Dine Güveni Sarsılan Gençlik…

YORUM | MAHMUT AKPINAR

Entelektüel, aydın veya eski dilde kullanılan adıyla münevver çok okuyan-yazan, çok bilen adam demek değildir. Bir insanın hitabeti, çok eser vermiş olması, her konuda görüş belirtebilecek malumata sahip olması onu entelektüel ve münevver kılmaz. Münevver olmak her şeye rağmen hak yanında durabilmek, herkese karşı hukuku, doğruyu savunabilmektir. Entelektüel bütün tehditlere ve caydırıcı güçlere rağmen doğru bildiğinin arkasında durabilendir; gerektiğinde hayatını vermekten çekinmeyendir. Sokrates böyle birisidir. İmamı Azam, İmamı Şafi, İmamı Malik, İmamı Rabbani, İmamı Serahsi böyle kişilerdir. Bediüzzaman, Süleyman Hilmi Tunahan, Necip Fazıl, İskilip Atıf Efendi, Erbilli Esad Efendi ve adını burada anamadığımız pek çok büyük zat böyledir.

İMAM-I AZAM’IN ÖLDÜRÜLMESİ

Hanefi mezhebinin öncüsü, diğer bütün fıkıh ekollerini etkileyen İmamı Azam’ın siyaset adamları, yöneticiler, güçlüler karşısındaki duruşu hepimize örnek olacak türdendir. İmamı Azam bizim medeniyetimizde sadece din adamlarının, ilahiyatçıların değil; aynı zamanda bütün akademisyenlerin, aydınların piridir; üstadıdır. İmamı Azam’ın 5000 müçtehit seviyesinde talebeye sahip olduğu rivayet edilir. İmamı Azam hem Emevi hem Abbasi dönemini yaşamış bir âlimdir. Emeviler kendisine eziyet eder, sıkıntı verirler. İmam, Abbasiler iktidara gelince rahatlayacağı ümidini taşır ancak Emevilere göre daha ılımlı, daha toleranslı olarak bilinen Abbasiler döneminde de benzer eziyetleri çeker. İmamı Azam hayatının son dönemlerini Abbasilerin zulüm ve eziyeti altında geçirir. İmam hapiste 70 küsur yaşında dövülerek öldürülür. “Halife”, “Emir-ül Müminin” unvanlarını taşıyan Abbasi halifesi Mansur, İmam’ın dayaktan öldürülmesine neden olan kişidir.
Öldürülme sebebi ilginçtir. Halife Mansur İmamın kendisine müfti, şeyhülislam olmasını teklif eder. Ancak İmamı Azam kabul etmez; buna mukabil hapse atılır, eziyetler içinde hayatını teslim eder. Ebu Hanife’yi “İmamı Azam” yapan şey, güç ve iktidarı kullananların taleplerine boyun eğmek yerine, Kur’an ve sünnete göre karar vermek, içtihatlarda bulunmak istemesidir. Halifeye müftü olduğunda onun siyasetini meşrulaştırmak, taleplerini onaylamak, hakikatlerden ayrılmak durumunda kalacağını çok iyi bilen İmam bu teklifi reddeder ve zulümlere maruz kalır. Eğer o dönemde, bugünkülerden daha dindar ve “halife” urbası da olan siyaset adamlarına tabi olsaydı, onların etkisi ve kontrolüne girseydi tarihe mal olan bir şahsiyet olamazdı. İmamı Azam ilmi, irfanı, eserleri, talebeleri yanında duruşuyla, ölümüne haktan yana tavrıyla ideal, örnek bir münevverdir, entelektüeldir. Aydın namusuna sahip tarihimizdeki şahısların öncülerindendir.
YAZAR DEĞİL ŞARLATANLAR…
Konjonktürel etkiler karşısında gerçekleri söylemekten vazgeçen, baskılar karşısında susan, güç karşısında eğilen, bir hakikati söylerken sözlerini “ama”larla, “fakat”larla eğip-büken kişiler gerçek manada aydın, entelektüel değillerdir. Para karşılığı yazanlara, talimatla manşet atanlara, kalemini silah gibi kullananlara, yalan-dolanla şöhret olmaya çalışanlara ise yazar dahi denmez. Bunlara şarlatan denir.
17/25 Aralık’tan günümüze çok şeyler yaşadı Türkiye. Ağır zulümler oldu, 17 bin kadın 700 civarı bebek hapse atıldı. 50’den fazla insan işkence ile can verdi. Türkiye’nin yüz akı sanayicilerin, tüccarların, esnafların mallarına el konuldu ve haramilere peşkeş çekildi. Bindir emekle yetiştirilmiş Anadolu’nun dindar, muhafazakâr ve eğitimli insanları işlerinden edildi, hapislere dolduruldu. Yaşananların dinle, vicdanla, insafla hukuka, töre ile bağdaşır ve izah edilebilir bir tarafı yoktu. Ama bu kadar ağır ve insafsız zulüm, baskı, gasp karşısında bir elin parmaklarını geçecek kadar din adamı, ilahiyatçı çıkıp bir duruş sergileyemedi. Diyanet Camiası ve İlahiyatlar derin bir sukuta gömüldüler. Siyasal İslamcılar ise kendi mahallelerinden çıktığı için Zalimi, Hırsızı, Yalancıyı görmedi. Maalesef Hakkı Hakikati savunması, tutup kaldırması gereken dindarlar, Müslümanlar, cemaatler hukuk, adalet ve hakikatin yanında duramadılar. Dini kavramları ve inancı istismar eden bir Zalimin kayıtsız şartsız destekçisi oldular. Bu kesimin “aydın”ları Politik görüşlerine, zanlara göre tavır aldı; gücün ve güçlünün yanında konuşlandılar. En azından ortada durabilirler, az ihtiyatlı davranabilirlerdi ama taraf oldular. Güç ve iktidarın yanında ip gibi dizildiler. Gözlerinin önünde hukuka, Kur’an’a ve Sünnete uymayan; vicdana, insafa, insanlığa sığmayan pek çok cürüm işlendi, müminlere mesnetsiz, muhayyel iftiralar atıldı. Bunlara alkış tuttu, çığırtkanlık yaptılar. Zulme meylettiler, cürümlere ortak oldular.
GENÇLERİN DİNDAR GEÇİNENLERDE GÖRDÜĞÜ
Müslümanların ve Müslümanlık namına yazan çizen aydınların açık zulümler, hukuksuzluklar, yolsuzluklar karşısında bir kelam etmeyip destek olmaları vicdanı yozlaşmamış, kalbi kirlenmemiş pek çok genç Müslüman için umutsuzluğa sebep oldu. Dindarıyla, seküleriyle bu ülkenin geleceği olan gençler dini söylemlerden, din adına işlenen fecaatlerden, işkencelerden, baskılardan ürktü, yıldı. Ülkenin geleceğiyle ilgili karamsarlığa saplandılar. “Bu ülkeden bir şey olmayacağına” dair çıkarımlara ulaştılar. Pek çok dindar ailenin çocuğu din ve dine dair şeylerden rahatsızlık duymaya başladı. “Eğer din bu ise ben dindar değilim, olmak da istemiyorum” diyen umutsuz bir nesil türedi. Dini bir ortamda yetiştiği halde dindarların ilkesizlikleri, insafsızlıkları ve çıkarcı tavırları nedeniyle dinden, dindardan iğrenen ve kendine başka yollar-felsefeler arayan insanlar ortaya çıktı.
Zaten dine uzak yaşayan kesimler ise dini duyguların kin ve intikam aracı yapıldığında insanı nasıl canavarlaştırdığını görüp K. Marks’ın “din afyondur” sözüne daha fazla inanmaya başladılar. Bunun örnekleri dünyada IŞİD, Boko Haram, El-Şebap gibi örgütlerde görülüyordu. Ama merhametle, sevgiyle yoğrulmuş, Mevlana’dan, Yunus’tan, Hacı Bektaş’tan ders almış Anadolu Müslümanlarının böylesi canavarlıklara tevessül edeceğine ihtimal verilmiyordu. İslam’ın bütünüyle siyasetin emrine girdiği, dini kurumların ve konumların bir siyasetçinin halayıkları haline getirildiği bu dönemde Müslümanlık hoyratça kullanıldı. Her görüşten, mezhepten, sosyal kesimden insan AKP uygulamaları ve buna ses vermeyen “İslamcı aydınlar” nedeniyle dinle, İslam’la arasına daha bir mesafe koydu. Bunun yanında dini kullanarak makam, kazanç, konum elde etmek isteyen büyük bir ilkesizler, çıkarcılar münafıklar kitlesi oluştu. Daha görünür olan, kamuya açık alanlara çıkan dindarlık özünü, samimiyetini yitirdi. Ahlakın, inancın, ibadetin, tasavvufun içi boşaltıldı.
BELKİ DE YALANCI FECİRDİRLER
İslam insanlığa çözüm önerileri sunabilecek, pek çok problemi çözebilecek potansiyele sahip. Anadolu Müslümanları da bu potansiyeli kullanıp dünyaya sunabilecek insan kaynağına, birikime, umuda sahipti. Ne var ki bu potansiyel “en azından şimdilik” bir ailenin siyasi ikbali, çıkarları, rahatı adına heder edildi. Ülkemiz ve geleceğimiz adına en üzücü, en ümit kırıcı durum ise İslamcı aydınların, din adamlarının, ilahiyat hocalarının hak-hukuk ve hakikat yanında durma namına en küçük bir varlık gösterememeleridir. Gözlerini kapayıp, kulaklarını tıkayıp zulüm, güç karşısında üç maymunu oynayan sözde din adamlarını, İslamcı aydınları gördükçe İmam’ı Azam’dan, İmamı Şafi’den, Bediüzzaman’dan ne kadar uzak düştüğümüz ortaya çıkıyor. Son yaşananlar “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” tehdidinin ne kadar yerinde olduğunu, “zalim bir hükümdara-yöneticiye hakikati söylemek en büyük cihattır” hadisinin ne kadar anlamlı, gerekli olduğunu ortaya koydu.
Dindarlar, cemaatler, Müslüman-muhafazakâr aydınlar bir sınava tabi oldular ve fena halde kaybettiler. Müminlerin umudunu, geleceğe dair rüyalarını da yıktılar. Kim bilir belki de sahte alimler, yüreksiz aydınlar, zulme omuz veren dindarımsılar sadık bir şafağın, yaklaşan güzel günlerin yalancı fecridirler.
(tr724)