da vardı. İmam-ı Âzam’ın yetiştirdiği bu büyük insan, tebe-i tâbiîn döneminde şeyhülislâm olmuştu ki onun bu vazifeyi yaptığı coğrafyada İmam Mâlikler, İmam Muhammedler ve İmam Şafiîler de bulunuyordu. İmam Ebû Yusuf, o dönemde İslâm’ın tek olmasa da Türkiye kadar otuz büyüklükteki Abbasi devletine şeyhülislâmlık yapıyordu.
Yine o büyük imamın yetiştirdiği müstesna talebelerinden biri de İmam Muhammed’di. Onun yazdığı eserleri üst üste koysak başımızı aşar. Sadruş’şehid, İmam Muhammed’in yazdığı el-Câmiü’l-Kebîr’ini, uzun olması münasebetiyle okunamama endişesinden dolayı hulâsa etmişti. Meseleleri hulâsa etmede ve anlamada zorlanmaya sebep olduğundan, daha sonra İmam Serahsî ise bu kitaba “el-Mebsût” adında bir şerh yazmıştı. Ama bütün bunlara rağmen bu eserlerin menşei yine de İmam Muhammed’e dayanıyordu. O, öyle zeki bir insandı ki, (bir söz esprisi içinde) kendisinin hocasından duyduğu hiçbir şeyi unutmadığını bildirir ki, doğrudur. Ayrıca, onun iyi bir gözlemci ve mütecessis olmasıyla alâkalı şöyle bir vak’a anlatılır:
Derse geldiğinde denemek için İmam Ebû Yusuf’un oturduğu minderin altına birkaç santimlik bir tahta, İmam Muhammed’in seccadesinin altına da bir kâğıt katlayıp koyarlar. İmam Muhammed öyle mütecessis bir insandır ki, İmam Ebû Yusuf dersini yapıp tahtanın farkına varmadan kalkıp gitmesine karşılık İmam Muhammed, oturur oturmaz hemen bir farklılığın olduğunu anlar ve “Allah Allah! Bu tavan mı iki kâğıt kalınlığı aşağıya inmiş, yoksa yer mi yukarıya çıkmış!” der.
Bunlardan başka İmamı Şafiî’ye hocalık yapan, hadiste allâme ve zâhid insan İmam Vekî’ de Ebû Hanife’nin talebelerindendir. İmam Şafiî’nin, “Eşi menendi yoktur.” dediği, hadiste allâme-i cihan olan zâhid ve zâbit âlim Abdullah b. Mübarek de İmam Âzam’ın meşhur talebelerindendir. Bu ölçüde, sadece İmam Tehânüvî’nin tespit ettiği üç yüz kadar büyük insan vardır.
Ebû Hanîfe aynı zamanda ticaret yapıyordu
İmam Ebû Hanife, kelâmla ve başka ilimlerle meşgul olmasının yanı sıra aynı zamanda bir de hayatını idame ettirmek için kumaş ticareti yapmaktadır ve bu şekilde kendi dükkânında rızkını helâl yolla kazanmaya çalışmaktadır. Merhum Seyyid Kutup “İslâm’da Sosyal Adalet” adlı kitabında İmam’ın ticaretteki hassasiyetine temas sadedinde şöyle bir olay nakleder: Bir ara İmam, kendisi dükkânda yokken çıraklar bir malı, gerçek değerinin üstünde satarlar. İmam durumu öğrenince, malı satın alan adamı bulur ve ona “O malın fiyatı o değildir.” der. Adam bu alışverişten razı olduğunu belirtmesine rağmen, “Sen razısın ama ben razı değilim.” der ve malı gerçek değerine göre verir ve o alandaki hususiyetini de ortaya koyar.
İşte o dönemler, tıpkı bir barut gibi kibriti uzaktan görünce, hemen meşaleye dönüşecek insanların çok olduğu bir dönemdi. İnsanlar Allah’ın inayetiyle birden parıldıyor ve ışık kaynağı hâline geliyorlardı. Meselâ Süfyan b. Uyeyne çok genç denebilecek bir yaşta içtihat edebilecek seviyeye gelmişti. Tabiî ki, bunun gerçek değeri, içtihadın ne kadar ağır bir iş olduğunu bilmekle ancak anlaşılabilir.
İmam Şafiî 54-55 yaşlarında vefat etmişti. Onu kritik edip hayatını ve biyografisini yazanlar, onun kendi çağında fıkhı iyi bilenlerden birisi olduğu gibi aynı zamanda hadisi de en iyi bilenlerden birisi olduğunu, bunun yanında çok iyi bir tabip ve en iyi şairlerden biri olduğunu söylerler. Bazen şiirlerini kendi de söyler. Hatta müstakil bir divanı da vardır. O, ‘Eğer şiir ulemâya layık olsaydı ben Lebid’den daha iyi bir şair olurdum. Fakat o derece meşgul olmadım.’ derdi. İmam Şafiî’nin çok ciddî rahatsızlıkları da vardı; ama bu rahatsızlıklar onun pek çok alanda bir uzman olmasına mâni olmamıştı/olamamıştı.
İşte bütün bu güzellikler ve ilmî bereket o dönemde düşünce hürriyetinin, düşünceyi ifade etme hürriyetinin ve araştırma hürriyetinin çok rahat kullanılmasından kaynaklanmıştır.
Demek Cenâb-ı Hak bir din gönderiyor, o dini temsil adına bir sürü de istidatlı insan yaratıyor, ta ki, o dine sahip çıkıp onu çok iyi yorumlasınlar ve böylece herhangi bir yanlışlığa meydan verilmesin. Şimdi kalkmış bir kısım cahil kimseler diyorlar ki, onlar da insan biz de insan!
(TR724)