KONUK YAZAR | AV. NURULLAH ALBAYRAK
Dün medyaya yansıyan haberlerden öğrendiğimize göre, Yargıtay Ceza Genel Kurulu, hakimler Metin Özçelik ve Mustafa Başer hakkında Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından verilen mahkûmiyet kararını onadı. Herkes, kararın bu şekilde çıkacağını tahmin ettiği gibi Adalet Bakanı da birkaç gün önce kararın bu doğrultuda olacağını ifade etmişti. O nedenle kimse için şaşırtıcı olduğunu sanmıyorum. Ancak, ‘Yargıtay’da hakimler var’ beklentisini tamamen ortadan kaldırdığı için yargı sistemi adına üzücü oldu, denilebilir.
Cumhurbaşkanının karşısında cübbesini iliklemeye çalışan, rükûya varacak şekilde boyun bükerek temenna duran yargı mensuplarından başka bir karar beklemek de hayalcilik olurdu.
Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Bağımsız ve tarafsız olmadıktan sonra bir mahkemenin adının Yargıtay Ceza Dairesi ya da Yargıtay Ceza Genel Kurulu olması, verdiği kararların hukuki olduğu anlamına gelmediği gibi hukuki bir değerlendirmeye tabi tutulması hakkı da vermez. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) göre, bağımsız ve tarafsız olmayan bir organ, “mahkeme” sıfatının kullanılmasını dahi hak etmez (Beaumartin v. France). Bu nedenle, bağımsız ve tarafsız olmayan bir organın verdiği karar “mahkeme ya da yargı kararı” olarak değerlendirilemez.
YARGIYA TALİMAT NORMAL KARŞILANIYOR
Bağımsızlığın ilk göstergesi talimat almamaktır. Oysa mevcut mahkemelerin ve hakimlerin talimatla hareket ettiğini gösterecek o kadar çok hadise var ki yürütme organı temsilcileri bile mahkemelerin bağımsız olduğunu iddia etmiyor. Cumhurbaşkanı tarafından yapılan “Yargı kurum ve kuruluşları son olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı makamına bağlıdır.” açıklaması bu nedenle normal karşılanıyor. Adalet Bakanının ‘Bugünlerde Yargıtay Ceza Genel Kurulu, bu kararı, temyiz incelemesi sonucu karara bağlayacak’ açıklamasından hemen sonra kararın açıklanmış olması da mevcut ilişkinin normal kabul edildiğini göstermek için yeterlidir.
Yürütmenin talimatlarına göre hareket eden ve talimat alan bir organın bağımsız olduğundan bahsedilemez. Cemaatle ilgili yargılamaların ve özellikle Yargıtay’da görülmekte olan bu davanın arkasında hükümetin olduğunu herkes bildiği gibi ‘tabi ki arkasında olacak’ anlayışı ile de yargının hükümetin bir organı olarak kabul edildiği inkâr edilmemektedir. Şunda kimsenin şüphesi olmasın, yürütme organının talimatlarıyla, yürütmeden yana taraf olarak hareket eden mahkemeler, yargıladıkları kişilere karşı tarafsız olamazlar. Bu nedenle “Bağımsız ve tarafsız mahkeme” niteliklerinden yoksun olan mahkemelerin verdiği mahkûmiyet kararları ve Yargıtay Ceza Genel Kurulunun verdiği onama kararı, yargı kararı değildir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi standartlarına göre bu karar; mahkeme sıfatını taşımayı hak etmeyen, yürütme adına hareket eden bir kurulun değerlendirmesinden başka bir anlam ifade etmemektedir.
Herkes tarafından bilinmektedir ki, mahkemeler ve yargı mensupları, iktidarın talimatları doğrultusunda cemaati yok etme gayesiyle yapılan mücadelenin gereklerini yerine getirmektedir. Bu amaç doğrultusunda talimat alan bir organ bağımsız olamaz, mücadele eden organ ise tarafsız olamaz. Yapılan mücadeleyi de ‘cihat’ olarak kabul eden hâkim ve savcıların yaptıkları faaliyete de yargılama denilemez.
BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ OLSA İDİ…
Yargıtay Ceza Genel Kurulu bağımsız ve tarafsız olsa idi ve gerçekten objektif bir karar verme iradesini ortaya koymuş olsaydı yakın bir tarihte verdiği ‘Ergenekon’ bozma kararındaki gerekçeleri bu dosya açısından da dikkate alırdı. Oysa, Ergenekon bozma kararında önemli bir başlık olan yasadışı delil kavramına bu dosyada önem vermemeyi tercih etmiştir. Bu davranışı ile de önemli olanın adil yargılama değil iktidarın istediğine uygun yargılama olduğunu göstermiştir.
Bylock konusunda 16. Ceza Dairesi tarafından yapılan gerçeğe aykırı değerlendirmeler Ceza Genel Kurulu tarafından da aynen benimsenmiştir. Uluslararası saygın kuruluşlar tarafından hazırlanan raporlara göre gerçeği yansıtmayan MİT’in değerlendirmesine itibar edilmiştir.
Bu programın münhasıran cemaat mensupları tarafından kullanıldığı iddiası maddi gerçeğe tamamen aykırıdır. Kaldı ki, bir sivil toplum örgütü mensupları veya sempatizanları kendi aralarında haberleşmek için herhangi bir program icat edebilirler. Haberleşmenin gizliliği esas olduğuna göre, bu türden bir program üretmelerini yasaklayan hiçbir hüküm yoktur. Münhasıran da kullanabilirler. Bu uygulamayı kullanırken suç talimatı vermedikleri sürece münhasıran da kullansalar cezai açıdan herhangi bir sorumluluk doğmaz; silahlı terör örgütü olmadan, kimse bu türden bir örgüte üye olmakla da suçlanamaz.
2016 yılı Şubat ayına kadar bu türden bir terör örgütü bulunmadığı gibi, Gülen Hareketi isimli yapının bir terör örgütü olduğu ilk kez 26 Mayıs 2016 tarihli MGK kararında kararlaştırılmıştır. Bu tarihten önce hiç kimse, bir terör örgütüne mensup olduğunu veya sempati duyduğunu düşünerek hareket etmiş değildir; örneğin Kimse Yok Mu isimli bir derneğe bağış yapan bir kişinin kastı, terör örgütüne yardım yapmak değildi; kast, bir sivil toplum örgüne bağış yapmaktı. Terör örgütü suçu kasten işlenebilen bir suç olup, bu durum dikkate alındığında, Bylock uygulamasının son kez kullanıldığı tarihte bir terör örgütü bulunmadığı için, olmayan terör örgütüne üyelikten de bahsedilemez. Hukukun gereği bu şekilde değerlendirme yapılması olmasına rağmen ne yazık ki Yargıtay Ceza Genel Kurulu yasalar, evrensel hukuk ilkeleri, kendi içtihatlarının değil iktidarın ne istediğinin önemli olduğunu bu kararıyla ortaya koymuştur.
YARGITAY’IN TARİHİNDEKİ EN HIZLI KARAR
Yargı organının bu zamana kadar ki çalışma şekline bakıldığında hiçbir dönemde bu dönemde olduğu kadar kolay ve hızlı karar verilmediği görülecektir. Mahkemeler ilk celsede insanlara doğru düzgün savunma hakkı bile vermeden kolay bir şekilde 10 yıl ceza verebilmektedir. Bunun nedeni, dosyalarda ki deliller değil insanların boynunu büküp hakimlerin adaletle hükmedeceklerine olan inançlarıdır. Hakimler ne yazık ki masum insanların haklı adalet beklentisini karşılamak yerine, boyun bükmelerinden cesaret alarak kolayca cezalar verebilmektedir. Yargıtay tarafından da kolayca verilen bu mahkûmiyet kararları hızlı bir şekilde onanmaktadır. Yargıtay’ın elindeki on binlerce dosyaya karar vermeyip bu dosyalar için sergilediği hız da iktidar nazarında takdire şayan olsa gerektir!
Mevcut şartlarda iktidara bağımlı yargı sisteminden adil bir karar beklemek zor. Ancak, masumiyetin verdiği cesaretle ve hukukun tekrar işleyeceği inancıyla hukuki mücadele sonuna kadar devam ettirilmeli ve tüm adaletsizliklerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde de değerlendirilmesi sağlanmalıdır. Haksızlık ve hukuksuzluk devam etmez, edemez. Hukuksuzlukların sonlanmasının biraz da yapılacak hukuki mücadeleyle mümkün olacağı unutulmamalıdır.
(TR724)