Varlık Evinden Kovulanlar..

YORUM | EMİNE EROĞLU

“Bunların hâli, aydınlanmak için ateş yakan bir kimsenin durumuna benzer. Ateş çevresini aydınlatır aydınlatmaz, Allah onların gözlerinin nurunu giderir ve karanlıklar içinde bırakır da göremez olurlar. Sağır, dilsiz ve kördürler onlar. Onun için Hakk’a dönmezler.” (Bakara, 17,18)

Yol yorgunlarıdır onlar…

Bitmeyen bir körebe oyununun gözü bağlıları.
Taklitle menfaat, imanla küfür arasında gidip gelir, sadece atalarından gördükleri şeyleri yaşarlar.
İlimleri ve basiretleri olmadığı için çevrelerinde olup biten hadiseleri değerlendiremez, bir anlayış darlığına mahkûm olurlar.
Kur’an, Allah’ın nuruyla bakma ferasetinden yoksun bu “avam münafıklar”ın vasıflarını açıklıkla tarif edip nifakın kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra, “münafıklık halleri”ni bir temsile dökerek hayale ve hisse de tasdik ettirir.
Ellerini uzattığı her şeyde hüsran yaşayan, ruhsuz bir ceset, içsiz bir kabuk hükmündeki o şaşkınların değişken psikolojik durumunu “ibret alanlar”a seyrettirir.
KÖREBE OYUNU
Onların durumu karanlık bir gecede, ıssız bir çölde ateş yakıp etrafına kümelenen yolcuların haline benzer. Ateş onlar için her şeydir. Vahşi hayvanlardan korunmak, etraflarında neler olup bittiğini anlayabilmek, eşyalarına göz kulak olmak ve birbirlerini görüp rahatlamak ancak yaktıkları ateşin aydınlığında mümkündür çünkü.
Önce rahat bir nefes alırlar.
Fakat birdenbire ateşleri söner ve koyu bir karanlığın içinde kalıverirler. Onları görüp yardım edecek, bağırsalar seslerini duyacak kimse yoktur. Gidecekleri yönü tayin etsinler diye onlara rehberlik edecek bir yıldız da…
Karanlık bir elbise gibi üzerlerine giydirilmiştir. Bir ışıltı göremezler ki ona yönelsinler. Tehlikeleri seçemezler ki kaçınsınlar.
Vehimlerinin ürettiği ürpertici tabiat manzaraları, vahşi hayvanların dehşet verici sesleri karşısında sağırlaşır, bağırmak isteseler de gecenin suskunluğundan lal kesilirler.
Birden yalnızlaşırlar.
Varlık evinden kovulmuş, kainat harmonisinden kopmuş gibidirler. Hedefi, yönü, yöntemi belli olmayan hamleler yaparlar.
Hepsinin kıblesi birbirinden farklıdır. Bir panik havası içerisinde eski yerlerine dönmeye çalışır, ama dönemezler. Bataklığa düşmüş gibi, hareket ettikçe batarlar.
Ayet onları kuşatan karanlığı “zulûmat” olarak nitelendiriyor. Tek bir karanlık değil yani, iç içe geçmiş karanlıklar…
HAYIRLI SELEFLER, HAYIRSIZ HALEFLER
Öyle anlaşılıyor ki bunlar, hayırlı selefleri ve çevrelerindeki ihlaslı müminlerin gayreti ile geçmişte az çok imanın nurunu görmüş, duymuş, hissetmiş kimselerdir. Fakat taklitten kurtulamadıkları için menfaatlerinin perçeminden yakalanmış, Peygamber (as) yolunda değil, kendilerince büyük saydıklarının etrafında kümelenmişlerdir.
Sorsanız size Osmanlı’daki sadaka taşlarından, göçmen kuşların bakımı için kurulan vakıflardan, müşterisini “o daha siftah yapmadı” diye komşu dükkâna gönderen esnaftan, gayrimüslimlere tanınan haklardan, insanın, doğanın ve mimarinin büyüsünden, edep ve erkânın inceliklerinden bahis açabilirler. “Benim dedem ya da ninem…” diye başlayan fazilet öyküleri anlatabilirler.
Fakat o ışık çoktan sönmüş, geride ateşin bir tek hatırası kalmıştır.
İslam diyenler, Türk ve Osmanlı diyenler, şuursuzca reislerinin arkasına takılıp bozuk bir düzeni sahiplenmiş, bütün münafıklar gibi hamasete sarılmış, “körü körüne” güce tabi olmuşlardır.
Hidayet yerini dalalete, nur zulmete bırakmıştır. Başkalarının imanını dert edinen o güzel insanlar da yoktur artık. Durumun vahametini anlatmak için, “O zulmeti kendilerine kabir yapmışlar, içine girip gizlenmişlerdir” diyor Bediüzzaman, kaderine münafıkların hâkim olduğu Müslüman toplumları tarif edercesine…
“Şuuru olmayanın basireti de yoktur.” hükmünce onlar, zamanı okuyamadıkları, hadiseleri değerlendiremedikleri için kördürler. Karanlıklar içinde kalmışlığın psikolojisi ile bütün bir âlemi kendilerine düşman olarak görür, komşu ve akrabalarını bile tehdit olarak algılamaya başlarlar. Etraftan gelen sesler huzurlarını öyle bir bozar ki, içinde yaşadıkları o koskoca yalanı sürdürebilmek için sağırlaşırlar.
Kaybetme korkusu, haybet ve hüsran ruh haleti onları dilsizleştirir. Çevrelerini saran zulüm arşa da çıksa, mazlumların çığlıkları kulakları sağır da etse tek bir cümle kuramaz, ahlaki tüm değerlerden lal kesilirler.
ACINMA HAKKINI YİTİRENLER
O keşmekeş ve panik havası içerisinde tek düşünebildikleri kendi akıbetleridir. Vicdanları sıkıntı ve ıstırapla inler. “Ne var ki onlarda kör olan gözler değil, asıl kör olan sinelerdeki gönüller!” (Hac, 46) âyeti onların halini aks ettirir.
Yazık ki, acınacak halde olmalarına rağmen acınma hakkını da yitirmişlerdir.
Çirkin vaziyetlerine bakıp tevbe etmeleri mümkün olduğu halde, nefislerinin hevasına tabi oldukları ve fıtratlarını bozdukları için tevbe edemezler.
İman ateşinden istifade edebildikleri o “eski günler”e dönmek isterler, ama dönemezler.
Eski günler mazide kalmıştır…
Onlar için tek ümit, âyetin “ebediyen dönemeyecekler” değil, sadece “dönmezler” demesidir.
Ne kadar zor olsa da umulur ki, kendi iradeleri ile düştükleri o bataklıktan yine kendi iradeleri ile çıkabilsinler. (…)
(tr724)