Madrid’ı Yıkmak!

Yorum | Naci Karadağ

Yıl 2030…
“Hiç kimsenin tahmin edemeyeceği karanlık bir gelecek…
Halkın yüzde ellisini düşman olarak görmeye başlayan devlet, 2019 yılında bunu alenen ilan etti…
İktidar ürettikleri ‘Drone’lar ile ülkeyi kontrol altında tutmaya çalışıyor, düşman olarak gördüğü herkesi yok etmeye çabalıyordu.
Tokalaşan eller kirlenmişti.
Bazı insanlar bunun kriz, nefret, işsizlik yüzünden olduğunu söylüyordu…
Acı ve zayıflığımızla beslenen büyük bir çark vardı ve artık durdurmamız gerekiyordu.
2019’a kadar ancak dayanabildik çünkü.
Bir noktadan sonra hükümet medyayı artık kontrol edememeye başladı.
Ve gerçeğin daima ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.
Ekonomi, dibe vurmuş, şehirler harabe halini almış, insanlar artık ölüm-kalım mücadelesi veriyordu.
Bir cihaz vardı, gören yoktu ama varlığından söz ediliyordu.
Bir cihaz; her şeyi değiştirecek, bizi kurtaracak bir cihaz!
Ve ben onun peşindeydim…”
Bir filmden bahsediyorum.
Yukarıdaki replikler de filmin kahramanına ait.
Tipoloji olarak Hz. İsa’ya benzetilmiş bir kahraman harabe olmuş bir şehirde yol alırken söylüyor bunları.
Takibat altında, sürekli olarak gözetleniyor ve öldürülmesi an meselesi.
İnsansız hava aracıyla kendisini izleyenler ise enteresan. Biri takım elbiseli diğeri kravatsız, kirli sakallı sivil iki kişi.
Şöyle bir konuşma geçiyor aralarında:
– Onlar artık vatandaş değiller.
– Onlar sadece birer tehdit..
Ve kaybetmeye başladıkları anda bir protokol başlatıyorlar. İsmi “Madrid’i yok etme Protokolü”
Filmin ismi de bu aslında: ‘Destroy Madrid’!

Direnişçi ise aldığı yenilgiye rağmen umudunu yitirmiyor. Ve bir gün mutlaka şehri ve ülkesini geri alacağını söylüyor. Bütün umudu ise o cihaz…
Cihazın ne olduğunu söylemiyor film. İnsan düşünüyor ne olabilir acaba?
Belki bir yönetim şekli, bilemiyorum.
Bir metafor da olabilir yani.
Belki bir kavram, örneğin inanç gibi, umut gibi.
İsmi var, varlığından eminler ama ellerinden alınmış bir şekilde.
Onu tekrar elde edebilmek adına yaşamaya devam ediyorlar.
İspanyol yapımı bir film. Çok değil iki yıl önce çekilmiş. Süresi de kısacık. 10 dakika bile değil.
9 buçuk dakikada bir toplumun karanlık geleceğinden bir kesit sunuyor genç yönetmen Joseba Alfaro… Bir belgesel ve kısa film yönetmeni. Senaryo da ona ait. 20’den fazla prestijli festivalde aday gösterilmiş, bazılarını kazanmış bir film Destroy Madrid.
Aslında hikayesini izlediğimiz kahraman artık cihaz her ne ise onu elde etmiş ama iktidar sahipleri peşini bırakmıyorlar. Dahası, kaybetmemek için gerekirse ülkeyi yok edebilmeyi göze alıyorlar.
Öyle diyorlar zaten.
Yok etme protokolünü başlatın!
Türkiye’de nicedir olup bitenlere baktıkça. Aslında benzer bir finale doğru gittiğimiz görmek ve bir şey yapamamak çok acı.
Halkın yüzde 50’si düşman, diyor kısa filmde.
Tersinden okursak, diğer yüzde ellisi iktidarı destekliyor.
Bugünkü Türkiye gibi.
İş işten geçtikten sonra yollara dökülüyorlar ama artık her şey için çok geç.
Medya ellerinde, silahlar ellerinde, algı ellerinde..
Arzu ettikleri gibi at oynatıyorlar.
İktidarı kaybedeceklerini hissettikleri an ise, yok etme protokolünü uygulayacaklar.
Biz varsak ülke var, biz yoksak ülke olmasın.
Johanna Maria Magdalena Goebbels…
Eminim soy isim size bir şey hatırlatacaktır.
Evet, meşhur Nazi yöneticisi Goebbels’in güzeller güzeli eşi…
1945’te Ruslar Berlin’e girdiklerinde saklandıkları sığınağa elinde bir şişe ile girdi Magda…
En küçüğü beş, en büyüğü 12 yaşındaki altı çocuğuna kendi eliyle Potasyum Siyanür içirdi.
“Nasyonal Sosyalizmin olmadığı bir dünyada çocuk yetiştirmenin anlamı yok” diyerek gözünü bile kırpmadan öz yavrularına kıydı Bayan Goebbels.
Delicesine bir Hitler hayranıydı.
Ve sonra elinde tuttuğu silahı kocası Joseph’e uzattı.
Tetiğe tereddüt etmeden bastı acımasız propaganda bakanı.
Berlin’i yok etme protokolünü uyguluyorlardı.
Kendilerinin olmadığı bir dünya anlamsızdı, dolayısıyla kendilerinin olmadığı bir Berlin de öyle…
Merak edenler filmi şuradan izleyebilir.
(TR724)