Benim Ahmet Altan’ım

Yorum | Bülent Keneş

Ben bu yazıyı yazarken sen artık altmış sekizinci yaşına adım atmıştın. Öncelikle doğum günün kutlu olsun. Sana mutluluklar diliyorum. Mahpuslukta doğum günü nasıl kutlanır, nasıl mutlu olunur doğrusu bilmiyorum. Ama senin bu konuda fazlasıyla tecrübeli olduğundan eminim. Benim bilmediğim şeyi muhtemelen sen henüz çocukken, yani baban Çetin Altan’ın mahpusluk yıllarından, öğrenmişsindir nasıl olsa. Şimdi ise aynısını bilfiil bizzat kendin tecrübe ediyorsun. Hem de iki yıl ardı ardına.
Sana sen diyorum çünkü, her ne kadar sen bilmesen de, dostluğumuz çok eskilere dayanıyor. Sen beni tanımazdın. Bense seni tanıyalı çok uzun yıllar oluyor. Yazdıklarına layık olmaya çabalayan her okurunun olduğu gibi… Okuyanının hayatında sağlam bir yer edinen iyi bir yazar olmanın böyle enteresan bir tarafı olduğunu herhalde sen benden daha iyi bilirsin.
Aslında hiçbir zaman karşılıklı oturulup imza atılmamış, adı hiçbir zaman konulmamış aramızdaki o gıyabi anlaşmaya göre sen yazardın, ben okurdum. Her kelimende, her cümlende sadece fikirlerini ve sil baştan yarattığın o dünyaları değil, seni de okurdum. Bu konuda tek olduğum iddiasında değilim. Tanıdıklarından çok fazlasının seni tanıyor olmasına bu sebepten alışıksındır. Üzerlerine türlü karakterler giydirip önümüze serdiğin gizlerini, hislerini, düşüncelerini, korkularını, endişelerini, eril ve dişil hallerini, nefret ve şefkatini yani sana dair her şeyi satır satır kurcalar, seni keşfederdim.
YUMRUĞU SIKILI CEVVALİYETİNE, SONUNU DÜŞÜNMEYEN ŞECAATİNE…
Karakterini, huyunu suyunu, kafanın nasıl çalıştığını, güçlü yanlarını, zayıf yönlerini, zaaflarını, neye sevinip neye üzüleceğini çok iyi bilirdim. Satırlarına kanayan insan yanlarının yaralarını özenle ve şefkatle merhemler, sarıp sarmalardım. Haksızlık karşısındaki sabırsız öfkene, her an kavgaya hazır yumruğu sıkılı cevvaliyetine, sonunu bir lahza olsun düşünmeyen şecaatine, üç kuruş menfaat karşısında eğilip bükülmeyen baba yadigarı o sağlam dirayetine, şımarık güç karşısında eğilmeyen dimdik başına gıpta ederdim. Sadece ben mi? Emin ol en azılı düşmanların bile…
Ben sana hep dosttum ama seninle yakın arkadaş değildik. Sen istersen buna sebep kuşak farkıydı de, bense farklı dünyaların insanlarıydık diyeyim… Kabul etmelisin ki dostluğun için peşinde de koşmadım. Neden koşayım ki, aradığımı zaten bulmuştum. Yazdıkların üzerinden seni sadece dost değil, kendime mürşid de edinmiştim. Yazdığın gerçek ya da kurgu hikayelerinle insan denen bilmeceyi çözmekteki rehberliğin de çok güzeldi ama bana asıl hocalık eden o eşsiz duruşundu. Hani şu bizim karakter çorağı topraklarımızdaki her şart altında adam gibi sergilediğin o adam gibi duruşun…
Doksanlı yılların başında çalıştığım gazetenin gece vardiyasındaki editör arkadaşlarımla Milliyet’li yıllarının belki de en sıkı takipçileriydik. Sen yazardın biz okurduk. Her yazın farklı duyguları, farklı düşünceleri provoke eder bazen gece üçlere kadar süren tartışmalarımızın şeref konuğu olurdun.
Zaten gazete köşelerindeki aktüel yazılarında dahi müthiş bir edebi zevk alabileceğimiz kim vardıydı ki şunun şurasında? Bir sen, bir de şimdi Silivri Mahpushanesi’nde kader arkadaşın olan Ahmet Turan Alkan… Türkçe’nin konuştuğumuz ve yazdığımız dilden öte bir şey olduğunu, harflerle sihirbaz gibi oynanıp sınırsız, sonsuz yeni dünyalar inşa edebileceğini şayet siz ikiniz olmasaydınız biz nasıl farkederdik?
KELİMELERE ÇARPILMAM BENİM DEĞİL, SENİN YÜZÜNDENDİ
Herhangi bir yazını okurken seçtiğin kelimelerin ifade gücüne çarpılıp kalmak, şaşkınlıkla hayranlık, coşkuyla dehşet arası bir duyguyla yazının anlattıklarından kopup o kelimelerin birbirleriyle sarmaş dolaşlığını tekrar be tekrar seyre dalmak benim değil, senin yüzündendi. Her köşebaşında düşüncelerini şöyle ya da böyle ifade edebilenler hiç yok değildi ama insanın en gizli yerlerinde sakladığı en sofistike duygularını bile kelimelerden bir bedene giydirip ayna gibi yansıtmak ancak senin gibi ustaların işiydi. İnşa ettiğin dünyalarda gezinirken kelimelerine vurulur, her taşı gediğine nasıl da eşsiz bir hünerle koyduğuna imrenir gıpta ederdim. “Keşke benim de kelimelere dünyayı sığdıran, sonra o kelimelerle kafasına göre yepyeni dünyalar kurabilen böyle bir kabiliyetim olsaydı,” deyip iç geçirirdim. Kıskanırdım seni.
Aradan uzun yıllar geçmiş ve ben elime doğan Today’s Zaman’da, sen ise gazeteciliğe dönerek kurduğun Taraf’ta yayın yönetmeni olmuştun. Gazetecilik adına, ülkede hak, hukuk ve demokrasi adına tarihi işler yapıyordun. Suçüstü yakalanmış müfteri darbecilerle dinbaz haramilerin bugün elele verip seni kumpas kurmakla, delil uydurmakla, yalan yazmakla itham etmelerine hiç aldırma. Senin gibi şövalye ruhlu bir insanın böyle şeylere asla tenezzül etmeyecek bir asalette olduğunu en iyi ben bilirim.
Her yazdığın olay oluyordu ama o küçücük gazete üzerinden giriştiğin büyük entelektüel çabalar da hiç yabana atılır gibi değildi. Marcel Proust’tan mülhem o meşhur 20 soru da bunlardan biriydi. Bu sorular bir gün bana da sorulduğunda sekizinci sıradaki “Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?” sorusuna hiç düşünmeden “Tabii ki Ahmet Altan’ınki gibi zengin bir dilim ve kıvrak bir kalemim,” mealinde bir şeyler söylemiştim. O cevabı görmüş müydün? Gördüğünde ne hissetmiş, ne düşünmüştün? Belki de bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim.
SENİN O ACILI GÜNÜN BENİM BAYRAMIM OLMUŞTU…
Şimdi seninle birlikte Silivri’de Çetin Altan’ın evlatları olmaya layık bir kaderi paylaşan kardeşin Mehmet Altan’la sanırım ilk 1995 yılında Nur Vergin’in Sarıyer’deki üniversite odasında tanışmıştık. İlerleyen yıllarda da kendisiyle şurada burada ara ara karşılaşıyorduk. Belki hatırlamazsın ama, seninle yolumuz eni topu sadece iki kez kesişti. Bir keresinde Ekrem Dumanlı’nın misafiri olarak Zaman’a gelmiştin. Gazeteyi dolaşırken Today’s Zaman’ın bulunduğu kata da uğramıştın. Ben yoğun bir mesainin telaşesi içerisindeyken Dumanlı bizi tanıştırmıştı. El sıkışmış ayaküstü birkaç kelime etmiştik. Kadim bir dostun olduğum halde seninle ilk o zaman tanışmıştık. Sanırım 2008 yılıydı…
İkinci karşılaşmamız ise senin için çok acı, benim için unutulmaz bir güne denk gelmişti. Unutulmazlığı acılığında değildi. Ama acı da, unutulmazlık da yine sana dairdi. Rahmetli babanın cenazesi için birkaç gazeteci arkadaşımla camiye gelmiştik. Mehmet Altan’ı görmüş, sarılıp acısını paylaşmış, taziyelerimizi iletmiştik. Ama seni görememiştim. Babanın tabutu cenaze arabasına taşınırken biz de mezarlığa gitmek için hareketlenmiştik. Sanem Altan’la senin 15-20 metre önümüzde yürüdüğünüzü farketmiştim. Hafif çiseleyen o yağmur altında birlikte yürüdüğüm arkadaşlardan ayrılmış, hızla yürüyerek size yetişmiştim. Formel bir şekilde tokalaşarak her ikinize de taziyelerimi sunmuştum. Çok hızlı, çok resmi, çok soğuk olmuştu.
Ama olsun, bir vazifeyi yerine getirmiş olmanın gönül rahatlığını hissederek dönmüş ve geride kalan arkadaşlarımın bulunduğum yere gelmelerini beklemiştim. Sense kızınla birlikte ilerlemiştin. Daha doğrusu ben öyle sanmıştım. Tam arkadaşlarımla buluştuğum esnada meğer sen de ilerlediğin yerden geriye dönmüş peşimden gelmişsin. İsmimi duyduğumda, ismimi söyleyenin sen olduğunu bilmeksizin dönmüştüm. Döner dönmez, tokalaşmamızdaki o halin tam tersine, bana bir baba, bir ağabey sıcaklığında kocaman sarılmıştın. Belli ki, ilk seğirttiğimde o kederli günün acılı telaşesiyle kim olduğumu çıkaramamış, anlayınca da hiç yüksünmeden geriye dönmüş ve asla unutamayacağım o anı yaşatmıştın bana. O acılı gününde ne o hiç de yapmak zorunda olmadığın şeyi yapma inceliğinin, ne o babacan içtenliğinin, ne o kocaman sarılmanın, ne de samimiyetini iliklerime kadar hissettiğim “Seninle gurur duyuyorum Bülent!..” demenin bendeki değerini asla ölçemez, asla tahmin edemezsin.
YALÇIN KAYALIKLARA KANAT GERMİŞ ASİL BİR KARTAL GİBİ DİMDİK…
O an anlamıştım ki, yapılan tüm baskılara rağmen gerek başında bulunduğum gazeteyle verdiğimiz mücadeleyi, gerekse yazıp söylediklerimden dolayı zırt pırt gözaltına alınmalarımı ve hakkımda açılan onlarca davaya rağmen doğru bildiğimden bir milim sapmama gayretimi, uzaktan da olsa, yakından takip etmiştin. Samimiyetimize binaen hadi itiraf edeyim, senin o acı günün, yaptığın sürpriz jestle benim bayramım olmuştu. Çünkü, sen belki bilmezsin ama siyasal İslamcı dinbaz haramilerin o korkunç baskı ve zulümleri karşısında aldığımız tavırda senin izlerin, çok önemli bir payın vardı. Sen vardın.
Şimdi sen soğuk ve gün ışığı görmeyen o demir kapıların ardında bense soğuk ve karanlık bir kuzey ülkesinde aynı şeyi yapıyoruz. Sen yine dimdik duruyorsun. Eğilmiyor, bükülmüyor zalimlere ve alçaklara karşı nasıl durulurmuş cümle aleme bir kez daha gösteriyorsun. Çok seyrek de olsa yazıyorsun. Sen konuşuyorsun ben dinliyorum. Sen yazıyorsun ben okuyorum. Sen yalçın kayalıklara kanat germiş asil bir kartal gibi dimdik duruyorsun, ben imreniyorum. 30 yıl önce sana dost olmama vesile olan bütün o güzelliklerine, hasletlerine bu 30 yıl boyunca bir an bile olsun ihanet etmediğin için “Seninle gurur duyuyorum Ahmet Altan!..”
Bu yüzden, korkakların, alçakların, karaktersiz düzenbazların, ciğeri beş para etmez insan müsveddelerinin mahkeme salonlarında silahların gölgesine sığınıp sana yaptırtmadıkları savunmalarını, seyrek de olsa dışarıda yayınlatabildiğin yazılarını hep seni ilk tanıdığım günlerdeki heyecanla okuyorum. Tılsımlı bir ifaden karşısında yine çarpılıyor, oracıkta zınk diye duruyorum. O mucizevi kelimeleri, o cümleleri tekrar be tekrar okuyorum. Adam gibi adam olmaya ve şartlar ne olursa olsun hep adam kalmaya dair bana hala ne çok şeyler öğretiyorsun bilemezsin.
BAŞROLÜ OYNADIĞIN HAYATININ TÜM ROLLERİNİ KENDİN DAĞITIYORSUN
Sen bugün de kendi destanını yazıyor, kendi dünyanı kuruyor, kendi Türkünü söylüyorsun. Başrolünü oynadığın imrenilesi hayatının tüm rollerini sen kendin dağıtıyorsun. Kaderini kendin yazıyor, gereğini kendin yapıyorsun. Muktedire köpekliğin icabı, üzerlerine yargıç cübbesi geçirerek seni yargılamayı oynamaya kalkanların o pejmürde rollerini silip atıyorsun. Bütün rolleri bir çırpıda değiştiriyor, seni yargılamaya cüret eden o küstahları tarih ve insanlık önünde yargılanan paçavralara çeviriyorsun. Bunu öyle bir güzel, öyle bir şık yapıyorsun ki, herbirini hayatları boyunca kendilerinden iğrenecekleri bir müebbet utanca mahkum ediyorsun. O asimetrik koşullar altında bile mazlumlara fer, umutsuzlara ümit, ümidi kırılmışlara cesaret oluyorsun. Hepsinin adına konuşuyor, sessizlerin sesi oluyor ve o sessiz mazlumlara büyük zaferler bahşediyorsun.
Seni o mahkeme salonlarında ayakları prangalı, elleri kelepçeli olsa da başı dimdik, yüreği dip diri, yansa da kül olmayan, olsa da küllerinden doğan bir zümrüt-ü anka, bir ölümsüz kahraman gibi görüyorum. Adi bir haydutluk düzeninin gayr-i meşru gölgesine sığınan kirli maşaların kendi mürai marşlarını söylemelerine müsaade etmiyorsun. Sen kendi türkünü söylüyorsun. Namusun bildiğin kelimelerine hoyratça el uzatmaya kalkanların o kirli ellerini kırıp atıyorsun. Yeri geldiğinde tam da edilmesi gerektiği gibi isyan ediyorsun. “Ben bir yazarım,” diyorsun… “‘Ben bir yazarım,’ demek, ‘kullanacağım kelimeleri ben seçerim’ demektir,” diyorsun… “Siyasilerin, savcıların, yargıçların günün koşullarına göre değişen arzularına uyarak düşüncelerimi, kelimelerimi değiştirmem,” diyorsun… Ne kadar güzel diyorsun, ne kadar da asil diyorsun…
Sırf çocuklara çocuk dediğin için seni yargılamaya kalkacak kadar alçalanlara gaspettikleri özgürlüğünün yanında onuruna, haysiyetine de el uzatmalarına asla müsamaha göstermiyor, hak ettiklerinden ötesine müsaade etmiyorsun. İzzetli bir insan olmanın erdemini, hayatını kör zindanlarda feda etme pahasına düştüğü yerden alıp, sarıp sarmalıyor, yüceltiyorsun…
“Siz beni bugün Sur Mahallesi’nde askerle çatışan 13-14 yaşındaki Kürt çocuklarına ‘çocuk’ dediğim için yargılıyorsunuz. Çocuklara ‘çocuk’ diyemezmişim. ‘Biz onlara çocuk demiyoruz, sen de demeyeceksin’ diyorsunuz. Ne dediğiniz beni ilgilendirmiyor…”
RUHUNU BEDENİNİN HAPSİNDEN KURTARMAYI NASIL BAŞARIYORSUN?
Mahkeme salonlarındaki bu karakter duruşunun tılsımı ne acaba? Prangaların, kelepçelerin, zincirlerin, demir parmaklıkların, zaptiyelerin zapt edemediği, karanlık zindanların ele geçiremediği o şövalye ruhunu, Allah aşkına, henüz yaşıyorken türlü zulümler altında acı çeken bedeninden nasıl oluyor da ayırabiliyorsun. O coşkun ruhunu bedeninin hapsinden kurtarıp, tüm sınırlarından alabildiğine özgür kılmayı nasıl becerebiliyorsun? Aşk olsun sana!..
İşin gerçeği de sanırım söylediğin gibi olmalı. Sen alelade bir edebiyat yapmıyorsun. Sen bir yazarsın ve hayatına dair tüm rolleri sen dağıtıyorsun. Boylarının ölçüsüne bakmadan seni yargılamak üzere rol çalan haramilere, ikbali muktedire köpeklikte bulan karaktersiz şarlatanlara “hele orda bir durun” diyor ve hakettikleri gibi onları ne güzel de yargılıyorsun.
Biliyorsun benim kelimelerim seninki kadar güçlü değil. Bu yüzden ben susuyorum. Bundan böyle söz senin:
“Onlar çocuktu. Birçoğu öldü. Çocuklara ‘çocuk’ dediğim için beni yargılayacağınıza ‘niye bu ülkede çocuklar ölüyor’ diye sorun. Çocuklara çocuk demek suç değildir. Çocukların öldürüldüğü bir ülkeyi yaratmak suçtur. Birkaç fazla oy için oradan oraya savrulan siyasilerin peşinden istedikleri gibi yazmadığım için mi beni mahkûm edeceksiniz? Edin!..
“Daha on gün önce gene bu mahkemede gene bu yazıdan dolayı şeriatçı darbeci olmak suçundan ağırlaştırılmış müebbete mahkûm oldum. Şimdi aynı yazıdan dolayı Marksist teröristlikle suçlayıp bilmem kaç yıllık yeni bir ceza daha vermek istiyorsunuz. Verin!..
“Benim omuzlarım güçlüdür, sizin hukuku hiçe sayan mahkûmiyetinizi rahatça taşırım. Ben haklıyım çünkü…
ÜLKENİN BAŞINA GELENLERLE BAŞINA GELENLERİN KESİŞTİĞİ KAVŞAKTA…
“Daha birkaç yıl önce bugünkü siyasi iktidar Öcalan’ın mektubunu milyonlarca insanın önünde okumadı mı? Yasalar farklı mıydı? Öcalan’ın mektubunun okunmasına dava açtınız mı? Hayır. Açmadınız. İyi de yaptınız. Peki, bugün niye ‘Kürt çocuklarına çocuk dedin, demek ki teröristsin’ diye benim hakkımda dava açıyorsunuz? Bir siyasi parti ilkesiz ve çıkarcı olabilir. Peki, yargı ilkesiz ve çıkarcı olmayı tercih edebilir mi?..
“Yargı, siyasi iktidarla birlikte pozisyon değiştiremez. Yasalar aynıyken o gün suç olmayanı bugün suç sayamaz. Eğer suç sayarsa, yargı olmaktan vazgeçip bir siyasi partinin il teşkilatı olmaya karar vermiş demektir. O zaman bizi bırakın il başkanları yargılasın…
“Ben böyle bir ülke istemiyorum. Bu mahkeme on gün önce beni mahkûm ederken de anayasayı, yasayı, Yargıtay kararlarını açıkça çiğnedi. Ben çocuklara ‘çocuk’ diyeceğim. Çocukların öldürülmesine karşı çıkacağım. Demokrasi ve barış isteyeceğim. Bunun bedeli hapis yatmaksa hapis yatacağım. Çünkü ilkesiz ve çıkarcı olmak, mahkûm olmaktan çok daha ağır bir ceza benim için…”
Milliyet’te her dönemin değişmez mağdurlarına ses olup insan olanları azıcık empatiye davet ettiğin “Atakürt” yazından dolayı da başına gelmeyen kalmamıştı. O günlerden bugünlere ne çok yıllar geçti. Ne çok şey değişti dünyada. Ya peki Türkiye’de? Bir süreliğine bir şeyler değişiyor gibi olsa da açgözlü dinbaz haramiler yüzünden her şey tersine döndü. Ve sen yine ülkenin başına gelenlerle senin başına gelenlerin kesiştiği bir kavşakta barış ve huzur, demokrasi, hak ve hukuk için ölümüne mücadele ediyorsun. Onurundan izzetinden hiçbir şeyi feda etmeden hayatını, bedenini bu uğurda tüketiyor, feda ediyorsun.
Paçalarından paçozluk akan bir mürai düzenbazlar düzeninin senin gibilerin asaletine tahammül edebilmeleri o gün de zordu zor olmasına ama sefihliğin derinleştiği bugün çok daha zor. Onun için sana hınçla, hiç bitmeyen bir öfkeyle her yönden saldırıyorlar. Çünkü olamadıkları her şeyin sende olduğunu çok iyi biliyorlar. Hınçlarından ne yapacaklarını şaşırıyor, müebbet hapis vermelerinin üzerinden daha haftalar geçmeden bir de 6 yıllık başka bir cezaya çarptırıyorlar. Bu kepazelerin kepazeliğinin ileride sadece edebiyatı değil mizahı da yapılacak inan.
New York Times’ta yayınlanan makalende seni yargıladıklarını zannedip sana, kardeşine Nazlı Ilıcak’a, Fevzi’ye, Yakup’a, Tuğrul Bey’e müebbet hapis veren o haddini bilmez cübbeli kara umacıları ne de güzel tasvir etmişsin. Tarihe bir utanç levhası olarak geçecek o anları an be an okuyucuya da yaşatmışsın. Sen bir zindanın kuytusunda olsan da alçaklık rejiminin makyajlarını döküp foyasını afişe eden o yazın şimdi dünyayı dolaşıyor.
İYİ Kİ DOĞDUN AHMET ALTAN, İYİ Kİ YAZDIN, İYİ Kİ VARSIN!..
“İki metre yükseklikteki bir kürsüde oturuyorlar. Kırmızı yakalı siyah cübbeleri var üstlerinde. Birkaç saat sonra benim kaderim hakkında karar verecekler. Onlara bakıyorum.
Hayatın ipliğini kesecek Moiralara benzemiyorlar. Sıkıntıyla gevşettikleri kravatlarıyla Gogol’ün küçük memurlarını andırıyorlar daha çok…” diye başlıyorsun.
“Yargıçlar geliyorlar, koltuklarına bırakmış oldukları siyah cübbelerini giyiyorlar.
Islak ölü gözlü başkanları kararı okuyor: ‘Ağırlaştırılmış müebbet.’ Hayatımızın geri kalanını üç metreye üç metre bir hücrede tek başımıza, günde sadece bir saat güneşe çıkarılarak geçireceğiz.
Asla affedilmeyecek ve hapishane hücresinde öleceğiz. Karar bu. Romanımın kahramanı gibi ben de mahkûm oluyorum. Kendi geleceğimi kendim yazdım. Ellerimi uzatıyorum. Kelepçeleri takıyorlar. Bir daha dünyayı ve avlu duvarlarıyla sınırlanmamış bir gökyüzünü göremeyeceğim. Hades’e gidiyorum. Kendi kaderini yazan bir kader tanrısı gibi yürüyorum karanlığın içine doğru.
Kahramanımla birlikte karanlığın içinde kayboluyoruz.”
Hiçbir yere kaybolmuyorsun sevgili Ahmet Altan. Sen çağlara ışık olacak, nesiller boyunca anlatılacak büyük bir destan yazıyorsun. Duruşunla insanlığı düştüğü yerden kaldırıyor, adam olmak nasıl bir şeymiş herkese gösteriyor, umut oluyorsun. Bu düzenin böyle gitmeyeceğini ve ömrünü zindanlarda tüketmeyeceğini biliyorum. İlahi adaletin tecelli edeceğinden, en çok da sana yakışan özgürlüğünü sessiz ve asil bir şölenle sana ve diğer mazlumlara iade edeceğinden hiç kuşku duymuyorum.
İyi ki doğdun Ahmet Altan. İyi ki yazdın… İyi ki konuştun… İyi ki varsın.. Nice yıllara!
(tr724)