[Ekrem Dumanlı]
Zor bir dönemden geçiyoruz çoook zor bir dönemden.
Öyle bir zor dönem ki, kırk yıllık ahbabınız utanmasa sizi hiç tanımadığını söyleyiverecek.
Öyle bir feleğin çemberinden geçiyoruz ki onlarca yıl mesai yaptığınız kişiler neredeyse “sanırım bir iki kere görüştük; hepsi o kadar.’ diyecek.
Öyle çetin bir sınavda buram buram terliyoruz ki arkadaş deyip bağrınıza bastığınız, ‘Bu adam’ diye başlayıp kıvrak kelimelerin arkasına saklanacak ve ahir zaman koru gibi bir ateşi ilk gördüğü kişinin avuçlarına bırakacak.
Öyle karanlık bir zaman dilimi ki sırf müstakbel ve muhtemel iftiralardan sıyrılıp bir oh çekebilmek için birileri ‘ben o devirde de hata yapıldığını söyledim ama dinlemediler’ gibi palavralardan medet umacak. Hatta bazı gerçekleri söyleyebilmek için önce size küfredecek ki kendini güvende hissedebilsin…
Velhasıl-i kelam, zor bir dönem zooor.
Başkasına bir şey demektense nefsinizi yerden yere vuruyor, ‘keşke!’ ile başlayan fırtınalar sonunda ‘yolun kaderi’ne demir atıyorsunuz. Çünkü kızamıyorsunuz, küsemiyorsunuz, gönül koyamıyorsunuz baskı altındaki dostlarınıza. Zulüm o kadar vahşi, zalim o kadar gaddar ki! Bin dereden su getirip ‘Belki böyle demek zorunda bırakıldılar, belki ailelerini korumak için kendilerini feda ettiler’ gibi bahaneler uyduruyorsunuz kendi kendinize. Her gün yeni bir yara alıyor, her gün eski yaraları sarabilmek için isyan ile nisyan arasında met-cezirler yaşıyorsunuz sürgün diyarlarında…
Bir de mesleki dostlukların vefasız tükenişlerle heba edildiğini görüyorsunuz. Aslında tanımadığınız, konuşmadığınız, fikir alışverişinde bulunmadığınız medya yöneticisi, köşe yazarı, akademisyen yok gibi. Kimiyle benzeşiyor düşünceleriniz, kimiyle çatışıyor; ama hep saygı içinde cereyan ediyor ilişkiniz. Ne var ki Firavunvari bir baskı karşısında ‘Hiç tanımam’ diye kıvrıldıkça kıvrılıyor birileri. Bazen de ‘Tanırım ama her zaman karşılarında durdum’ diyerek kendini garanti altına alma çabası sarf ediliyor. Kelimeler boğazınıza düğümleniyor sürekli ve diyemiyorsunuz anlı şanlı insanlara ‘Ayıp değil mi, ayni mesleği icra ederken bin kez haberleştik, konuştuk, dertleştik. Bunun neresinde suç var ki bir cinnet seylabına boyun eğiyorsunuz’.
Sıra destancının kendine geldiğinde Deniz’ler eriyor, Hikmet’ler tükeniyor…
Bir de ağzını her açtığında devrimci cesaretinin siluetini sözcüklerle çağıran meslektaşlarınız var. Deniz Gezmiş’lerden bahsederken içlerinin yanıp yakıldığını tenasüh akidesinden medet umup o ruhu kendi bedenine davet ettiğini zannediyorsunuz. Ahmet Kaya’nın gurbetteki ölüme yürüyüşünü anlatan titrek ses, sizi alıp Nazım Hikmet’in sürgün yıllarına götürüyor kimi zaman. Duygudaşlık oluşuyor aranızda. Hele söz sırası Sabahaddin Ali’nin yurt dışına ‘kaçmak’ zorunda bırakılmasına, devlet zırhına bürünmüş katiller tarafından katledilmesine gelince yüreğinizin ezildiğini hissediyorsunuz. Ne var ki sıra destancının kendine geldiğinde Deniz’ler eriyor, Hikmet’ler tükeniyor. Ve saydırmaya başlıyor ayni kaderin paydaşlarına…
Feleğin çemberini tersine çevirecek bir adam arıyor gözleriniz. Tarih huzurunda. Sesi ta kadimden beri duyulan ve “Ey kavmim!’ diyerek dile getirdiği gerçeklerle yürekleri hoplatan bir cesur adamı bekliyorsunuz. Zalimlerin örsü altında ezberletilen söylemleri, bin bir mazeretle meşrulaştırılmaya çalışılan vefasız eylemleri alt üst edecek bir adam. Tıpkı vaktiyle çıkar hesaplarının kölesi haline gelmiş, biriktirdiği serveti yerin altına gizlice gömen güruha karşı söylendiği gibi “Sizin taptığınız şey, ayağımın altındadır!’ diyecek bir yiğit adam arıyor vicdanınız.
Ve karşınıza Ahmet Altan çıkıyor birden…
Herkes şaşkın. Düşmanları bile gıpta ile bakıyor bu korkusuz adama.
Benim için hiç de sürpriz değil o onurlu duruş. Mahkumken hükmettiğine ilk kez tanık olmuyorum çünkü. Beyin yıkama teknikleri ile ezberletilen öğretilere, bağlamından koparılarak üretilen kutsamalara ilk kez baş kaldırmıyor ki! Mazlumun yanında ilk defa yer almıyor ki! Zalimin karşısına ilk kez çıkmıyor ki! Celladının yüzüne gerçeği ilk kez tükürmüyor ki!
Aylardır hapishanelerde çürütülen binlerce mazlumun sesi oldu Ahmet Altan. İddianamelerdeki akıl yoksunluğuna dikkat çekti veciz ifadelerle. Despotik bir emir gereği masum insanlara atılan ‘darbeci’ iftirasını yüzlerine çarptı kelimelerle. Adalet kavramının nasıl yıpratıldığını, hukukun nasıl ters yüz edildiğini ispat etti somut örneklerle. Mahkemede söyledikleri bugüne kadar yazdıklarının ete kemiğe bürünmüş haliydi. Verdiği özgürlük mücadelesinin tecessüm etmiş sekliydi. Her devirde kılıktan kılığa girerek bireyi ve toplumu esir almak isteyen egemen güçlere karşı duruşunun son fotoğrafıydı.
Bir manifesto yayınladı Ahmet Altan mahkeme salonunda. Ve o manifesto ile herkesi demokratik direnişe davet etti. Bu tür kalıcı metinler, hemen anlaşılamaz. Üzerinden belli bir zamanın geçmesi, hadiselerle test edilmesi, sis perdelerinin dağılması gerekir çoğu kez. Bugünkü alaca karanlıkta bile Altan’ın mehip silueti seçilebiliyor. Ve o siluet, zalimlerin kalbine korku salıyor. Ve Araf’ta duran insanlara da bir mesaj veriyor derinden derine; korkmayın diyor, dürüst olun diyor, bugünler de geçer diyor, hukuk ve adalet geri döner diyor, bugün söylediklerinizle yarın mahcup olmayın diyor, ezberletilen kalıplara boyun eğmeyin diyor.
Bir de şahsımı ilgilendiren bir değerlendirme yapıyor ve mahkeme kayıtlarına geçiriyor Altan. “Benim Alaattin Kaya’yla, Önder Aytaç’la bir ahbaplığım yoktur ama Ekrem Dumanlıyla vardır.’ diyor ve şöyle devam ediyor: “Ekrem, edebiyattan, sinemadan, bokstan, futboldan, benim de sevdiğim bu konulardan anlayan ve hoşlanan bir gazetecidir. Onunla sohbet etmekten her zaman hoşlandım. Bir iki kere buluşup yemek yedik, bir kere de beraber Beşiktaş maçına gittik.
Ekrem Dumanlı’yla telefonda konuştuğum için üç müebbedi hak ediyorsam Beşiktaş maçına gittiğim için herhalde elli kere falan müebbedi hak ediyorumdur.
Biz konuştuğumuzda ben Taraf Gazetesi’nin genel yayın müdürüydüm, Ekrem de Zaman Gazetesi’nin genel yayın müdürüydü.
Ben o sıralarda sadece Zaman’ın değil Sabah’ın, Star’ın yöneticileriyle de konuşuyordum…”
Ben de aynı cevabı verirdim…
Şayet subliminal davada bana Ahmet Altan sorulsaydı, ben de aynı cevabı verirdim. Ahmet Altan geç tanıdığım, tanımakla kendimi bahtiyar hissettiğim, sohbetine ve arkadaşlığına doyamadığım mert, cesur bir dostum, meslektaşım, ağabeyim. Saatlerce konuşmuşuzdur onunla. Şiirden edebiyattan, romandan, sinemadan, tiyatrodan, spordan muhabbet etmişizdir hep. Yakın tarihe ve coğrafyamıza yaklaşımlarda görüş ayrılıklarımız her zaman olmuştur; ama sohbetimize heyecan katan da o farklılıktır zaten. Bu dostluğu farklılıktan korkan yobaz kesimler asla anlayamaz. Kendi gerçeğini herkese dayatmak isteyen faşistler de idrak edemez değişik düşüncelerin dostluklara mecra olmasını. Bilemezler ki farklı hayat tarzlarını buluşturan, demokratik haklara dair beslenen güzel rüyalardır. O rüyanın pesinden koşmayan, vesayet sistemine baş kaldırmanın darbeciliğin her türlüsüne lanet okumanın erdemini bilemez ki…
Meselenin aslına dönecek olursak; herkes bilmeli ki ne Altanlar bir suç işledi ne de diğer mahpus ve sürgün gazeteciler. Bir despot zihniyet, milyonlarca insana suç uydurdu. Ve ülkenin sırtına bir deli gömleği giydirebilmek için kontrollü krizlerle kanlı oyunlar sahneledi.
Ve yine herkes bilmeli ki fikir çoraklığı içinde kavrulan bu ülkenin üretken ve özgür aydınlarına darbeci diyenin bizzat kendisi darbecidir. Ahmet Altan mahkemede bu gerçeği haykırdı. Bugün bu hakikat, sağır basının geçiştirmelerine maruz bırakılsa da, suskun medyanın pısırık satir aralarında saklansa da, yarınlarda dalga dalga çağlayacak. Ve bu ülkenin özgürlük mücadelesinde açılan bu sayfa asla unutulmayacak.
Zaten zor dönemleri aşmanın yolu da bu değil mi…
(TR724)