YAVUZ BAYDAR
“Eşimin sesi tedirgin geliyordu, beni ve çocuklarımızın durumunu sordu. Sonra sesler karıştı ve elinden telefonu alıp kapattılar.Sesi iyi gelmiyordu. Bana kaçırıldığını, zor durumda olduğunu hissettirdi ve en çok da bize bir şey olup olmadığını anlamak istedi.”
Yaralı bir toplum bu; iç kanaması durmayan, derinlikte olanları idraktan yoksun, kendisiyle meşgul bireyleri güvensiz, kuşkucu ve huzursuz.
“24 Mayıs 2017 Çarşamba günü, Eşimin kızımızı okula bıraktığı yerden itibaren bir ipucu aradık. Ankara sokaklarını karış karış gezerek önce eşimin kullandığı aracı Şentepe Güventepe Caddesi-Kıvanç Sokak girişinde terk edilmiş halde buldum.”
”Kaçırma eyleminin, eşimin aracı terk ettiği yerde gerçekleşmiş olabileceğini düşünerek çevrede araştırma yapmaya başladık. Eşimin kaçırılması olayına çevredeki insanlar şahit olmuş, engellemek istemişler. Çevredeki kameralarda yaptığımız araştırmada, eşim markete giderken, olayda kullanılan siyah renkli Transporter’ın eşimin aracına 15-20 metre mesafede Güventepe Caddesi üzerindeki Kaşıkcı Eczanesi’nin önünde park halinde durduğu görünüyor. Eşimin marketten çıkmasıyla birlikte Transporter’da eşimin bulunduğu yere doğru hareket ediyor.”
“Eşim 2 kişi tarafından Siyah Transporter araca doğru zorla götürülmüş, olaya karışan üçüncü kişinin ise yüzü maskeliymiş. 3 kişi eşimi araca arkadan zorla bindirmiş. Görgü tanıklarından birisi ‘olay filmlerdeki gibiydi, yüzü maskeli şahıs vardı, hızlıca adamı araca bindirdiler, anlık bir olaydı’ dedi.”
Emine Özben anlatıyor bunları BBC Türkçe Servisi’nden Fundanur Öztürk’e.
Türkiye başkentinde bu dehşetengiz olay, çok olmamış, 9 Mayıs’ta vuku bulmuş. Kaçırılan kişi, yani Emine hanımın eşi, Turgut Özal Üniversitesi’nde hukuk derslerine giren Ankara Barosu eski avukatlarından Mustafa Özben.
O gün bugündür ortalıkta yok.
Mustafa Özben’in kaçırılması, o sırada Güventepe Mahallesi’ndeki evine girmekte olan bir kişinin şahitliği ve Şentepe Polis Merkezi Amirliği’ne verdiği ifadesiyle kesinleşmiş.
“10 Mayıs 2017 günü Ankara Emniyet Müdürlüğü Şentepe Polis Merkezine iki defa müracaat ettim” diye anlatıyor Özben.
“Emniyette bana, ‘Eşin zaten aranıyordu’ dediler, fakat ben bu durumu ilk defa duydum. Ailemizin bundan haberi yoktu. Peki adli işlem niçin yapılmamış ve bunun için gözaltı uygulanmamıştı? Yani yasal gözaltı yerine kaçırma planı mı yapılmıştı?”
Başvurular yapılmış, ama Transporter araç ve kullanan kişiler ortada yok.
BBC Türkçe’den Öztürk’ün, Ocak ayından bu yana haber alınamayan kişilerin aileleriyle yaptığı mülakatlar, OHAL rejiminde standart hal alan bir başka korku tüneline sokuyor okurları.
Yaşınız tutuyorsa, biraz hafızanız, bilginiz ve vicdanınız varsa, bu tüneli 1993’lerden, Susurluk günlerinden tanıdığınızı fark ediyorsunuz.
Aradaki minik fark, o günlerde ‘kaybetme’ler Kürt illeriyle Sakarya-Kocaeli hattında yoğunlaşırken, bunların artık başkentin göbeğine taşınmış olması.
CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu 25 Nisan’da, CHP Ankara Milletvekili Şenal Sarıhan da 29 Mayıs’ta konuya ilişkin olarak Başbakan Binali Yıldırım’ın yanıtlaması istemiyle TBMM’de soru önergeleri vermişti.
BBC haberi bunu hatırlatıyor ve ”bu önergelere yanıt gelmedi” diye ekliyor. BBC bakanlıktan da valilikten de cevap alamamış zaten.
‘Kimliği belirsiz kişilerce siyah Transport’larla kaçırma’ iddiaları bu yılın ilk günlerine kadar uzanıyor. Hemen tümü Gülen Cemaati bağlantılı olan bu karanlık olaylar dizisinde, en az 11 kişiden haber alınamıyor.
Özben gibi, Turgut Çapan 31 Mart, Önder Asan 1 Nisan’da ortadan kaybolmuş. Bu ikisi de Turgut Özal Üniversitesi’nde çalışmakta imişler.
Haklarında, değişik tarihlerde açılan “F..Ö/PDY soruşturmaları” kapsamında arama kararları varmış.
Fatma Asan, eşi Önder Asan’ın, hakkındaki yakalama kararı nedeniyle bir süredir evinde yaşamadığını, saklandığını belirterek şunları anlatmış BBC’ye:
“Eşim, ‘ ifade vermeye OHAL bittikten sonra gideceğim’ dedi. Biz evde sürekli tedirgin olmayalım diye eşyalarını alıp evden ayrıldı.Ama kendisiyle zaman zaman görüşüyorduk.31 Mart’ta görüştük ve Etimesgut’ta buluştuk.1 Nisan Cumartesi tekrar buluşmak için sözleştik ama gelmedi. Pazar da gelmedi.”
“İlk önce emniyete gidip kayıp başvurusunda bulundum ancak, ‘Eşiniz zaten aranıyor, o nedenle kayıp başvurusu yapamazsınız’ diyerek beni adliyeye yönlendirdiler… Savcı soruşturma başlattı. Bu olay 3 Nisan’da oldu.
“Bir keresinde eşim arkadaşlarıyla beraber Şentepe’de büyük bir sitede kaldıklarını söylemişti. Avukatları da yanıma aldım ve Şentepe’ye gittim. Elimde eşimin fotoğrafıyla onu en son bıraktığım yerde insanlara göstermeye başladım. Bir site görevlisi eşimi tanıdı. Site kameralarından, Cumartesi günü eşimin 13.48’de siteden çıktığını gördüm.”
“Sonrasında savcıdan aldığımız izinle etraftaki kameralardan, eşimin ASKİ’nin önünden bir ticari taksiye bindiğini gördük. Polisler görüntüyü büyüterek taksinin plakasını tespit etti. Taksinin sahibi buldum ve bizi olayın yaşandığı Vatan Caddesi üzerindeki Sarıtaş Sitesi önüne götürdü. Daha sonra olayı yaşayan şoför bey geldi ve tüm kaçırma anını anlattı.”
BBC sıkı habercilik yaparak işin peşini bırakmamış ve taksi şoförüne de ulaşmış. İsmini vermemiş ama anlatmış:
“Seyir halindeyken siyah transporter aracın içindeki kişi silahını gösterdi ve sağa çekmemi işaret etti. Ben sağ şeride geçtim ve seyrime devam ettim, ancak aracı önüme kırdılar. Bir araç yanımda, diğer araç da arkamdaydı. Anında 9-10 silahlı kişi indi ve şahsı 30 saniye içinde Siyah Transporter’a bindirdiler.”
“Araçlardan bir tanesi siyah Transporter marka araçtı, fakat diğer iki aracın modellerini hatırlamıyorum. Adamı götüren silahlı kişiler, ‘Biz polisiz koçum, sen işine bak’ dediler. Panik olduğum için kimliklerini sormak ya da plakalarına bakmak aklıma gelmedi. Daha sonra emniyete gidip 18 Nisan’da ifademi verdim.”
Haberin devamını okudukça dehşet hikayesi yeni boyutlar kazanıyor:
Fatma Asan, kaçırılan eşi Önder Asan’dan ilk kez 42 gün sonra 12 Mayıs’ta polisin kayınpederini araması üzerine haber almış. Önder Asan’ın teslim olduğu bilgisi verilmiş.
Emniyette Önder Asan ile görüşen ailenin avukatı Burak Çolak, yapılan ilk görüşmeyi şöyle anlatıyor:
“Gözleri bağlı bir şekilde Eymir Gölü tarafında bir yere bırakılmış. Bırakılırken de emniyet arattırılmış ve teslim olmak istediği söylettirilmiş. Kendisini kaçıran kişiler sonrasında yanından ayrılmışlar. Psikolojik yardım almak istediğini söyledi. Duvara yaslanarak ancak yürüyebiliyordu ama belirgin bir sağlık sorunu yoktu.”
Fatma Asan ise eşi ile önce 16 Mayıs’ta Ankara Adliyesi’nde, daha sonra da Sincan Cezaevi’nde görüşmüş:
“Sakalları uzamış, müthiş zayıflamış ve korkmuştu. Elini tuttum ve bir anda ürkek bir şekilde elini çekti. O gün mahkemesi oldu ve ‘İnşallah tutuklu yargılanırım’ dedi. Eşim tutuksuz yargılanmak istemedi çünkü dışarıda olmaktan korkuyordu.
“1,5-2 metrekare simsiyah bir odanın içerisinde elleri kelepçeli, gözleri bağlı bir şekilde kaldığını söyledi. Alındığı ilk anda başına torba geçirilmiş, gidene kadar dövülmüş. Ve o dayağın etkisiyle böbrek ağrısından ötürü yatamamış. Elleri kelepçeli ve gözleri bağlı bir şekilde tuvalete gidiyormuş, kimseyi görmemiş.
“Eşimin kaldığı odanın karşısında işkence yapılan bir oda gibi bir şey varmış, orada hep başkalarının sesini de duymuş. Ve orada sürekli kendisini sorguya çekmişler.’Ne biliyorsun?’ diye sormuşlar. Eşim tam anlatmadı o kısımları ama ‘Sen söyle, söyleme. Turgut zaten elimizde, biz ağzını burnunu kırdık, ondan her şeyi öğrendik’ gibi bir ifade kullanmışlar.”
Sözü edilen kişi, Turgut Çapan.
Onu da eşi Ülkü Çapan anlatıyor:
“Son birkaç aydır evde yoktu. Arkadaşları sürekli içeri alındığı için eve pek uğramıyordu. 31 Mart günüydü. O gün eve gelecekti ve çocukları pikniğe götürecektik. Çocuğu okuldan almaya giderken, evimizin sokağında Önder Bey (Önder Asan) yanıma geldi ve ‘Abla, Turgut Bey Şentepe tarafında kaçırıldı’ diyerek yanımdan ayrıldı.”
Bunun üzerine Şentepe’yi sokak sokak taramaya koyulmuş Ülkü Çapan.
“Bir apartmanın ön kamerasından eşimin geçişini gördük, fakat istikametindeki yolu kesen diğer bir kamerada geçişini göremedik. Tam o aralıkta, bölgeyi farklı açıdan gören bir kameradan eşimin olduğu yere siyah bir Transporter minibüsün hızla geldiğini görüyoruz. O siyah minibüs orada 15 saniye kadar oyalanıyor. Eşim ise gidebileceği hiçbir yönden geçmiyor. Sokak ortasında güpegündüz koskoca adam yok oluyor.”
“Bekleme aşamasındayız” diyor,”Ama eğer canlı bir şekilde sağ salim görebilirsem, ya da ahirette göreceksem eşimin yüzüne bakabilmem lazım.”
Ve eşine sesleniyor.
“Seni bulmak için öyle oturmadım, elimden geleni yaptım diyebilmek için sonuna kadar mücadele edeceğim. Kendi canımdan değil, geride çocuklarımı bırakacağım için korkuyorum. Ama bu benim bir eş ve bir insan olarak vazifem.”
BBC Türkçe yapılması gerekeni yapmış; ülkenin yeni mağdurlarını bulmuş, ‘FETÖ’ye hizmet ediyorsunuz’ suçlamalarının gelecek olmasına aldırmadan, OHAL rejiminde zulmün nasıl renk körü olduğunu, ve en yasadışı yollara nasıl yeniden – kalınan yerden – devam edildiğini haberleştirmiş.
Anlatılan, aslında, Osmanlı Ermenileri’nden itibaren tahrip kalıbı halini alıp koyulaşan, Kürtlerle halen sürmekte olan, ama yanlarına şimdilerde de bir dini cemaatin tabanını da ekleyen, sürekli iç düşman icat ede ede doyumsuzca gelişen bir toplu zulüm döngüsü.
Kimi mağdurları ya nefretten ya da korkudan görmeyen medya ortamında, şu kesin: bu ve benzeri iyi işlenmiş her haber, OHAL rejimi dönemindeki hak ihlallerinin tekrar demokrasiye ve hukuk devletine dönülmesinden sonra hesabının sorulabilmesi için tarihe düşülen kayıtlar.
Gerçek ve dürüst habercilik, hiçbir ayrım gözetmeden, mağdurun nefesi, sessizlerin sesi olmayı gerekli kılar.
Gerçek demokratlık, kendi kimliğinize ait veya yakın olanların değil, öncelikle ‘öteki’ mağdurun hak ve hukukuna sahip çıkmakla anlam kazanır.
Kendine demokrat olmak en ucuzu, en kolayıdır. Bu, Türkiye’yi kilitleyen bir hastalık.Hangi kimliğe ‘peki öteki mağdurun hali?’ diye sorduğunuzda bir yığın ‘ama onlar öyle de böyle de, öyle yaptılar böyle yaptılar’ gibi, hiçbir hukuki temele dayanmayan kolaya kaçış edebiyatları duyarsınız.Hukuk mantığına dayalı olmayan hikayelerle kendini avutan, sadece kendisine ait mağduriyetlere dikkat çekmekle demokrasiye ulaşılacağını sanan bir zihniyet.
‘Onlar bizim haklarımıza sahip çıkmıyorsa biz niye onlarınkine çıkalım?’ derler.’Onlar çıkmadılar, çıkmıyorlar, çıkmayacaklar’ derler. Kürt’ten de, Cemaat’ten de, Sol’dan da, Sağ’dan da, Alevi’den de şundan da bundan da hep bu yorucu ezberi duyarsınız. Mesele bunu demeden, demokratlığın gereğini yapmak, ve bir karşılık beklememektir, ama burası Türkiye’dir işte Burada her sosyal grup kendisinin en üstün, tek haklı ve şaşmaz öncü olduğuna inanır.
Ve geline geline, ‘bin yıl sürecek OHAL’ düzenine gelip dayanılır.
İşin şaşılası yanı, cehennem paraşütle indiği halde, hala aynı kör ezberlerin ısrarla tekrarlanmasıdır.
Kimse kimseye ‘ama onlar da…’ demesin.
”Çağdaş maddi ceza hukukunun en önemli ilkelerinden biri suç ve cezanın şahsiliği ilkesidir. Bu kural gereğince, kişi ancak kendisinin işlediği fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilir, başkasının işlediği fillere iştirak etmedikçe sorumlu tutulamaz.”
Burada birtakım ‘suçlar’ üzerinden kimlikler, sosyal gruplar topyekun düşman ilan ediliyor ve hepsinin topluca suçlu olduğunun ispatı için kıvrım kıvrım kıvranılıyor; ‘suç’ üzerinden günah keçisi ilan edilanlere her türlü zulüm makul ve meşru görülüyor.
Bu ülkede insan insana eziyet ediyor, hem de en beterinden.
Aloo?
Ve gelinen nokta.
Ben lafı uzatmayayım da, en iyisi İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan anlatsın.
Cumhuriyet’e geçenlerde verdiği mülakatta, yeni İHD raporunu anlatırlen şunu söylüyordu Öztürk Bey:
”2016 raporunu nisan başında açıklarken “99’dan bu tarafa en ağır hak ihlali raporunu açıklıyorum” demiştim ama önceki başkanımız Hüsnü Öndül ‘Eski OHAL dönemi dâhil en çok ihlalin olduğu dönem’ diye uyarmıştı. Tutuklu gazeteciler, belediye başkanları, milletvekili sayısına baktığımızda Hüsnü Abi haklı. Bu İHD kurulduğundan bu yana gördüğü en ağır tablodur diyebiliriz. Savaş tablosu 90’lı yılların sayılarına ulaşmamış olabilir ama ona yakın bir noktada maalesef.Zaten bunun sonucunda Avrupa Konseyi siyasi denetime aldı Türkiye’yi.
Yargısız infaz kategorisinde çok ciddi bir ihlal var. Güvenlik görevlilerinin öldürme fiilleri, dur ihtarına uymama ve sokağa çıkma yasaklarında çok ortaya çıktı. Sivillerle ilgili kısmı bu. İşkence ve kötü muamele iddialarında, kişi özgürlüğü hakkının ihlali yani keyfi gözaltı ve tutuklamalar had safhada. İfade özgürlüğüne yönelik engelleme ve cezalandırma pratiği, yani gazeteciler başta olmak üzere düşünceleri nedeniyle insanların tutuklanması.
Vahim gelişmelerden biri de 2004’ten beri yaşanmayan gözaltında kayıp iddialarının yeniden gündeme gelmesi. Darbe teşebbüsünden sonra kamuoyuna açıkladığımız 11 kaçırılma iddiası var. Devlet içinde bir birim buna yönelmişse bu ciddi bir problemdir. Biz sosyal medyaya yansıyan bilgilerden hareketle bu sayıyı hükümete, Meclis’e ve BM’ye bildirdik. Meclis İnsan Hakları Komisyonu bu konuyla ilgilenmeye başladı.”
Ve konuyu en önemli noktaya getiriyor Türkdoğan, ”Bu ihlalleri yapan kamu görevlilerinin yargılanabilmesi mümkün oluyor mu?” sorusu üzerine:
‘‘Türkiye’deki adaletin yerine gelmesinde en büyük engellerden biri cezasızlık politikası. Bu politika sık sık askeri darbe pratiği yaşandığı için devlet politikası olmuştu zaman içinde kültür haline geldi. AB reform sürecinde devlet bu politikayı terk etme eğilimine girdi ama çatışmalar başlayınca yeniden devlet politikası haline geldi.KHK’lerle kamu görevlilerine OHAL işlemleri ile ilgili tam bir cezasızlık hükmü getirildi. Devlet suç işleyen görevlileri koruyor, birine güçlükle dava açıldığında ise delil toplanmıyor ve sürüncemede bırakılıyor.”
Mesele budur.
Türkiye eğer ‘kapanmamış insanlık suçu dosyaları’ mezarlığı ise, ki tartışmasız öyledir, bunun sebebi, hangi dönem olursa olsun, o döneme hakim olan güçlerin ve işbirlikçilerinin işlediği suçların yanlarına kar kalmasıdır.
Evveliyatı zaten malum ama alın şu AKP dönemini. Ergenekon, Balyoz, faili meçhuller, ‘kaybetmeler’, siyasi cinayetler, hangi dava kamu vicdanını tatmin edecek şekilde kapandı? Hangi kirli sayfalar temizlendi?
Var mı bir tek olumlu örnek?
Yok.
Peki, yapanın yanına kar kalmasına en büyük katkı nereden geliyor?
Az önce andığım şey: farklı kimliklerin, asıl karar verici ve sorumluya yüzünü dönmek yerine, faturayı beğenmediği kimliklere çıkarmasından geliyor. Bugünkü cadı kazanının, Kürtler ve Cemaat tabanının hedef alan hukuktan yoksun sürek avının en büyük kazananı, elleri kana ve yolsuzluklara bulanmış olan çevrelerdir. Ellerini ovuşturuyorlar, ‘bir kez daha yırttık, üstelik iktidara da yeniden fikirlerimizi getirdik’ diye.
Sizler türlü bahaneler, ezberler ve efsanelerle birbirinizi yemeye devam edin.
Bundan sonra da suçlar işleyenlerin yanına kar kalmaya devam ediyorsa, hiç şaşmayın.
Kabahat sizdedir.
Olan, BBC haberinin ışık tuttuğu üç cemaat mensubunun veya hakim barbarlığın yerinden ettiği yarım milyon Kürt ahalinin veya başka milyonlarca insanın hayatının karartılmasıdır.
Yaralı bir toplum bu; iç kanaması durmayan, derinlikte olanları idraktan yoksun, kendisiyle meşgul bireyleri güvensiz, kuşkucu ve huzursuz.
(Kaynak: Artı Gerçek)