Suriye’deki Türkiye, Lübnan’daki Suriye Rolünde

Yorum | Bülent Keneş

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, IŞİD benzeri ve/veya IŞİD artığı envai çeşit radikal cihatçı gruplardan müteşekkil Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile giriştiği Afrin askeri kampanyası, Erdoğan ve şakşakçılarının umduğu gibi 3 günde değil, ancak 2 ayın sonunda hedeflerine ulaştı gibi görünüyor. “Görünüyor” diyorum çünkü, PYD/YPG’nin uçak, tank, top, İHA gibi her türlü hava ve kara unsurlarıyla donatılmış düzenli bir orduya karşı mukavemet gücü sınırlı olduğundan doğrudan bir cephe savaşı vermek ya da riskli meskun mahal çatışmasına girmek yerine zaman yayılı yıpratıcı yeni bir taktiğe yönelmiş olma ihtimali yüksek.
Bu yüzden, aşağı yukarı 2 ay boyunca oldukça yavaş ilerleyen saldırının son aşamada hızla tamamlanması ve operasyonun diğer safhalarının aksine son safhasında PYD/YPG’nin dişe dokunur bir direnişiyle karşılaşmamasının askeri açıdan ciddi bir analizi gerekiyor. Bu analizin enine boyuna yapılmayıp her durumda zafer havası estirmek, siyasetin yakıtı olan günlük coşkuları alevlendirse de, orta ve uzun vadeli askeri gerçeklikleri gözden kaçırmaya yol açabilir.

Her ne kadar toplumun geneline yayılmış şahlanmış hissiyata ters düşecek olsa da temel bir gerçeği tekrarlamakta fayda var: Gayr-i meşru bir savaşın sonuçlarının şöyle ya da böyle olması o savaşı hiçbir şekilde meşrulaştırmaz. Afrin askeri kampanyası, sonuçlarından bağımsız olarak, gerekçeleri ve paydaşlarının formasyonu açısından hiçbir zaruretten kaynaklanmayan, hukuki zeminden yoksun gayr-i meşru bir askeri müdahaledir.
AFRİN HALA BİR SURİYE TOPRAĞIDIR
Neticede Afrin, üzerindeki değişen fiili durumlardan yine bağımsız olarak, dün olduğu gibi bugün de bir Suriye toprağıdır. Otokton grupların belirli dönemler için kendi ülkelerinin bir bölgesinde hakimiyet kurma çabası başka bir şey, yabancı bir gücün uluslararası hukuk açısından hiçbir meşru sebep olmaksızın uluslararası tanınırlığı devam eden bir başka egemen ülkenin herhangi bir bölgesinde fiilen ve cebren hakimiyet kurma çabası başka bir şeydir.
Gereklilik ve meşruiyet açısından Afrin’le mukayese edilmeyecek oranda güçlü gerekçelere ve nispeten sağlam bir meşruiyete dayandığı halde 1974 Kıbrıs Askeri Harekatı’nın sebep olduğu hukuki ve siyasi sorunların üzerinden, askeri müdahaleden bu yana 40 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, hala gelinememiş olmasının anlamak isteyenlere anlatacağı çok şey var. Afrin’deki mevcut fiili durumun, bu bölgenin en nihayet yeniden Esed rejimine devrinden başka bir amaca hizmet etmeyeceği ise, kim ne derse desin, dün olduğu gibi bugün de aşikar.
Afrin operasyonu ve sonuçları, dönemin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun savaş koşullarında Suriye’nin kuzeyindeki etnik ve mezhebi demografik yapının Türkiye’nin çıkarları hilafına yeni bir şekil alabileceğine dair 2011 yılı sonlarında yapılan tüm uyarıları alaya alırcasına, “Bunu diyenler o coğrafyanın nüfus dağılımını ve demografik yapısını bilmeyenler. Bölgedeki Kürt varlığı küçük yerleşimler halinde ve bu yerleşimlerin birbirleriyle bağlantısı yok. Aralarında ise Arap yerleşimleri mevcut,” mealindeki derin stratejik naifliğe benzer çocukça bir hayalcilikle değerlendirilemez.
Bölgesel demografik yapının, nereye evrileceği baştan kestirilemeyecek bir savaşın ağır koşullarında aynen korunacağını savunmak gibi bir körlükle malul bu “stratejik deha”nın ölümcül hataları bugün milli çıkarlar bakımından başka hataların tekrarlanmasının gerekçelerini oluşturmuş durumda. Oluşumunda ve yayılmasında muhteris Erdoğan rejiminin yanlışlarının başat rol oynadığı Kuzey Suriye’deki Kürt siyasi varlığının, iç siyasi hesaplarla bir gün aniden tehdit olarak görülüp yok edilmeye çalışılması, bugün bütün dünyanın IŞİD karşı mücadelede önemli bir değer atfettiği bu varlığın, en az oluşumuna zemin hazırlamak kadar yanlış görülebilir.
HEDEF İLE SEVKEDİLEN ASKERİ GÜÇ ORANTISIZLIĞI ŞÜPHE VERİCİ
Afrin bahanesiyle Suriye’nin kuzeyine sevkedilen askeri gücün büyüklüğünün gösterilen hedefle orantısızlığı, bu askeri gücün ele geçirilen bölgenin alan kontrolünün ötesine geçen hedefleri olabileceğine dair şüpheler doğuruyor. Şüphe doğuran büyüklükteki bu güce rağmen, sadece TSK mensupları arasından 46 kayıp ve yüzlerce yaralı vermek pahasına Afrin’in 2 ay boyunca alınamamış olmasının değil zafer, başarı sayılması bile tartışmalıdır. Erdoğan’ın defalarca “düşmesi an meselesi” açıklamasına rağmen, operasyonun bu kadar uzun sürmesi nasıl ki tuhafsa, son aşamadaki şehri teslim alma hızı da o kadar tuhaf. Ve bu durum, bir başarıdan ziyade PYD/YPG’nin taktik ricatının varlığına işaret etmektedir.
PYD eski Başkanı Salih Müslim de sosyal medya üzerinden böyle bir iddiada bulundu zaten. Müslim’in “Çatışmadan çekilmek savaşın kaybedilmesi ve mücadeleden vazgeçilmesi anlamına gelmiyor. Mücadele sürecek ve Kürt halkı kendilerine yönelik soykırım planına karşı kendilerini savunmaya devam edecek. Zafer, kuzey Suriye insanının olacaktır,” şeklindeki mesajı kendi militanlarına moral verme amaçlı görülebileceği gibi, tam da amaçladığı gibi zayiatı minimize ederek savaşı uzun bir zamana ve gerilla yöntemleriyle daha geniş bir alana yayma amaçlı bir stratejiye de işaret edebilir.

Davutoğlu-Erdoğan ikilisinin doymak bilmez ihtiraslarının tetiklediği olaylarla Lübnanlaşan Suriye’ye Türkiye’nin büyük bir askeri varlıkla müdahil olmasının yol açacağı gelişmelerin önümüzdeki dönemdeki seyrini ve neticelerinin neler olabileceğini merak edenler Suriye’nin Lübnan’da 30 yıllık serüvenine bakabilir.

Bu bilgiyi gözününde bulunduracak olursak, Erdoğan’ın iç siyasi hırslarının bir neticesi olarak Türkiye’nin bugün Suriye’de itildiği pozisyonun pek çok açıdan Suriye’nin Lübnan’daki pozisyonuna benzediğini söyleyebiliriz. Erdoğan’ın gündelik hissiyata oynayarak elde edeceği şahsi siyasi kazanımları dışında bugün sanki milli menfaatler açısından da bir kazanımmış gibi gözüken çabaların nihai olarak sıfırlanma potansiyeli açısından da Türkiye’nin Suriye’deki durumu Suriye’nin Lübnan’daki durumundan farklı olmayacaktır.
‘TERÖR DEVLETİ” YAFTASINA HAZIRLIKLI OLMAK LAZIM!
Özellikle Lübnan’daki iç savaş ve sonrasındaki rolü ve eylemlerinden dolayı Suriye, yıllar boyunca bir terör devleti olarak görüldüğü gibi, maalesef Türkiye de başka ülkelerin içişlerine müdahalede kullandığı ÖSO ve benzeri netameli cihadist gruplarla açıktan yürüttüğü ilişkileri yüzünden aynı noktaya hızla gelebilir. Türkiye’nin Suriye gibi giderek daha fazla bir “terör devleti” gibi algılanmasının sonuçları ise sadece Erdoğan rejimi ve paydaşlarını değil, ülkenin 80 milyon vatandaşının geleceğini karartma potansiyeli taşıyor. Geniş kalabalıkların, mevcut zafer sarhoşluğu içerisinde, bugün gayr-ı meşru ve metezori yöntemlerle elde edilerek önlerine atılan bazı sözde başarıların yarın kendilerine ve ülkeye nasıl büyük bir maliyete yol açacağını ne anlamaları, ne de bu yöndeki sözlere kulak kabartmaları mümkün gözüküyor.
İşin garip tarafı ise Lübnan’a müdahale ederek 30 yıl boyunca orada askeri varlık bulunduran Suriye rejimi ile bugün Türkiye’ye musallat olan Erdoğan rejimi arasında, ideolojik olmasa da yapısal bakımdan çok ciddi benzerlikler bulunuyor. Belki benzer stratejik hataların zemin bulmasının ana sebebini de bu yapısal benzerlikler oluşturuyor. Hatırlanacağı gibi, 1970’lerin Suriyesi de askeri bir darbe sonrasında konsolide olmuş, Hafız Esed ülkede otoriter bir tek parti rejimi kurmuştu. Patrimonyal nitelikteki bu rejimde yöneticiler ile yönetenler arasında bir patronaj ilişkisi oluşturulmuştu. Rejimin ve yönetici elitin menfaat ve güvenliği, iç politikanın olduğu gibi, ülkenin dış politikasının da en önemli hedefi haline gelmişti. Esed, mezheptaşı Nusayriler’in yanısıra devlet eliyle semirttiği bazı Sünni işadamları ile ittifak kurmuştu.
Bugünkü Türkiye’de olduğu gibi Suriye’de de en ufak bir siyasal muhalefete izin verilmiyordu. Parlamento da tek adamın, tek partinin kontrolü altındaydı. Yürütmeyi denetleyecek ne gücü vardı, ne de bunu talep edecek bir siyasi kültüre haizdi. Muktedir tek parti yöneticileri, tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi, yargı da dahil devlet bürokrasisinin üzerindeydi. Yine bugün Erdoğan rejiminin yaptığı gibi dış politika, istikrar ve huzur arayışının gereklerine göre değil, tam tersine tahakkümcü oligarşinin güvenlik endişeleri ve tehdit değerlendirmelerine dayalı geliştirilmekteydi. Erdoğan’ın yeri geldiğinde ümmetçiliği, yeri geldiğinde en ilkel formdaki ırkçı milliyetçiliği istismar ettiği gibi Suriye rejimi de pan-Arabizm eğilimlerini kendi çıkarları için kullanmıştı.
‘BURADA BEN VARIM VE REJİM BENİM!’
Suriye’deki Baasçı otoriter rejim, Erdoğan rejimi gibi, kendisine bağımlı ve bağlı olan oldukça şişkin ve ama etkisiz bir kamu sektörü oluşturmuştu. Bu sayede rejim, devletin patrimonyal özelliğini pekiştirmiş ve kamu sektöründe yer alan Suriyelilerin rejime olan desteğini sağlamlaştırmıştı. Esed rejimi de tıpkı Erdoğan rejimi gibi kendisine demokrasi, insan hakları, hukuk ve özgürlük gibi dertleri olmayan Sovyetler Birliği (Rusya) ve İran’ın desteğini arkasına almıştı. Yine Erdoğan gibi bir taraftan da petro-dolar zengini Körfez ülkelerini türlü ayak oyunlarıyla manipüle ederek aldığı mali yardımları yandaşlarına ulufe dağıtmakta kullanmıştı.
Erdoğan gibi Hafız Esed de dış politika yapım sürecinde tek söz sahibiydi. Bir fark varsa o da Esed’in dış politikaya yönelik kararlarını alırken, kendi kişisel görüşlerini dayatmak yerine, yönetici elitler arasında görüş birliğine önem vermesiydi. Düşüncelerini veya endişelerini ifade edecek demokratik kanallardan yoksun kamuoyunun ise dış politika yapımı üzerinde herhangi bir etkisi yoktu.
Erdoğan’ın sürekli “benim büyükelçim, benim dışişleri bakanım…” söyleminin hakim olduğu günümüz Türkiyesi gibi, dış politikayı belirleme konusunda Esed tekelinin de sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğinin belli olmadığı ifade edilmekteydi. Bu duruma örnek olarak şöyle bir hikaye anlatılmaktaydı: Mart 1984’te, yani Rıfat Esed ve kardeşi Hafız Esed arasındaki çekişmenin hararetinin arttığı bir dönemde, Hafız Esed kardeşine meydan okuyarak “Sen rejimi düşürmek istiyorsun! Burada ben varım ve rejim benim,” demişti. Bu ifade, Erdoğan gibi Hafız Esed’in de kontrolsüz bir güce erişerek Suriye rejimini tam anlamıyla şahsileştirmesi şeklinde yorumlanmıştı.
HER ETNİK-DİNİ GRUBA FARKLI HAMİNİN OLUŞTURDUĞU BÜYÜK TEHLİKE 
Tıpkı Türkiye ile Suriye arasındaki Hatay geriliminde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra İngiltere ve Fransa öncülüğünde çizilen Suriye ve Lübnan sınırları da her iki ülkedeki milliyetçiler tarafından hiçbir zaman benimsenmemişti. Lübnan’da da tıpkı bugün Suriye’de olduğu gibi din ve mezhep ülke halkı için inançtan daha fazla bir anlam ifade etmekteydi. Din ve mezhepler ülkedeki gruplar için, kendilerinin ve ailelerinin kimliklerinin temel referans noktasıydı. Ülkede Sünniler ile Şiiler arasında çok güçlü bir ayrışma vardı. Bunların yanısıra çoğu Maruni olmak üzere Hıristiyanlar ve Dürzîler de önemli bir varlık göstermekteydiler. Filistinli mültecilerin siyasi beklentileri ve tavırları da bu karmaşık denklemi daha içinden çıkılmaz bir hale getirmekteydi.
Bugünün Suriyesinde olduğu gibi Lübnan’daki farklı etnik ve/veya dini yapılar doğrudan diğer ülkeler ile temas içerisindelerdi. Örneğin, Maruniler Fransayla, Sünni Müslümanlar bölgedeki Arap devletleriyle, Şiiler ise İran yönetimi ile doğrudan ilişki kurmuşlardı. Farklı grupların doğrudan başka ülkeler ile ilişki içerisinde bulunması bu ülkelerin Lübnan’ın içişlerine müdahalelerine zemin hazırlıyordu. Bu durumun oluşturduğu imkanı değerlendiren Suriye, 1976 Haziran ayında yaklaşık 16 bin askerle Lübnan’a girmişti.
Lübnan’da 1975 yılında başlayan iç savaş 1990’ların başına kadar sürdü. Çatışmalar 150 bin kişinin ölümü, bir milyon kişinin yaralanması, 350 bin kişinin ülke içinde yer değiştirmesi ve neredeyse bir milyon kişinin ülkeden kaçmasıyla sonuçlandı. İç savaşın ana aktörleri İsrail, Suriye, Emel/Hizbullah ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) oldu. Bugün Suriye’deki trajik durum gibi, Lübnan iç savaşı da dinsel-mezhepsel çatışmaların ideolojik ve bölgesel güç dengeleriyle derinleştiği bir savaştı.
İç savaşın patlak verdiği 1975’ten itibaren bu ülkeye gittikçe daha fazla müdahil olan Suriye’nin 1990’larda Lübnan’da artan hakimiyeti, ülkedeki Şiilerin siyasi, bürokratik ve ekonomik güçlerinin artırmasına yardımcı oldu. İsrail’in, güney Lübnan’daki 22 yıllık işgaline Mayıs 2000’de son vermesi Suriye’ye askerlerini Lübnan’dan çekmesi için baskıları artırdı. Suriye askerleri Haziran 2001’de Beyrut bölgesinin büyük bölümünden çekildi. Ancak, Suriye 2005 yılına kadar Lübnan’ın topraklarını işgal etmeyi sürdürdü. Lübnan’daki siyasi durum 2000’li yıllarda belirgin şekilde değişmişti. Hafız Esed’in ölümünün ardından Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı Lübnan halkı tarafından direniş görmeye ve uluslararası çevrelerce de eleştirilmeye başlandı.
2004’ün Eylül ayında BM Güvenlik Konseyi, Suriye’den Lübnan’daki askerlerini çekmesini istedi. Eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’te düzenlenen bir saldırıda öldürülmesi üzerine başlatılan BM soruşturmasında suçlamalar Şam yönetimini hedef alınca Suriye ordusu apar topar Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldı.
ESED BİLE ERDOĞAN REJİMİ KADAR PAÇOZ BİR GÖRÜNTÜ VERMEMİŞTİ
Erdoğan rejiminin bugün Suriye’deki radikalleşmiş Sünni Araplarla ittifakı gibi Esed rejimi de Lübnanlı Şiilerle ittifak halindeydi. Suriye Baas rejiminin bu ittifakı bazı Suriyelilerce ve Lübnanlılarca büyük Sünni dünyaya karşı mezhebi bir pakt olarak algılanmıştı. Suriye’nin Lübnan’daki varlığını Dürzî-Şii-Alevi ittifakı olarak adlandıranlar da vardı. Bugün Suriye’de olduğu gibi o dönem Lübnan’da da dış güçlerin ülkeye girmesine imkan sağlayan mezhebçi gerginliklerin ve düşmanlıkların artması olmuştu.
Esed rejimi, Lübnan’daki istikrarsızlaştırıcı potansiyelini ihtiyaç duyduğunda bir şantaj aracı olarak başarılı bir şekilde kullanmaktaydı. Erdoğan’ın bugün gerek Suriye’nin değişik yerlerine askeri müdahalede bulunma tehdidiyle, gerekse ülkeye sığınmış 3,5 milyon Suriyeli mülteciyi Batı’ya karşı bir şantaj aracı olarak hoyratça kullanması gibi Esed de ihtiyaç duyduğunda Lübnan’daki askeri husumetleri körüklemek yoluyla, uluslararası dikkatleri kolayca üzerine çekebilmekteydi. Erdoğan’ın ülkenin stratejik aksını ve milli güvenlik paradigmasını kökten değiştirmek pahasına iş tuttuğu Rusya’nın rolünü ise, Suriye için Lübnan’da büyük oranda İran oynamaktaydı.
Davutoğlu-Erdoğan ikilisinin doymak bilmez ihtiraslarının tetiklediği olaylarla Lübnanlaşan Suriye’ye Türkiye’nin büyük bir askeri varlıkla müdahil olmasının yol açacağı gelişmelerin önümüzdeki dönemdeki seyrini ve neticelerinin neler olabileceğini merak edenler Suriye’nin Lübnan’da 30 yıllık serüvenine bakabilir. Acı dolu bu tecrübeden Türkiye’nin Suriye’deki macerasının seyrine, başka bir ülkeye soktuğu askeri varlığının sebep olacağı muhtemel maliyetlere ve en önemlisi de bunların nihai neticesine dair eminim çok şeyler öğrenilebilir.
Bu iki örnek arasındaki en belirgin fark ise, maalesef, 1000 yıllık Türk ordusunun imajını ÖSO gibi ne idüğü belirsiz bir çapulcular sürüsü ile eşitleme riskidir. Daha ziyade Lübnan’da yaptıklarından dolayı Suriye’nin imajının “terör devleti” olarak yerleşmesine yol açan eylemlerinde bile böylesine bir paçozluğa rastlanmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
(TR724)