‘Dejavu’

[Adem Yavuz Arslan]

‘Dejavu’ Fransızca bir kelime ve ‘yaşanılan bir olayı daha önceden yaşama veya görülen bir yeri daha önceden görmüş olma duygusu’ demek.
ABD’nin 45.Başkanı Donald Trump’un seçim kampanyası ve yemin törenini izlerken ‘Dejavu’ halindeydim. Özellikle de Başkan Trump’ın gazetecilerle olan ilişkileri bağlamında.
Kampanya süresince doğrudan gazetecilerle polemiğe giren, köklü medya kuruluşlarını hedefe koyan Trump, yemin töreninden sonra da medyayla savaşını sürdürdü.
Başkanlığının ilk gününde ziyaret ettiği CIA’de de gazetecileri suçlayıcı açıklamalar yaptı.
Her zaman yaptığı gibi ‘dishonest media’ ifadesini kullandı.
Yılların tecrübeli Beyaz Saray ve Washington muhabirlerini şok eden olay ise Cumartesi akşamüzeri yaşandı. Beyaz Saray’ın yeni basın sözcüsü Sean Spicer kameraların karşısına geçti.
Normal şartlarda ilk toplantı pazartesiydi ve Beyaz Saray’dan yapılan toplantı anonsu başkentte hareketlenmeye yol açmıştı.
Uzman gazeteciler, imzalanan bir başkanlık kararnamesi ya da radikal bir adımın haberini beklerken kameraların karşısına geçen Spicer gazetecileri azarlar bir tonda konuşup adeta fırça attı.
Trump, yemin törenindeki kalabalığa dair haberlerden rahatsız olmuştu. (Demek ki miting kalabalıklarının abartılmasını isteyen sadece bizim siyasiler değilmiş)
5 dakika 30 saniye konuşan Spicer açıkça doğru olmayan bilgiler de paylaşıp üstüne soru da almayınca ABD başkentinde ‘ne oluyoruz ?’ sorusu yüksek sesle sorulmaya başlandı.
Zorlandıkları muhakkak.
Zira basın özgürlüğü ABD’de çok hassas bir mesele ve ‘gazetecilere savaş açan bir başkan’ sıradan bir durum değil.
Biz Türk gazeteciler için yaşananlar “Daha bu ne ki?” kıvamında olsa da işaretler Trump’ın Erdoğan’ın ayak izlerini takip ettiği gibi bir izlenim veriyor.
Trump’ın düşmanlarını-rakiplerini şeytanlaştırıp onları komplo teorileri ile yıpratması Türk gazeteciler ve okurlar için çok ‘tanıdık bir durum’.
Trump’da Erdoğan gibi popülizm ve milliyetçilikten besleniyor.
Her iki lider de eleştiriye kapalı ve en küçük bir eleştiriye bile çok sert tepki veriyor. Trump’un Merly Streep’in isminden bile bahsetmeden yaptığı konuşmaya bile verdiği tepki herkesin malumu.
Trump tıpkı Erdoğan gibi ülkede ki kutuplaşmayı körükleyip istismar etme konusunda mahir.
Trump’un konuşmalarını dini motiflerle süslemesi ‘seçilmişlik’ vurgusu ise yemin töreninde zirveye çıktı. Öyle ki yemin esnasında başlayan yağmur bile ‘Trump’a ilahi destek’ olarak gösterildi.
Bir ara ‘Göklerden gelen ilahi bir karar var’ denmesini bekledim ama o kadar ileri gitmediler ya da o anda onu akıl edemediler.
En önemlisi, her ikisi de ifade özgürlüğüne ve farklılıklara saygı duymuyor. ABD medyasına göre Trump ‘çok kolay ve sıklıkla yalan söylüyor’.
Trump-Erdoğan benzerliklerinden birisi de sansür ve ‘yandaş medya’ kurma hevesi. Mesela daha görevinin ilk günü yemin törenine katılanlara dair bir tweet’i RT ettiği için Milli Park Servisi tweet atmaması için ‘uyarıldı’.
Fox TV’nin Trump karşıtı yorumcuları ile sözleşme yenilememesi, Beyaz Saray Sözcüsünün gazetecilere ne tür haberler yapmaları gerektiğini söylemesi, Beyaz Saray’dan gazetecilerin çıkarılması fikri gibi gündemler de gösteriyor ki Trump’ın medya ile olan kavgası bir seçim taktiği değil.
Dahası Başkan Trump’ın kendi medyasını kurma çalışmaları ABD medyasının gündeminde.
Trump-medya savaşı nereye gider kestirmek kolay değil. Çünkü ABD’de güçlü bir medya geleneği var. Üstelik herhangi bir reklam-ticari kaygısı olmayan ‘public’ radyolar ve televizyonlar yaygın.
Gazeteciler de muhalif bir duruş sergiliyorlar.
Mesela Beyaz Saray’da ki ilk basın toplantısına dair bir haberin başlığı “Spicer 5 dakikada 5 yalan söyledi” şeklindeydi.
ABD’li meslektaşlar bir yandan da ‘bu iş nereye gidecek?’ sorusuna cevap arıyorlar.
Erdoğan’ın Türk medyasını bitirmesine şahit olmuş bir gazeteci olarak fikrimi soranlara “Ben bu filmin sonunu biliyorum. Gazeteciler için iyi bitmiyor” dedim.
Tabi biz Türk gazetecilerin düştüğü hataya düşüp “21.yüzyılda yaşıyoruz, bu devirde kimse medyayı kontrol edemez, sansür uygulayamaz” diyenler de yok değil.
Oysa ki Francis Fukuyama’nınAmerikan Demokrasisi Trump için yeterince güçlü mü?” başlıklı son makalesinde de yazdığı gibi o çok vurgu yapılan ‘güçlü Amerikan kurumları’, bizzat o kurumlara meydan okuyan güçlü bir lider tarafından test edilmedi.
Yani Trump’un nasıl bir başkan olacağı, neler yapacağı bilinmediği gibi medya ile olan kavgasının nereye varacağı belirsiz.
Gelelim meydanlarda gördüklerime.
Hem Trump’ın yemin töreni hem de ertesi gün yapılan protesto gösterilerini yerinde izledim.
Her iki kesimden kişilerle konuştum, meydanları gözlemledim.
Uzun analizler yazılabilir fakat özetle söylemem gerekirse her iki olay da ayrı birer sosyolojik tabanı işaret ediyor.
Trump destekçileri ‘Beyaz, milliyetçi, dindar ve yabancıları sevmeyen’ bir kitle. Neredeyse tek tiptiler. Siyahî ya da çekik gözlü kimse var mıydı bilmiyorum varsa bile ben rastlamadım.
Trump destekçileri nasıl tek tip ise ertesi gün yapılan kadın yürüyüşü ve protestolar da o kadar renkliydi.
Her görüşten, her yaşam tarzından yüz binlerce kişi Washington sokaklarını doldurdu ki meydanların dili olayın basit bir protesto olmadığının deliliydi.
İyi eğitimli, duyarlı ve en önemlisi protest bir kitle vardı meydanlarda. Dünya da giderek yükselen ‘anti demokratik lider ve yönetim tarzı’na yönelik tepkinin, biriken gazın hafife alınmaması gerektiğini gösteren bir eylemdi.
Şahsen bu gösteriden alınması gereken dersler olduğu kanaatindeyim.
Mesela organizatörlerden Gloria Steinem, Trump’a hitaben “Ey Trump, eğer Müslümanları kayda zorlarsan hepimiz Müslüman olarak kaydolacağız” dedi.
Konuşmayı dinlerken şunu düşündüm;
Acaba Türkiye’de ki İslamcılar, hâkim sınıf, azınlıklara yada gayri Müslimlere yönelik böyle bir ifade kullanabilir mi?
Mesela Erdoğan rejimi Hıristiyan ya da Yahudilere haksızlık ettiğinde İslamcılar, dindarlar ayağa kalkıp “Hepimiz Hıristiyan’ız, Hepimiz Yahudi’yiz” der mi?
Diyebilir mi?
‘Farklı düşünen, inananın’ hapse atıldığı şu günlerde bu sorum fazla naif kaçabilir fakat bu soruyu sormak, en azından düşünmek şart.