[YAVUZ BAYDAR]
Merkezi New York olan Eurasia Group’un (bizdeki Avrasya isimli olanlarla karıştırılmasın) Münih Güvenlik Konferansı’nda dağıtılan ‘2017’nin En Büyük Riskleri’ raporunda 8’inci sırayı Türkiye işgal ediyor. Bana sorarsanız, sonuçlarının etrafa yayılma kabiliyeti bakımından ilk beşe girmeyi dahi hak eden bir ülke haline geldiğimiz kesin.
(…) Eurasia Group raporu gayet net; şüpheye yer bırakmıyor. Diplomatik bir dille yazıldığı için Türkiye’nin 7 Haziran 2016 genel seçimlerinden bu yana nasıl bir kandırmaca sarmalıyla altüst edildiğini, arka planı hala kapkaranlık olan 15 Temmuz darbe girişimi ardından kabartılan dolduruş dalgasının başarısıyla Türk-İslam Sentezi başlığı altında nasıl muazzam bir sosyopolitik mühendislik projesinin uygulamaya konduğunu, ve nihai hedefin nasıl bir ala Turka Faşizm olduğunun yorumunu okuyuculara bırakıyor.
16 Nisan’da, 1934’ün pek çok bakımdan kopyalanarak uygulanacağı, Türkiye’yi iyice dibe vurduracak bir senaryo gerçekleştirilecektir.
Benzetmek gibi olmasın, moralleri bozmak istemem, ama gerçekçi olmak şart, ki herkes hayale kapılmadan düşünsün:
Süreç, 1933-34 Almanya’sındakiyle akla fikre zarar benzerlikler taşıyor.
Şubat 1933’teki arka planı kapkaranlık Reichstag (Alman Meclisi) Yangını ile hızlanan, Ağustos 1934’te cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık yetkilerinin Adolf Hitler’de toplanmasıyla sonuçlanan bir süreçten söz ediyorum.
16 Nisan’da referanduma giderken Evet-Hayır arasında asimetrik bir kavgaya sıkışan Türkiye’de düşünenler için en basit hatırlatmayı, Wikepedia’nın “1934 Almanya Referandumu” başlıklı özetiyle yapayım:
Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg‘ün ölümünden on yedi gün sonra düzenlenen referandum. Nazi Partisi referandum ile, Adolf Hitler‘in tüm siyasi güçleri tek elde toplamasını amaçladı. Referandum seçmenlere dönük yaygın bir baskı atmosferinde gerçekleşti ve çıkan “evet” sonucu Hitler tarafından Almanya’nın de-facto Devlet Başkanı olarak gerçekleştireceği işlemlere dayanak olarak kullanıldı. Gerçekte Hitler, referanduma konu makamları ve yetkileri referandumdan önce halihazırda (ve yasadışı olarak) elinde toplamıştı ve referandumu bu durumu meşrulaştırmak için kullanarak, Führer ve Reichskanzler (Führer ve Şansölye) unvanlarını aldı.
Referandum’da onaya sunulan soru şöyledir:
Cumhurbaşkanlığı makamı, Başbakanlık makamı ile birleştirilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın tüm yetkileri ile Başbakanlığın yetkileri Führer ve Şansölye Adolf Hitler’de toplanmıştır. Vekilini kendisi atayacaktır. Alman erkeği ve Alman kadını, bu Yasa ile öngörülen bu düzenlemeyi onaylıyor mu?
Hükümet geniş bir “evet” oyu ile sonuçlanması için referandumda yaygın bir bastırma, sindirme, korkutma, sansür ve seçim hilesine başvurdu.
Buna, Sturmabteilung üyelerini oy kullanma merkezlerine yerleştirmek ve kulüpleri ve toplulukları Nazi fırtınası askerlerinin eşliğinde oy kullanma merkezlerine getirerek ve açık oy vermeye zorlamak da dahildi. Bazı yerlerde oy kullanma kabinleri kaldırıldı veya “yalnızca hainler buraya giriyor” yazan afişler gizli oy kullanılmasını önlemek için girişlerine asıldı. Buna ek olarak, birçok oy pusulası “evet” oyuyla önceden işaretlenmiş, geçersiz oy pusulaları sıklıkla “evet” oyu olarak sayılmış ve pek çok “hayır” oyu referandum sorusunun lehine kaydedilmiştir.
Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamlarının birleştirmesine verilen destek, resmi rakamların % 96’sının lehte oy kullandığını gösteren Doğu Prusya‘da büyüktü. Kentsel alanlardaysa destek en düşüktü.
Seçmen üzerindeki baskının kapsamı “evet” oyunun boyutunu etkiledi.
Tarihçi Ian Kershaw, oylama sürecindeki manipülasyon hesaba katıldığında dahi, “sonuçların o sırada Alman halkının büyük çoğunluğunun Hitler’e olan hevesli desteğini yansıttığını” belirtir.
Benzetmek gibi olmasın ama, durum bizdeki kargaşadan farklı değil.
Belki en önemli farklılık, “evet” yanlılarının organize çeteler halinde (henüz) sokağa dökülmemiş olması. Ama baskının yoğunlaşması için buna da gerek kalmayabilir: OHAL muhalefetin sindirilmesi ve Hayır ortamının olgunlaştırılması için şu ana kadar AKP’nin işine mükemmel şekilde yaradı.
Ama elbette ki şimdilik münferit görünen hadiseleri – mesela Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin kundaklanması – aralanan bir kapı olarak değerlendirmek mümkün.
Ayrıca AKP’nin Manisa ve Avusturya teşkilat yöneticilerinin “Hayır kazanırsa iç savaş çıkar” tehditlerinin yankıları son bulmadan, (Cumhuriyet’in aktardığı) “Erdoğan’ın dünürü AKP milislerini seferber ediyor” başlıklı haber, ülke çapında epeydir süren gizli silahlanmanın neyi amaçladığını anlamaya yetiyor. Dünürün kurduğu iddia edilen “Kardeş Kal Türkiye” grubunun amacı, “halkı en kısa zamanda sokağa dökmek” olarak açıklanıyor. Habere göre, geniş kapsamlı whatsapp ağı, siren ve internet sistemleri, hoparlör ve GSM bağlantıları kurulmuş.
Bu açıdan bakıldığında, 15 Temmuz gecesi sokağa çıkanların da AKP’nin gözünde “iktidarın korunması” amaçlı olarak, bir nevi “kostümlü prova” olarak anlamak gerekebilir.
Yani, ortada bir “fedai grupları” kurma çabası var, bu çabalar hızla pratiğe dönüşmüş vaziyette.
Buna ayrıca SADAT namıyla maruf “paralel ordu” yapılanmasını ve arkadaşımız Çiğdem Toker’in bazıları erişime engellenen “Partizan Özel Güvenlik” oluşumlarına dair haberleri de ekleyelim.
Bakın Toker ne yazmıştı, 17 Ocak tarihli ‘Varlık Barışı Diye Bir Fondöten’ başlıklı köşesinde:
”Yıllar itibarıyla, en istikrarlı artış gösteren farklı harcama kalemlerinden biri taşıtsa, diğeri de “özel güvenlik harcamaları”. Hani terör örgütünün Çağlayan Adliyesi’nde rehin alınarak şehit edilen Savcı Mehmet Selim Kiraz olayında, kaldırılacağı söylenen, en fazla alımın yapıldığı Akdeniz Güvenlik şirketini anlattığım yazımın erişimin engellenmesi kararına konu olduğu şirketler. Geçen yıl özel güvenlik şirketlerine, bütçeden 1.5 milyar TL ödendi.
Bu, 2013’te 534 milyon TL olan harcama kaleminin, dört yılda üç katın üzerinde bir artış gösterdiği anlamına da geliyor.
Üstelik devlet tekelindeki güvenlik harcamalarının arttığı bir zaman diliminden söz ediyoruz. Yine son iki yıl karşılaştırmasından örnekleyelim:
2015’ten 2016’ya toplam bütçe harcamaları yaklaşık yüzde 15 oranında artarken, kamu düzeni ve güvenlik hizmetlerine ayrılan pay yüzde 21 oranında artmış.”
1934 ve 2017 benzeşmesinin daha net anlaşılması için, Şubat 2017 Türkiye’sinden bazı parçaları resmin içine yerleştireyim ki, ülkenin başına örülen çorabın markası anlaşılsın:
- 2014 başından bu yana kemirile kemirile hiçleştirilmiş, sıfıra eşitlenmiş bir hukuk düzeni; iflas ettirilmiş bir adalet mekanizması
- 7 Haziran sonrasında türlü zaaflarıyla kurnazca oynanarak manipüle edilmiş, kendi saplantıları içinde rehin kılınıp daha geniş bir muhalefet cephesine kanalları kapatılıp “zoraki/alık mütteffik’e çevrilmiş bir ana-muhalefet partisi (CHP)
- Yoğun antipati duyulan Gülen Cemaati’nin tabanıyla vs.. topyekun şeytanlaştırılıp bir sosyal mühendislik aracına dönüştürülmesinin asli ve gizli hedeflerini okumaktan aciz bir laik-sol sivil muhalefet..
- Ülkedeki terörün ve dehşetin kökeni olarak zorla algılatılan Kürt Siyasal Hareketi’nin tabanıyla vs topyekun şeytanlaştırılması ve agresif Türk milliyetçiliği karşısında kırılgan hale getirilmesinin asli ve gizli hedeflerini okumaktan aciz laik-merkez sağ muhalefet
- Bu son ikisine bağlı olarak, HDP-BDP-KCK tutuklamalarına, Kürt tabana zulme; ayrıca Hitler ve Stalin dönemlerini hatırlatan kitlesel Cemaat yargılamalarına dair geniş laik ve merkez sol-sağ muhalif kesimlerin “sessiz kabulünü”, “evet” oyu için veri olarak çantada keklik sayan bir AKP iktidarı
- Kökü kurutulmuş bir medya
- Silahlanma
- Kilit mekanizmaları Saray ve iktidara hizmet yönünde yeniden yapılandırılmış devlet kurumları
- Dinin hiçbir engel tanınmadan ana siyasi unsur olarak kamun alanında kullanımı
- Korku, korku, korku
Tablo budur.
Eğer sezgilerim beni yanıltmıyorsa, 16 Nisan’da, 1934’ün pek çok bakımdan kopyalanarak uygulanacağı, Türkiye’yi iyice dibe vurduracak bir senaryo gerçekleştirilecektir.
Bu tablo gündelik adımları değil, çok daha uzun vadeli, stratejik bir sivil muhalefet hazırlığı gerektiriyor.
Umutlu muyum?
Maalesef hayır…