Reza Zarrab’ın Itirafları ve Gökten Gelen Gofretler!

Yorum | Bülent Keneş

Reza Zarrab isimli soytarı, peşin aldıkları rüşvet karşılığında iştihayla önüne yatan kerli ferli vatan haini alçakların değil sadece, hepimizin hayatını değiştirip altüst etti. Dinbaz Erdoğan ve çevresinde cirit atan haysiyet yoksunu çömezleri, dinin alanı da vereni de me’lun ilan ettiği rüşvetlerle gırtlaklarına kadar kirlenirken, bu pisliklerinden hesap vermemek için devleti de ülkeyi de resmen tarumar ettiler. Milletin namusunu, haysiyetini, onur ve şerefini ise fiilen iğfal ettiler.

Bugün yüzbinlerce insan işinden aşından olmuşsa, yüzbinlerce insan gözaltına alınmış ya da yurtdışına çıkmak zorunda kalmışsa, 60 bin masum insan halen cezaevlerinde haksız, hukuksuz çile çekiyorsa, insanların emeği ve alınterinin helal semeresi olan binlerce şirkete, on binlerce mala mülke el konulmuşsa, yüzlerce medya organı kapatılıp, yüzlerce gazeteci hapse atılmışsa bunların hepsinin temelinde Erdoğan ve şürekasının hayasızca, ahlaksızca Reza’nın önüne yatması bulunuyor.

Erdoğan ve çevresindeki haramilerin doymak bilmez tamahkarlığı sayesinde Reza Zarrab’ın ortalığa saçtığı bu pislikle enfekte olanların yaydığı yozlaştırıcı haysiyetsizlik salgını yüzünden acı çekmeyen neredeyse yok gibi. Öyle ki, hakkı hukuku, insanlığı ayaklar altına almak, devletin ve milletin altına dinamit döşeyip havaya uçurmak pahasına, kendilerini bu pisliklerinin hesabını vermekten kurtardıklarını sanıp sürecin kazananı gibi görenlerin de ödeyecekleri ağır faturanın ucu nihayet gözüktü gibi.
İNSANLAR ZULMEDER, KADER ADALET EDER
Hiçbir ilke ve değer tanımayan Erdoğan rejiminin zulümleri neticesinde kaybetmiş gibi görünenlerin neleri kaybettiği ortada. Bunların er ya da geç yeniden yerine konulması sadece bir zaman meselesi. Erdoğan ve peşine takarak onur ve haysiyetlerini beş para etmez adi birer paspas gibi çiğnediği milyonların ise, pek yakında yüzleşmek zorunda kalacakları kayıplarının telafisi belki de hiçbir zaman olamayacak. Kaybettikleri haysiyetlerinin yeri bir daha asla doldurulamayacak.
Öyle umut ediyorum ki, suçsuz günahsız insanlar akılalmaz iftiralar, alçakça suçlamalar ve gaddarca haksızlıklar karşısında kaybettikçe kendilerini muzaffer hissedenlerin, kazandıklarını düşündükleri ne varsa fitil fitil burunlarından geleceği günlerin arefesindeyiz. Neticede ilahi kaidedir: İnsanlar zulmeder, kaderse adalet…
Mukadder olan ilahi adaletin tecellisini görmek için sabırsızlansak da kuralsızlığı kural edinmiş, kendisini kurtarmak için yapmayacağı, yakmayacığı bir şey olmayan zalimler karşısında yine de sabrı kuşanmayı ihmal edemeyiz… Bu noktada şu kadarını söyleyebiliriz ki, pisliklerinin oluşturduğu bataklığın üzerine kendi elleriyle inşa ettikleri bu ifritten devranın büyük ve ibretlik bir gümbürtüyle çökeceğine dair tüm emareler belirmiş durumda. Bu gümbürtülü çöküşle birlikte, zulümleri artıkça güçleri ve kazançları artmış gibi görünen insanlık müsveddelerinin en fazla kaybedenler olduklarını mağdur ve mazlum olan herkese dünya gözüyle göstermesi ise, Allah’tan en büyük temennim.
ZARRAB’IN BÜLBÜL GİBİ ŞAKIDIĞI ŞU GÜNLERDE UNUTULAN BİRİLERİ VAR
Son üç gündür Zarrab New York’ta bülbül kesilip konuştukça Erdoğan’dan başlayarak tüm ahlaksız haramilerin, kendi şahsi menfaatleri için ülke çıkarlarını 20’li yaşlarındaki bir hokkabaza peşkeş çeken vatan haini muktedirlerin isimleri havalarda uçuşuyor. Uluslararası medyanın diline haysiyetsiz rüşvetçiler olarak düşen bu isimlerin ağızlara sakız olduğu bu hengamede unutulan birileri var. Kim mi onlar? Ülkeyi koşar adım yuvarlandığı uçurumun kıyısından alabilmek için aileleriyle ile birlikte kendilerini feda eden kahramanlar…
45’li yaşlarıma kadar geçen hayatım boyunca polisle, savcıyla, hakimle herhangi bir işim olmadı. İşim de düşmedi, başım da belaya girmedi ki bu saydıklarımdan en azından bazılarını tanımış olayım. Meslekteki ilgi saham gereği de bu bahsettiklerimle hiçbir zaman yolum kesişmedi. Ta ki 17/25 Aralık 2013’te Erdoğan ve çevresindeki binbir yüzlü dinbaz haramilerin rüşvet ve yolsuzluk kepazelikleri bir lağım patlaması gibi ortalığa saçılıncaya kadar. Fazlası değil, haysiyetli ve medeni insanların dümende olduğu vasat bir demokratik hukuk devletinde olması gerektiği gibi hukuk işlese, kendilerini kurtarma telaşına düşen bu alçak haramilerin elinde tüm kurumlarıyla birlikte devlet çökmemiş olsa bahsini edeceğim bu insanlarla belki yine yolum hiçbir zaman kesişmeyecekti.
Oldum olası fark ettiğim mağduriyetlerden yana elimden geldiğince ses vermeye gayret eden biri olarak, bu gayretlerimin çoğu zaman hedefinde polisler, diğer kamu görevlileri oldu hep. Çünkü, vatandaş ve bireyin özellikle üniformalı ceberut devlete karşı çok korunaksız ve zayıf olduğunu düşünmüşümdür hep. Kaderin şu garip cilvesine bakın ki, 17/25 Aralık’tan sonra mağdur olarak karşıma ilk kez mesleğini namusuyla yapan polisler, savcılar ve hakimler çıkıyordu. Hiç tereddüt etmeyip bu insanların mağduriyetlerine de ses olabilmek için elimden geleni yapmaya çalıştım. Doğrusu elimizde o gün için kıymetini belki de hakkıyla takdir edemediğimiz bir imkan da vardı. Today’s Zaman’ın başındaydım.
‘BEN YAKUP SAYGILI…” “BEN KAZIM AKSOY…’
Ne var ki, gazetedeki arkadaşlarımla birlikte bu mağduriyetlere ses olmaya çalıştığımız oranda harami despot ve haysiyetsiz yardakçılarının hedefi haline geliyorduk. Herkesin gözleri önünde yaşadık o süreci. Dört bir yandan tazyik arttıkça, alçaldıkça alçalan zalimlere karşı boyun eğmektense başımızı daha da dikleştirdik. Dava üzerine davalar birbiri ardına sökün etti. Mesleğini haysiyetiyle yapan bir çok gazeteci arkadaşım gibi artık haftanın pek çok gününe ya bir polis karakolunda ya savcılıkta ya da mahkeme salonunda başlar hale gelmiştim. Bunlardan birinden eve ya da gazeteye dönmek imkânı olmamış, kendimi önce Metris’te, akabinde ise Silivri Cezaevi’nde bulmuştum.
9 Ekim 2015’te gazetede gözaltına alınmış, 10 Ekim günü Metris’e, 12 Ekim günü ise Silivri’de bir hücreye konulmuştum. Hücre 3 kişilikti ama yalnız kalacaktım. Yataklar üst katta, lavabo, tuvalet/duş alt kattaydı. Yatağa bakmak için üst kata çıktığımda göz hizama denk gelen havalandırma alanını çevreleyen cezaevi duvarlarının üzerindeki çatı kenarlarında bulunan dikenli/jiletli tellere takılı vaziyette irili ufaklı pek çok pet şişe gözüme ilişmişti. Hayret etmiş ve “İnsanlar neden çöplerini oracıkta yaşamaktan başka şansları olmadığı halde, tek görüş alanları olan yerleri kirletecek şekilde atmışlar?” diye içimden sormadan edememiştim.
Oysa işin sırrı birazdan ortaya çıkacaktı… Yatağı düzenleyip alt kata indiğimde havalandırmanın kapısı açıktı. Dışarıdan ise adımı zikreden bir haykırma duyuluyordu. Merakla havalandırmaya çıktım. O ses, “Bülent Bey, hoşgeldiniz! Allah kurtarsın!” diyordu. O bitince bir başka ses haykırır halde benzer temennileri ifade ediyordu. İsimleri ise yine bir haykırış olarak kulaklarımda çınlamıştı. “Ben Yakup Saygılı, Bülent Bey!”, “Ben Kazım Aksoy, Bülen Bey!..”
HARAPTAR’IN O TALİHSİZ AĞASI GİBİ…
Meğer benim havalandırmanın bittiği yerde başlayan kapalı koridorun tam karşısındaki koğuşta Yakup Saygılı ve Kazım Aksoy birlikte kalıyormuş. Her ikisinin de Zarrab’ın önüne yatanların gadrine uğrayıp hapse atılmasına çok üzülmüştüm ama, daha önce şahsen tanımadığın bu güzide insanların dostane seslerini Silivri’de duymaktan bencilce bir mutluluk duyduğumu söylemesem yalan olur.
Henüz Hidayet Karaca’nın sesini duymadığım dakikalardı bunlar. Çünkü, bir süre sonra Hidayet Abi de Saygılı ve Aksoy’unkine benzer temennileri haykırmıştı. Meğer onun kaldığı koğuş da benim havalandırmanın sol köşesine denk gelecek şekildeymiş.
Saygılı ve Aksoy’la, bağıra bağıra konuşmaya başladığımızda, kendimi biraz Züğürt Ağa’da domates satmaya çalışan Haraptar’ın o talihsiz ağası gibi hissetmiştim. İlke münaverlerimizde bana acilen kantinden talep etmem gereken malzemelerin listesini göndereceklerini ifade etmişlerdi. Bunun nasıl olabileceğine aklım pek ermese de, ben de kendilerine teşekkür etmiştim. Hala konuşuyorken, tahminen 8’e 10 metrelik bulunduğum havalandırmaya birdenbire gökyüzünden güdümlü bir füze gibi bir soda şişesi düşmüştü. Soda şişesinin üzerine bir kâğıt sarılıp bantlanmıştı. Kâğıtta kantinden sipariş edilecek uzunca bir acil ihtiyaç listesinin yanısıra “Soda’nın yarısını bardağa koyup biz içtik, diğer yarısını da size gönderdik. Temizdir, içebilirsiniz!” yazısı vardı.
Bir taraftan sodayı yudumlarken, dikenli tellere takılmış pet şişelerin sırrı da kendiliğinden çözülüvermişti. Belli ki daha önceki sakinleri havalandırmadan havalandırmaya yarı ya da tam dolu şişe fırlatmakta Saygılı ve Aksoy kadar mahir değillerdi. Hedefi tutturamıyorlardı. Sodayı hala yudumlarken havalandırmanın zeminine “paaatttt” diye bir başka yarı dolu pet şişe düşmüştü. Tuhaf bir hava nakil aracı olarak kullanılan şişeye bantlanmış şekilde bu sefer çevresi kâğıt havluyla sarılmış olarak bir plastik çatal, bir plastik kaşık ve bir plastik bıçak gönderilmişti. Belli ki, ilk geldiklerinde kendilerine kaşık, çatal verilmediği için yaşadıkları mağduriyeti benim de yaşamamı istememişlerdi. Ne yazık ki, zemine düşerken çatalın iki dişi kırılmıştı. Ama zaten kullanmam gerekmiyordu. Çünkü odaya gelir gelmez bana acil ihtiyacım olan birçok şeyle birlikte birer metal kaşık, çatal da verilmişti.
GÖKDEN GELEN ÇİKOLATALI GOFRETLER…
Sevkiyat tabii ki bununla kalmamış, havalandırmama bir süre sonra yarım kiloluk bir plastik peynir kutusu düşmüştü. Kapağı sıkıca bantlanmış o peynir kutusunda hilalin çeyrekleri gibi bölünerek sıkıştırılmış bir tam simit çıkmıştı. Üzerindeki not şöyle diyordu: “Bugün günlerden pazartesi. Sipariş verseniz dahi kantinden simit ve poğaça sadece perşembeleri geliyor. Afiyet olsun!” Simiti fazla bekletmeden yediğimi hatırlıyorum.
Günün son sevkiyatı ise aynı yöntemle bu sefer iki çikolatalı gofret için yapılmıştı. Gofretlerden birini de yedim. Diğerini ise, ne zaman çıkarsam çıkayım fark etmeksizin, saklamaya karar verdim.
Hapiste aylarca kalmayı göze almıştım ki, beklenmedik bir şey olmuş ve Silivri’deki ikinci, toplam mahpusluğumun beşinci gününde avukatlarımın tutukluluğa itirazı üzerine mahkemeden tahliyem gelmişti. Yanıma aldığım eşyalar arasında eşimin gönderdiklerinin yanısıra o çikolatalı gofret ve plastik çatal, kaşık, bıçak da vardı artık. Tabii onlarla beraber gelen üzerine notlar yazılmış kağıtlar…
Hidayet Karaca, Mehmet Baransu ve Gültekin Avcı ile o iki gün içerisinde avukat görüşmeleri sırasında cam kabinler arkasından hasbihal etme imkânımız olmuş, ama ne Yakup Saygılı ne de Kazım Aksoy’la karşılaşmam mümkün olmamıştı. Tahliye haberimi televizyondan duymuş olmalılar ki, daha ben bildirmeden yine bağıra bağıra sevinçlerini ifade etmişlerdi. Hidayet Karaca’nın ise güzel temennileri ile birlikte “Beni burada unutmayın!” haykırışı ise bugün bile kulaklarımda çınlar.
BUGÜN 60 BİN İNSAN REZA ZARRAB HAYSİYETSİZİ YÜZÜNDEN HAPİSTE…
Peki o plastik çatala, bıçağa, kaşığa ve benim için unutulmaz nitelikte notlar içeren o kâğıt parçalarına ne mi oldu? Ne olacak, harami alçakların el koyduğu evimdeki benim, eşimin ve çocuklarımın diğer tüm hatıralarıyla birlikte fiziken erişilemez hale geldi. Şimdilik…
Zarrab denen rüşvetçi mel’undan aldıkları rüşvetlerle mel’unlaşan alçaklar yüzünden altüst olan hayatlardan ilk fasılayı aralarında Yakup Saygılı ve Kazım Aksoy’un da bulunduğu kahraman polisler oluşturmuştu. Onlar da, 22 Temmuz 2014 günü Ramazan Bayramı’nın arefesinde bir sahur vakti tutuklanarak hapse atılan meslektaşlarıyla aynı kaderi paylaşmışlardı. Bugün ise, dinmek bilmez bir kin ve intikam hırsıyla çoğunun eşi ve çocukları dahi tutuklanıp hapislere atılmış durumda.
Binlerce polis, binlerce öğretmen, binlerce savcı ve hakim, yüzlerce avukat, binlerce esnaf, binlerce subay,  binlerce ev hanımı, yüzlerce gazeteci ve daha niceleri bugün şayet hapishanelerde ise, binlerce aile dağılmış, binlerce insan ülkesini terketmek zorunda kalmışa, 100’e yakın insan işkence ya da gözaltılar yüzünden hayatını kaybetmiş ya da intihar etmişse, ülke tam bir yangın yerine dönmüş ve hiç kimse yarınından emin olamaz hale gelmişse şayet, tüm bunların kökeninde Erdoğan isimli dinbaz haramiyi gırtlağından yakalayıp, ailesi ve çevresiyle birlikte rüşvetle önüne yatırmış Reza Zarrab’ın rolü büyük.
Reza Zarrab’ın şimdilerde Mnahattan’da bir mahkemede anlattıklarını uzun uzun analiz edebilir, ülkenin başına daha ne gaileler açabileceğine dair bir şeyler yazabilirdim belki. Ama nedense, bu haysiyetsizler yüzünden yıllardır cezaevlerinde zulüm gören haysiyetli tüm masum insanları temsilen, yüz yüze gelmemizin nasip olmadığı, ikisine dair bir gıyabi karşılaşmayı anlatmak istedim. Allah, Reza’nın önüne yatan vatan hainlerinin zulmüne maruz kalanların yardımcısı olsun. Allah’a niyazım odur ki, herkes yaptığının karşılığını görsün ve herkes müstahakkını tez elden bulsun. Hain kim, alçak kim, gerçek kahramanlar kim tüm dünya apaçık ve hiçbir şek ve şüpheye mahal kalmadan alenen görsün…
(tr724)