[Faik Can]
Zaten ayetin devamında, “İstikametten çıkıp taşkınlık yapmayın. Muhakkak ki Allah yapageldiğiniz her şeyi görmektedir.” şeklinde taşkınlıktan nehyin çoğul sigasıyla gelmesi de bu hususa işaret eder. Ayet-i kerimede, istikamet emredildikten hemen sonra taşkınlıktan sakındırmanın zikredilmesinde şöyle bir nükte de vardır: İstikametini kaybeden bir insan yavaş yavaş çizgiden çıkar ve hür türlü zulmün ortağı ya da şakşakçısı olur. Çünkü hemen ardından gelen ayet-i kerimede “Zulmedenlere küçük bir temayülle dahi olsa eğilim göstermeyin. Yoksa ateş size dokunur. Aslında sizin için Allah’tan başka hiçbir yardımcı ve sizi sahiplenecek hiçbir güç yoktur. Sonra O’ndan da yardım göremezsiniz.” (Hûd Sûresi, 11/113) buyrularak, Müslümanlara, azıcık dahi olsa zalimlere asla meyletmemeleri gerektiği ikazı yapılmaktadır.
Hangi seviyede olursa olsun zulmeden bir insana meyletmek, ateşin insana dokunması için, Kur’an’da yeterli bir sebep olarak gösteriliyor. Çünkü ayette buyurulduğu gibi zalime meyletmenin altında Allah’tan çok o zalimden korkmak gibi bir iman zaafı yatıyor.
‘İMANLARINA ZULÜM BULAŞTIRMAYANLAR’
Zulüm Kur’an’ın en çok sakındırdığı hususlardan biridir. Bu kelime sadece kâfir ve münafıkların yaptıkları haksızlık ve taşkınlıkları değil bir kısım Müslümanların yaptıkları yanlışlıkları ifade için de kullanılır. Demek ki, istikamet kaybı her türlü zulme teşne olma ve zalime alkış tutma gibi bir zilleti de beraberinde getiriyor. Uyarının kâfirlere meyille ilgili değil de zalimlere meyletmekle ilgili gelmesi de üzerinde ayrıca düşünmeğe değer bir husustur.
İman ettikten sonra istikameti korumak ve imanı zulümle kirletmemek büyük yiğitliktir. Allah o bahtiyarları hususi himayesine alacak ve zalimlerle onların kuyruğu haline gelmiş zelillere onları yem etmeyecektir: “İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır.” (En’âm Sûresi, 6/82)
İman Allah’ın ihsan ettiği öyle kıymetli bir cevherdir ki, insanın en büyük derdi o cevhere pislik bulaştırmamak olmalıdır. Ancak maalesef bunu başarabilenler çok azdır. Allah’a verdiği istikamet çizgisi üzerinde kalamamak, hayatı nefsin doymak bilmeyen hırslarıyla şeytanın tuzakları arasında preslenerek yaşamak insanı her türlü kötülüğe açık hale getiriyor. Kelime-i şehadet getirmiş olmak, namaz kılmak, eşinin, kızının başörtülü olması, ölümlerine sebep olduğu şehitlerin cenazelerinde Kur’an kıraati şovu yapmak zalim olmaya engel teşkil etmiyor.
Hangi seviyede olursa olsun zulmeden bir insana meyletmek, ateşin insana dokunması için, Kur’an’da yeterli bir sebep olarak gösteriliyor. Çünkü ayette buyurulduğu gibi zalime meyletmenin altında Allah’tan çok o zalimden korkmak gibi bir iman zaafı yatıyor. “Aslında sizin için Allah’tan başka yardımcı ve sizi sahiplenecek bir güç yoktur” ikazıyla, meyletmenin Allah’ı unutup zalime yönelmek manasına geldiği hatırlatılıyor. Zalime meyledenin Allah’tan kopacağı ve O’nun inayetinden mahrum kalacağı vurgulanıyor.
Meyletmek “ateşin dokunması” için yeterli ise, yapılan zulmü görmezlikten gelerek zalimlerle beraber oturup kalkmak, sofralarında oturup pozlar vermek, onlara yaltaklanmak, hak etmedikleri hilafet, ümmetin liderliği gibi payeleri bol keseden dağıtmak ahirette nasıl karşılık bulacaktır!
MEYLETMENİN ÖTESİNE GEÇMEK
Meyletmek “ateşin dokunması” için yeterli ise, yapılan zulmü görmezlikten gelerek zalimlerle beraber oturup kalkmak, sofralarında oturup pozlar vermek, onlara yaltaklanmak, hak etmedikleri hilafet, ümmetin liderliği gibi payeleri bol keseden dağıtmak ahirette nasıl karşılık bulacaktır!
Bugün yaşadıklarımıza bakınca Müslümanların çoğunluğunun meyletmenin ötesinde zalimin bütün zulümlerine ortak olurcasına onunla iç içe geçtiklerini görüyoruz. Kendine âlim diyenlerin, nasıl bir savrulmayla ateşe doğru yuvarlandıklarına şahit olmak da kahreden bir durum. Kur’an’ın ahkâmına ve hadislere vakıf olmak, kendini müçtehid sanacak kadar fıkıh ilmi bilmek, yaşının seksen küsura dayanması, yüzünde sakalların olması da zalime meyletmeye, zulme ortak olmaya hatta zulmün fetvasını vermeye mani olmuyor.
Elli yıldır içinde biriktirip büyüttüğü hasedinin esiri olmuş zavallı bir ihtiyar, ahir ömründe hasenatını seyyiata tebdil edecek yanlışlara imza atıyor. Bütün izzetinin, itibarının yerlerde sürünmesine aldırmadan her yazısında yeni bir zulme fetva üretmekten çekinmiyor. Fetva dediği hezeyanlarıyla Allah’a, Resûlullah’a, selef-i salihine, koskoca bir İslam geleneğine ve dilinden düşürmediği ümmete ihanet ediyor. Herkesten iyi tanıdığı masum insanlara iftiranın bin bir çeşidini atarken, namazsız, abdestsiz trol sürülerine “savaşta adi suçların cezası verilmez” diyerek onları tecavüz, hırsızlık, kapkaç, adam öldürme gibi suçlara teşvik ediyor.
“Beraet-i zimmet asıldır” yani suçu ispatlanıncaya kadar her fert suçsuzdur kaidesini belki binlerce defa tekrar etmiştir ama bugün unutmuş görünüyor. Yüzbinlerce masumu suçlu ilan edip bir de örgüt yaftasıyla mahkûm ediyor. “Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenemez” (Necm, 38) ilahi beyanını sanki bilmiyor. Kocası bulunamadığı için tutuklanan eşlere, Hocaefendi’nin akrabası olduğu için zindana atılanlara, ömrü boyunca binlerce talebeye burs verip okuttuğu için mallarına el konan tertemiz insanlara yapılanları ve daha pek çok zulmü meşru görüyor.
Daha önce de sözümona “Ümmetin menfaati için bir şahsın, bir grubun ve hatta bir coğrafyanın feda edilebileceğini” söyleyerek faili meçhul cinayetler başta olmak üzere her türlü kanunsuzluğun alt yapısını hazırlamıştı. “Kızım Fatıma dahi hırsızlık yapsa cezasını veririm” diyen Nebiler Serveri’ni umursamamış ki, “Yolsuzluk, hırsızlık değildir” diyerek İslam içtihad tarihine geçecek bir rezilliğe de imza atmıştı. Sofrasında beslendiği iktidara oy vermeyenlere “ırgat” diyecek kadar yüreği sevgi dolu olan bu zata bakınca elimden “payandası olduğu zalimlerle beraber haşr olsun” demekten başka bir şey gelmiyor. (TR724)