Gazete Duvar yazarı Hakkı Özdal: 90’lardaki devletin ruhu, bir İslamcının bedeninde dünyaya dönmüş durumda. Ve onun ‘Avrasyacı olabilme ihtimaline’ vurgun yeni dostları için dinci dönüşüm önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilir.
Türkiye’nin bugünkü siyasal tablosunun ‘doğum günü’ 7 Haziran 2015 akşamıydı aslında. Sarsıcı krizlerle geçmiş iki yıl (2013-2015) iktidar blokunu zedelemiş ve bu zedelenme seçim gecesi krize dönüşmüştü. Erdoğan’ın giderek kişiselleşen ve 7 Haziran’da esasen ‘tamamen kişiselleşmesi’ oylanmış olan iktidarı tehlikedeydi: “400’ü verin huzur içinde çözülsün” parolası ile yürütülen kişisel iktidar propagandası karşılık bulmamış, oylar çarpıcı şekilde düşmüş ve AKP iktidar ehliyetini kaybetmişti. 7 Haziran seçimi, 13 yıllık iktidarın ‘olağan koşullar’da sürdürülemeyeceğini gösteren bir fotoğraf vermişti.
Erdoğan, 7 Haziran akşamı, muhtemelen daha sonuçların açıklanmaya başladığı ilk saatlerde, o fotoğrafa bakarak, çözüm arayışına girmişti. Muhalefet, belirsiz ve dağınık, aslında iktidarı alaşağı etmekten ibaret ve yeni bir alternatif üretmekten uzak ‘zaferini’ kutlarken; o hem koşulları olağan olmaktan çıkaracak hem de yeni bir ittifaklar politikası ile iktidar blokunu temelinden değiştirecek bir ‘çıkış yolu’ arıyordu.
O seçimin esas kazananının HDP olması işini kolaylaştırdı.
Mevcut iktidarın ‘eski Türkiye’ diyerek kodladığı ve çatışmalı bir sürecin ardından büyük oranda sistemden dışladığı güçler için, Kürtlerin de içinde yer aldığı bir hareketin yükselişi çok endişe vericiydi. Bunlar, 90’lı yılların sonunda son bir hamleyle iktidara tutunmaya çalışmış ‘mağluplar’ ve yeni ittifakın müstakbel unsurlarıydılar.
* * *
90’lar Türkiye’si, 12 Eylül’ün kanlı kılıcıyla parçalanmış siyaset tablosundan arta kalan bir travmaydı esasen. Başta işçilerin olmak üzere emek mücadelesi, gençlik hareketleri ve genel olarak sol siyasal kültür, ülkeyi dünya kapitalist sistemine entegre etme yolunda birer engel olarak görünüyordu. 12 Eylül rejimi, tüm bunları ezmeye gelmiş ve bunu başarabilmek için de ülkede tüm siyaseti askıya almıştı. Başta İstanbul merkezli büyük sermaye olmak üzere, gerici siyasal kültüre teşne toprak ağaları, henüz İstanbul sermayesiyle rekabet cüretine sahip olmayan Anadolu sermayesi, taşra eşrafı ve her türden sağcı siyaset odakları faşist generallere açık destek verdi. Güvenlik ve istikrar arayan orta sınıflar sessiz kaldı. İşçi sınıfı ve halkın örgütlü kesimleri yeterli direnç gösteremedi.
12 Eylülcüler, tüm destekçilerinin hayal ettiği ‘sınıfsız’, solsuz bir siyaset için ülkeyi yangın yerine çevirdi ve açık alan siyasetini, darbe öncesi politik mücadelenin bir tarafını yok ettiği bir kurmaca olarak inşa etti: Daha sağcı bir sağ ve sağcı bir sol!
Sınıf siyasetinin ve bu eksende örgütlenmenin dışlanması anlamında bu ‘sağcı sol’; liberal, milliyetçi, muhafazakar, dinci vs. tüm sağın, ittifak halinde (ve esasen bir egemen sınıf siyaseti olarak) güttüğü piyasacılık karşısında, ‘ben daha iyi piyasacıyım’ demekten başka bir şey üretemedi. Sosyalist solun 1989 bahar eylemleri ve 90’daki grev dalgası gibi son büyük işçi eylemleriyle güç kazanır gibi olan direnci, ağır devlet baskısı ve uluslararası koşulların da etkisiyle çabuk sönümlenmişti. ‘Merkez sol’ denilen ucube de, sağcılarla kurduğu koalisyon iktidardayken yaşanan Sivas Katliamı (1993) ile birlikte ömrünü tamamladı.
12 Eylül’ün tahkim ettiği rejim, tepeden tırnağa antikomünist bir aygıt olan ‘devlet’in güvencesindeydi. Ama komünistlerin, solcuların kanlı bir şekilde ezildiği, ‘sosyal demokrat’ merkezin sağcılaştığı; üstelik dünyada da ‘soğuk savaş’ın sona erdiği koşullarda rejim, motivasyon açısından yalpalıyordu. Bir 12 Eylül mutasyonu olan 90’lar devleti, Kürt siyasal hareketi ve İslamcı yükselişe karşı bir pozisyonla ideolojik restorasyonunu sağlamaya çalıştı. Devlet, sürekli pompaladığı “bölünme” ve “şeriat” korkularıyla kentli, laik orta sınıflara dayanan bir ‘rejim muhafızlığı’ geliştirmeye çalışıyordu. Kendi antikomünist sağcılığıyla, Özallarla, Demirellerle, Erbakan ve Türkeşlerle yol verdiği İslamcılık karşısında kentli orta sınıfları; Kürt siyasal hareketinin yükselişi ve sıcak çatışmalar üzerinden de geleneksel milliyetçiliği yedeklemek istedi. Ekonomik krizler, istikrarsızlık ve şiddet bu çabaya geçici bir alan açtı.
Oysa rejim, bizzat sorumlusu olduğu bir krizin ortasındaydı. Son çare olarak, destek bulduğu toplum kesimlerinin gücüyle orantılı olmayan fiziksel (askeri) gücünü devreye koydu.
Ama olmadı.
Siyaseten sahipsiz kalmış emekçi sınıflar, yoksul halk, sistemle çatışıyormuş gibi görünen İslamcıları destekledi.
Siyaseten çökmüş, toplumsal desteğini kaybetmiş ve artık kimseye ümit vermeyen ‘eski Türkiye’ aktörleri, ekonomik çalkantıların da etkisiyle çöktü. Ama giderayak İslamcılara vurdukları darbeler, İslamcı siyasetin içinden neoliberal, Batıcı, mevcut devlet krizini aşmaya aday bir mutant doğurdu.
Erdoğan’ın ‘demokratikleşme’, ‘reform’, ‘değişim’ vaatleriyle; seçim sisteminin mucizevi yardımıyla ve açık uluslararası destekle geldiği iktidarının ilk yıllarında 90’ların o ‘pop milliyetçi’ atmosferinden çıkma stratejisi izlemesi, hatta giderek, Kürt sorununun çözümü için bir arayış içindeymiş gibi görünmesi tesadüf değildi. Kendisi de eski tipte bir milliyetçi ve sağcı olmasına rağmen, ‘zamanın ruhu’nu hissediyordu.
* * *
İşte 7 Haziran, onun için bu denizin bittiği, ‘karanın göründüğü’ yerdi. Zaten 2013’ten beri eski ittifaklarından kopmakta, Gülen cemaati gibi bazılarıyla kanlı bıçaklı olmaktaydı. 2015, ‘olağan koşullarda da’ kendisine iktidar sağlayan ittifaklarının çözüldüğünü gösterdi. Endişeyle yeni arayışlara yöneldi ve aradığını ‘eski’de buldu. Bir zamanlar kendi iktidarına yol açacak şekilde çökmüş bulunan, hatta bir bakıma kendi çökerttiği ‘eski’ güçlerle yakınlaştı. Onlara da kendi şahsında devleti bir arada tutma ve yeniden ona sahip olma ümidi veriyordu. 2015 temmuzundan itibaren siyasal gelişmelerin neredeyse bir salgın halinde ‘90’lar analojisi’ ile açıklanması tesadüf değildi. Gerçekten de 90’ların pop-milliyetçi, militarist, şoven gramerini tekrar eden bir süreç oldu bu.
* * *
Temel karşıtlığını Kürtler ve İslamcılar üzerine kurmuş olan 90’lar devletinin ruhu, bir (eski mi demeli artık?) İslamcının bedeninde dünyaya dönmüş durumda. Şimdiki olağanüstü koşullarda da iktidarının devamı adına bu füzyona ihtiyacı olan Erdoğan için, tıpkı ‘ileri demokrasi’ ya da ‘çözüm süreci / analar ağlamasın’ söylemleri gibi İslamcılık da taşınması zor bir yüke dönüşebilir kolaylıkla. Yıllarca birlikte yürüdüğü ‘yol arkadaşları’ da: Ahmet Taşgetiren’in parti gazetesinden atılması, Davutoğlu ‘Hoca’nın, bir zamanlar “Ver Bilal’i al iktidarı” diyen yeni muhiplerce tartaklanırken kimseden ses çıkmaması…
Ve onun ‘Avrasyacı olabilme ihtimaline’ vurgun yeni dostları için de gündelik yaşamın dinci dönüşümü önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilir; “aman emperyalistlerin işine yaramasın” cinliğiyle!
Bu büyük siyasal krizin ortasında, biri diğerinin çöküşünden doğan ve tarihsel olarak birbirlerinin karşıtıymış gibi görünen güçlerin yan yana olması da bir ‘devam eden 12 Eylül’ görüntüsü değil midir aslında?
Oysa rejim, bizzat sorumlusu olduğu bir krizin ortasında; 90’lardaki gibi… Ve son belediye tasfiyelerinde belli belirsiz hissedilen ‘direnç’ o krizin vardığı boyutları gösteriyor.