Yorum | Bülent Keneş |
Kurduğu dikta rejiminin baskın karakteri mafya olunca, benimsediği yöntemler de doğal olarak ona uygun oluyor. Bu yöntemlerin başında ise şantaj ve tehdit geliyor. Evet, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan ve türlü Bizans oyunlarıyla kurduğu mafyatik dikta rejiminden bahsediyorum. Erdoğan dize getirmek istediklerine hem yurt içinde hem de dış politikada aynı yöntemi uyguluyor. Hedefe koyduklarını yola getirmek için şantaj ve tehdide başvuruyor. Yüzkarası bu yöntemin ahlaksızlığını bir yana koyacak olursak her seferinde işe yaradığını kabul etmemiz gerekiyor. Sonuç alabildikleri müddetçe de Erdoğan ve aveneleri bu ahlaksız yöntemden vazgeçecek gibi durmuyor.
AKP Genel Başkanı Erdoğan, en fazla şantaja ve tehdide basan kafasının nasıl çalıştığının son örneğini geçtiğimiz günlerde Trabzon’da yaptığı bir konuşmada verdi. ABD ve Avrupa ülkelerini hedef alan Erdoğan, bir taraftan “benim yargım” dediği Türk yargısını ne kadar sefil ve zavallı bir duruma düşürdüğünü ele verirken, diğer taraftan birçok Avrupa ülkesinden gazeteci ve insan hakları savunucularını uyduruk gerekçelerle neden hapsettirdiğini de ifşa etmiş oldu.
‘ÖNCE VERECEKSİNİZ, ONDAN SONRA BİZDEN DE ALACAKSINIZ’
“İşte Pensilvanya’da, malum (biiiiip…) orada. Onun (biiiiip…), onlar da başta Almanya olmak üzere Avrupa’da ve bütün buralarda bunlar geziyorlar. Siz, bu (biiiiip) besliyorsunuz, ondan sonra kalkıp diyorsunuz ki ‘filancayı bize verin’. Kusura bakma, senin yargın varsa, benim de yargım var. Önce vereceksiniz, ondan sonra bizden de alacaksınız. Vermeden yok. Artık eski Türkiye yok, bu Türkiye yeni Türkiye.”
Düşünebiliyor musunuz AKP Genel Başkanı Erdoğan kirli pazarlıklara ne kadar açık olduğunu bu kadar uluorta ifade ediyor ve sonra “benim yargım” dediği ve tepe tepe kullandığı bu kullanışlı aparatının bağımsızlığına, tarafsızlığına, objektifliğine ve adilliğine insanların inanmasını bekliyor. Âlemi hakikaten kör, herkesi sersem sanıyor olmalı ki “benim yargım” dediği şeyin kendisinin iki dudağı arasında çıkan en akıl dışı, en hukuk dışı, en ahlak dışı talimatları bile emir telakki edip anında uygulayan kıyıcı bir sopaya, adi bir maşaya döndüğünü kimsenin görmediğini düşünüyor.
“Mülteci” lafını duyunca dizlerinin bağı çözülen Avrupa ülkelerinin bu zaafını sonuna kadar istismar ederek uzunca bir süre mültecileri şantaj malzemesi olarak kullanan AKP Genel Başkanı ve aveneleri bu adice şantajın cılkını çıkarıp limitlerini zorlayarak muhataplarını gına getirince belli ki başka şantaj ve tehdit yöntemlerine yönelme ihtiyacı duydular.
ESTAĞFİRULLAH ALNINIZDA ENAYİ DEĞİL, ŞANTAJCI YAZIYOR
Hatırlayacak olursak, zulümlerle sarmalanmış kendi zavallı haline bakmadan, sıra tüm insanlara insanlık dersi vermeye geldiğinde mangalda kül bırakmayan AKP Genel Başkanı Erdoğan, AB’nin Türkiye’ye vermeyi taahhüt ettiği 3 milyar Euro’luk ödemenin gecikmesi sebebiyle 11 Şubat 2016’da yaptığı bir konuşmada, gözlerini kırpmadan şunları söyleyebilmiş bir insandır neticede:
“Kusura bakmayın alnımızda enayi yazmıyor. Edirne’den insanları otobüslere bindirdik geri çevirdik. Bu bir olur iki olur. Kapıları açarız ‘hadi hayırlı yolculuklar’ deriz… Biz bir yere kadar ‘sabır, sabır, sabır’ ondan sonra da gereği neyse bunu yaparız. Herhalde otobüsler, uçaklar boşuna durmuyor. Gereği neyse bundan sonra o yapılır.”
Bakmayın siz “ümmet” deyip müraice evzinmesine… Aylan bebekler Ege’nin soğuk sularında boğulup minnacık cansız bedenleri kıyıya vurduğunda timsah gözyaşları dökmesine… Zavallı mültecileri Ortadoğu’daki kirli politikalarında kullanabileceği bir aparat ve iç siyasette bir sömürü malzemesinden başka bir şey olarak görmeyen AKP Genel Başkanı Erdoğan, dış politikada da bu mağdur ve mazlum insanları hoyratça kullanabileceği bir şantaj ve tehdit aracı olarak kullanmaktan hiç utanmıyor. Erdoğan ve adamları açısından durum dün de öyleydi, bugün de öyle. Ancak, bu kirli pazarlıktaki muhatapları nihayet bu adice şantaja boyun eğmeyeceklerine dair işaretler vermeye başladı. Mesela, geçtiğimiz ay bir açıklama yapan AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Johannes Hahn, Avrupa Birliği’nin mülteciler konusunda daha hazırlıklı olduğuna dikkat çekmiş ve “Türkiye’nin şantajına izin vermeyeceğiz” demişti.
ÇAVUŞOĞLU, ERDOĞAN’IN GERİDE BIRAKTIKLARINI GEVELİYOR
Buna rağmen, Erdoğan ve adamları bu kullanışlı istismar malzemesinden bir türlü vazgeçmek istemiyor. Kendisinin yanı sıra ahlaktan ve insanlıktan bînasip politikalarının hık deyicisi durumundaki Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve güya AB ile ilişkileri geliştirmeden sorumlu Ömer Çelik’ten de benzer şantajlar ve tehdit içerikli açıklamalar defalarca duyuldu. Erdoğan ve Davutoğlu’nun, kirli parmaklarıyla karıştırdıkları Suriye’de hayatlarını karartarak her şeylerini yitirmelerine yol açtıkları bu zavallı insanları bir de AB ülkelerine karşı şantaj malzemesi olarak kullanmaları hakikaten mide bulandırıcıydı. Bu iğrençliğe belli ki doyamayan Çavuşoğlu ise, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada, yine o bilindik insanlık dışılığıyla mültecileri bir kart olarak yeniden masaya sürme hevesini ortaya koydu.
Yandaş Türkiye gazetesine konuşan Çavuşoğlu şunları dedi: “AB maalesef Ege Denizi’nde yaşanan mülteci krizinin tamamen Türkiye’nin çabalarıyla kontrol altına alındığını unutmuş gibi davranıyor. Bundan bir buçuk yıl önce tüm AB liderleri sıraya girmiş, mülteci krizini ülkemizle çözme arayışındaydı. Sonuçta 18 Mart mutabakatını önerdik ve etkin uygulama sonucu Ege Denizi’ni mülteci krizinden kurtardık. Kolluk güçlerimiz halihazırda sergilediği tüm çabaları yarın bıraksa Ege Denizi yeniden bir düzensiz göç rotasına dönüşecek ve ciddi bir kriz ortaya çıkabilecektir. AB’nin bunu hatırda tutarak, mutabakattan doğan yükümlülüklerini süratle yerine getirmesini bekliyoruz.”
‘EY AB, AYLAN BEBEK MAYLAN BEBEK DİNLEMEZ HEPSİNİ EGE’YE SÜRERİZ’
Buradan ne anlaşılıyor? “Ey AB, mültecileri şakağına dayalı bir silah gibi kullanıp şantaj ve tehditle sana boyun eğdirdiğimiz yükümlülüklerini derhal yerine getir. Yoksa, Aylan Bebek Maylan Bebek dinlemez, Suriyeli mültecileri kıytırık botlara bindirir yine üzerinize salarız.”
Masum mültecilerin kararttıkları hayatlarını insan dalgaları halinde AB’ye karşı bir silah olarak kullanma alçaklığına ve ahlaksızlığına karşı çevrelerine, gazetelerine, televizyonlarına doldurdukları mürai vicdan münafıklarından bir tanesi çıkıp da “Yahu siz ne diyorsunuz öyle? Böyle adice, alçakça şey mi olur? Böyle bir adilik Türkiye’ye hiç yakışır mı? Masum ve mağdur insanların hayatlarını şantaj ve tehdit malzemesi olarak kullanmak ahlaksızlıktır, alçaklıktır,” diyemiyor. Diyemezler de, çünkü kendilerinin insanlıktan ve omurgadan bînasip karakterleri Erdoğan ve Çavuşoğlu’nun pörsümüş karakterlerinin berbat izdüşümlerinden ibaret.
Neyse biz konumuza dönelim. Erdoğan ve aveneleri mülteciler konusundaki şantaj ve tehditlerinin eskisi kadar işe yaramadığının farkına varınca, yine bildikleri en iyi işe yöneldiler ve şantaj malzemelerini çoğaltıp ellerini güçlendirmenin arayışına girdiler. Buldukları yöntem de Batılı ülkelerin gazetecilerini, sivil toplum aktivistlerini, din adamlarını aptalca gerekçeler uydurarak keyfi bir şekilde tutuklayıp içeri atmaktan ibaret oldu.
Erdoğan’ın Trabzon’da yaptığı konuşma ise, bu ahlaksız şantajı hala anlamazlıktan gelenler varsa, anlamalarını sağlamak içindi. Mesela Almanya Şansölyesi Angela Merkel’e diyor ki, Deniz Yücel, Meşale Tolu, Peter Steudtner gibi gazetecileri ve insan hakları savunucularını salıvermemizi istiyorsan, önce uyduruk darbe komplosuyla içeri tıkmaya çalıştığım için senin ülkene sığınmak zorunda kalmış gazetecileri, akademisyenleri, diplomatları, hukukçuları, işadamlarını ve diğer Türk vatandaşlarını bana vermelisin. Dönüyor ondan sonra aynısını ABD’ye, İsveç’e, Fransa’ya, Avusturya’ya, Yunanistan’a da söylüyor. Kurduğu dikta rejimi tipik bir mafya örgütlenmesi olduğu için insanlarla ve ülkelerle olan münasebetleri ve iş yapma tarzı da ona göre oluyor. Yani aslında ortada şaşılacak bir durum bulunmuyor.
ŞANTAJ VE TEHDİT, ERDOĞAN’IN İÇ SİYASETTE USTALAŞTIĞI BİR USÜL
Neticede Erdoğan bu yöntemi yıllarca iç siyasette denemiş, özellikle omurgasız muhatapları karşısında kesin sonuçlar alabileceğini onlarca kez tecrübe etmiş bir isim. Şöyle düşünüyor olmalı: “Şantaj ve tehdit içeride acayip işe yarıyorsa, dışarıda neden yaramasın?” Önce Doğan Medya Grubu’nu, sonra diğer yayın gruplarını aynı yöntemleri kullanarak ne hale getirdiği ortada. Doğruya doğru, Erdoğan’ın adi bir sopa gibi kullandığı sadece sefih bir tetikçi üzerinden her istenileni yapmakta, her üstü çizileni feda etmekte gözünü bile kırpmayan Aydın Doğan’ın tüm medya organlarını maymuna çevirmeyi başarmadı mı? Şantaj ve tehditlerini kale almayan Çukurova, İpek Medya Grubu, Zaman Grubu’na keyfi bir şekilde çökmek suretiyle şantaj ve tehditlerinin blöf olmadığını gösterme imkânı da buldu üstelik.
Şimdilik adi bir mafya gibi, tabiri caizse sadece ayaklarına sıkmak yoluyla, kendi üslubuyla yaptığı uyarılarla epey yol almış olsa da, Doğan Medya Grubu’ndan elde ettiği sonuçlara tam erişemediği içindir ki Cumhuriyet ve Sözcü’den bazı gazeteci meslektaşlarımız hala içeride bulunuyor. Ama her iki gazetenin de bir yolunu bulup Erdoğan dikta rejimiyle uyumlu hale gelebilmek için nasıl kıvrandığı, nasıl çırpındığı gözlerden kaçmıyor. Bu amaçla Erdoğan’ın hedef aldıklarına ondan daha fazla saldırmak suretiyle sergiledikleri gizli açık çabalar mide bulandırıyor.
Erdoğan aynı yöntemi iş dünyasına karşı da kullanmış ve hayal edebileceğinden daha büyük neticeler almıştı. Şu TÜSİAD’ın düştüğü tuhaf hallere bakınca ne demek istediğimiz sanırım daha iyi anlaşılabilir. Bülent Tanör’lerin demokrasi raporları sunabildiği bir TÜSİAD’tan diktatör şakşakçılığına kadar gerilemiş bir TÜSİAD’tan bahsediyoruz neticede.
Bütün bunların ışığında 50 yıl sonra bugünün tarihini yazacak olanlar, pek çok diğer insanlık dışı hasletlerinin yanı sıra AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın ve birebir kendi karakterini vermeyi başardığı İslamofaşist dikta rejiminin tarihin görüp görebileceği en büyük şantajcısı olduğunu da kayıtlara geçirecektir mutlaka. Bundan hiç şüphem yok.
(TR724)