[Adem Yavuz Arslan]
Henüz Karadeniz Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğrencisi olduğu dönemlerde Erhan Tuncel ismini bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu.
Ta ki Hrant Dink cinayeti ile gündemimize girecek olan Yasin Hayal’in McDonald’s bombalamasına kadar.
Trabzon/Pelitli özelinde bir ‘hareketlenme’ olduğunu fark eden Trabzon polisi, Erhan Tuncel’i ‘yardımcı istihbarat elemanı’ olarak devşirdi. 2004 Aralık ile 2006 Kasım ayları arasında Tuncel’den Yasin Hayal ve çevresi hakkında bilgiler alındı.
Tuncel, ilk olarak Trabzon istihbarattan Muhittin Zenit ile çalıştı.
Zenit’in 2006 Haziran’ın da tayini çıkınca bu kez komiser Özkan Mumcu’ya zimmetlendi. Yaklaşık üç ay sonra Mumcu askere gidince bu görevi 2006 Ağustos’unda Mehmet Ayhan devraldı.
Aynı dönemde Trabzon Jandarması’nın da ‘ilgi alanına’ giren Erhan Tuncel kısa sürede yaşanan bu değişiklikler sonrası ‘soğudu’ ve 2,5 ay sonra da istihbarat elemanlığından çıkarıldı.
Oysa ki bu dönem Hrant Dink cinayetine giden en kritik tarihlerdi ve ‘en önemli haber kaynağı’ emniyette yaşanan konsantrasyon kaybı nedeniyle ihmal edildi.
Eğer Trabzon polisi Erhan Tuncel’i 2006 yaz aylarında daha yakın markajda tutabilse Dink Cinayeti’ne giden süreç farklı olabilirdi.
İSTİHBARAT ÇOK CİDDİ BİR İŞTİR
Bu hatırlatmayı yapmamın nedeni şu; İstihbarat çok ciddi ve bırakın hatayı, konsantrasyon kaybına bile müsaade etmeyen hayati bir iştir.
Aldığınız kararlar onlarca belki yüzlerce kişinin hayatını kurtarabileceği gibi tam tersi sonuçlarda doğurabilir.
Tıpkı bugünlerde Türkiye’de yaşandığı gibi.
Erdoğan ve AKP iktidarı, yolsuzluklarını örtmek, kurdukları rant düzenini devam ettirebilmek için hayati öneme sahip polis birimlerini darmadağın etti.
Üstelik başta Suriye olmak üzere çevremizin ateş çemberi olduğu bir dönemde 2013 Mayıs’ından itibaren bilerek ve iradi olarak yaptı.
Takvimler 2013 Mayısının son günlerini gösterirken Türkiye tarihinde olmamış bir şey yaşandı. Emniyet İstihbarat Dairesi başkan, başkan yardımcıları ve tüm şube müdürleri aynı anda görevden alındı.
Hatta ilerleyen günlerde tasfiye süreci hem merkez hem de taşra teşkilatlarına yayıldı ve kısa bir süre içinde Türkiye’de istihbaratın yüzde 70’ini üreten polis istihbarat tamamen tasfiye edildi.
FATURASI AĞIR OLACAKTI, OLDU DA
O günlerde Bugün Gazetesi Ankara Temsilcisiydim ve 27 Mayıs 2013 tarihli köşe yazımda (maalesef gazetemiz AKP rejimi tarafından gasp edilip bir süre sonra da kapatıldığı için artık arşivine de ulaşılamıyor fakat çeşitli siteler o yazımı alıntılamıştı. Halen bulunup okunabilir.) yaşanan tasfiyeyi yazmış ve ‘böylesi büyük ve ani değişikliklerin ülkeye faturası ağır olabilir’ diye de uyarmıştım.
Zira konuştuğum tüm terör ve istihbarat uzmanları ‘Türkiye’yi bekleyen tehlike’ konusunda hemfikirdi.
Ertesi gün ise meslek hayatımın en ilginç diyaloglarından birini yaşamış, dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın adeta ‘hışmına’ uğramıştım. TBMM’de görüştüğüm Arınç yazıma tepki gösterip ‘bu yazının faturası olur’ diye de ‘uyarmıştı’.
Sonrasında yaşananlar malum.
TASFİYELER TSUNAMİYE DÖNÜŞTÜ
17-25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonrası emniyetteki tasfiye dalgası tsunamiye dönüştü ve ilk tasfiye dalgasından geriye kalan uzman kadrolar önce ihraç edildi, sonra da tutuklandılar.
Yerlerine ise hiçbir istihbarat-terör tecrübesi olmayan isimler atandı. Hatta radikal örgütleri takipten sorumlu İstihbarat birimine trafik polisleri yerleştirildi.
Polis yetiştiren okullar kapatılırken AKP referanslı ve hiç bir uzmanlığı olmayan 40 bine yakın yeni polis alındı.
Operasyonların ardı arkası kesilmedi.
Öyle ki sabah mesaiye başlayan polis akşama tutuklanmayacağına garanti veremedi. Tasfiyeler o kadar hızlı yapıldı ki eski kadrolar ile yeni kadrolar arası geçiş yapılamadı.
Bir yandan da tüm istihbarî dinlemeler sonlandırıldı.
Doğal olarak tüm terör örgütleri takipsiz kaldı. Mesela Arapça bile polislerin tamamı ihraç edildiği için daha önceden başlatılan dinlemeleri çözecek kimse bulunamadı.
El Kaide, Antep’te ‘askere alma ofisi’ kurup savaşçı devşirirken AKP iktidarı El Kaide uzmanı polisleri bekçi olarak tayin etti.
Poliste yaşanan ‘dağılma süreci’ darbe ile zirveye çıktı.
15 Temmuz olaylarına karışmadığı gibi darbecilere direnen polisler dâhil 20 küsur bin polis daha meslekten ihraç edildi.
Detayları uzatmak mümkün.
Fakat özeti ve önemli boyutu şu; Türk polis teşkilatı AKP eliyle bitirildi. Göstere göstere ve tüm aklıselim uyarılara kulak tıkanarak yapıldı bu.
BİR PARANOYANIN PEŞİNDE
Görevde kalmayı başarabilen polisler ise Erdoğan’ın kafasında kurup millete dayattığı ‘FETÖ’ paranoyasının peşine düşürüldü.
Öyle ki Ankara’da İstanbul’da canlı bombalar patlarken bile ertesi sabah terör ve istihbarat polisleri burs veren ev kadını ya da esnaf peşindeydi.
IŞİD militanları Fatih’te stant açarken polis ‘gazeteci avına’ çıktı.
Gelinen noktada tablo ortada.
Sadece 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana yaşanan terör olaylarında 600’ü aşkın sivil, 550’yi aşkın asker ve 300’den fazla polis hayatını kaybetti.
Ankara’da İstanbul’da neredeyse her hafta büyük terör saldırıları oldu.
Hiçbiri önlenemediği gibi failleri -son Reina saldırısında olduğu gibi- yakalanamadı.
Aklıselim uyarılar yapan güvenlik uzmanları ‘hayali örgüt yaftalarıyla’ cezaevine gönderilirken ne kadar meczup varsa Havuz medyası ekranlarında ya da Erdoğan’ın uçağında ağırlandı.
Uzun lafın kısası, bir ülkeyi çökertmek için ne yapılması gerekiyorsa hepsi özenle ve kararlılıkla Erdoğan yönetiminde yapıldı.
SUÇLU DIŞARIDA ARANMASIN
Şimdi ise ‘üst akıl’ ya da ‘Türkiye’nin gelişmesini istemeyen yabancı güçler’ gibi bayat komplo teorilerinin arkasına sığınarak ‘gerçekler’ gözden kaçırılmaya çalışılıyor.
Dahası, bütün terör ve istihbarat uzmanları görevden alan, tutuklayan bir yandan da doğrudan ya da dolaylı olarak radikal akımları destekleyen AKP iktidarı ‘nerede yanlış yapıldı’ sorusunun sorulmasını da istemiyor.
Oysaki önüne geleni hain ilan etmek kendi sorumluluklarını unutturmayacağı gibi hafifletmeyecek de.
Erdoğan ‘sonu belli bir yola’ kendi iradesiyle ve isteyerek girdi.
Dolayısıyla dökülen her kanda, kaybedilen her canda başta kendisi olmak üzere tüm iktidarın sorumluluğu var.
Bu gerçeği Türkiye’de kimsenin söyleme ya da yazma imkânı yok.
Fakat Türkiye ile ilgili uluslararası analizlere baktığınızda Erdoğan’ın Türkiye’yi savunmasız bıraktığı değerlendirmelerini okuyorsunuz.
Bir başka ifadeyle herkes her şeyi görüyor.
Peki, bundan sonra ne olacak?
İngiliz Daily Telegraph’tan Mark Almond’un analizinde dediği gibi “Türkiye, önünü Pakistan’ın açtığı yoldan yokuş aşağı ilerliyor”…
Ta ki Hrant Dink cinayeti ile gündemimize girecek olan Yasin Hayal’in McDonald’s bombalamasına kadar.
Trabzon/Pelitli özelinde bir ‘hareketlenme’ olduğunu fark eden Trabzon polisi, Erhan Tuncel’i ‘yardımcı istihbarat elemanı’ olarak devşirdi. 2004 Aralık ile 2006 Kasım ayları arasında Tuncel’den Yasin Hayal ve çevresi hakkında bilgiler alındı.
Tuncel, ilk olarak Trabzon istihbarattan Muhittin Zenit ile çalıştı.
Zenit’in 2006 Haziran’ın da tayini çıkınca bu kez komiser Özkan Mumcu’ya zimmetlendi. Yaklaşık üç ay sonra Mumcu askere gidince bu görevi 2006 Ağustos’unda Mehmet Ayhan devraldı.
Aynı dönemde Trabzon Jandarması’nın da ‘ilgi alanına’ giren Erhan Tuncel kısa sürede yaşanan bu değişiklikler sonrası ‘soğudu’ ve 2,5 ay sonra da istihbarat elemanlığından çıkarıldı.
Oysa ki bu dönem Hrant Dink cinayetine giden en kritik tarihlerdi ve ‘en önemli haber kaynağı’ emniyette yaşanan konsantrasyon kaybı nedeniyle ihmal edildi.
Eğer Trabzon polisi Erhan Tuncel’i 2006 yaz aylarında daha yakın markajda tutabilse Dink Cinayeti’ne giden süreç farklı olabilirdi.
İSTİHBARAT ÇOK CİDDİ BİR İŞTİR
Bu hatırlatmayı yapmamın nedeni şu; İstihbarat çok ciddi ve bırakın hatayı, konsantrasyon kaybına bile müsaade etmeyen hayati bir iştir.
Aldığınız kararlar onlarca belki yüzlerce kişinin hayatını kurtarabileceği gibi tam tersi sonuçlarda doğurabilir.
Tıpkı bugünlerde Türkiye’de yaşandığı gibi.
Erdoğan ve AKP iktidarı, yolsuzluklarını örtmek, kurdukları rant düzenini devam ettirebilmek için hayati öneme sahip polis birimlerini darmadağın etti.
Üstelik başta Suriye olmak üzere çevremizin ateş çemberi olduğu bir dönemde 2013 Mayıs’ından itibaren bilerek ve iradi olarak yaptı.
Takvimler 2013 Mayısının son günlerini gösterirken Türkiye tarihinde olmamış bir şey yaşandı. Emniyet İstihbarat Dairesi başkan, başkan yardımcıları ve tüm şube müdürleri aynı anda görevden alındı.
Hatta ilerleyen günlerde tasfiye süreci hem merkez hem de taşra teşkilatlarına yayıldı ve kısa bir süre içinde Türkiye’de istihbaratın yüzde 70’ini üreten polis istihbarat tamamen tasfiye edildi.
FATURASI AĞIR OLACAKTI, OLDU DA
O günlerde Bugün Gazetesi Ankara Temsilcisiydim ve 27 Mayıs 2013 tarihli köşe yazımda (maalesef gazetemiz AKP rejimi tarafından gasp edilip bir süre sonra da kapatıldığı için artık arşivine de ulaşılamıyor fakat çeşitli siteler o yazımı alıntılamıştı. Halen bulunup okunabilir.) yaşanan tasfiyeyi yazmış ve ‘böylesi büyük ve ani değişikliklerin ülkeye faturası ağır olabilir’ diye de uyarmıştım.
Zira konuştuğum tüm terör ve istihbarat uzmanları ‘Türkiye’yi bekleyen tehlike’ konusunda hemfikirdi.
Ertesi gün ise meslek hayatımın en ilginç diyaloglarından birini yaşamış, dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın adeta ‘hışmına’ uğramıştım. TBMM’de görüştüğüm Arınç yazıma tepki gösterip ‘bu yazının faturası olur’ diye de ‘uyarmıştı’.
Sonrasında yaşananlar malum.
TASFİYELER TSUNAMİYE DÖNÜŞTÜ
17-25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonrası emniyetteki tasfiye dalgası tsunamiye dönüştü ve ilk tasfiye dalgasından geriye kalan uzman kadrolar önce ihraç edildi, sonra da tutuklandılar.
Yerlerine ise hiçbir istihbarat-terör tecrübesi olmayan isimler atandı. Hatta radikal örgütleri takipten sorumlu İstihbarat birimine trafik polisleri yerleştirildi.
Polis yetiştiren okullar kapatılırken AKP referanslı ve hiç bir uzmanlığı olmayan 40 bine yakın yeni polis alındı.
Operasyonların ardı arkası kesilmedi.
Öyle ki sabah mesaiye başlayan polis akşama tutuklanmayacağına garanti veremedi. Tasfiyeler o kadar hızlı yapıldı ki eski kadrolar ile yeni kadrolar arası geçiş yapılamadı.
Bir yandan da tüm istihbarî dinlemeler sonlandırıldı.
Doğal olarak tüm terör örgütleri takipsiz kaldı. Mesela Arapça bile polislerin tamamı ihraç edildiği için daha önceden başlatılan dinlemeleri çözecek kimse bulunamadı.
El Kaide, Antep’te ‘askere alma ofisi’ kurup savaşçı devşirirken AKP iktidarı El Kaide uzmanı polisleri bekçi olarak tayin etti.
Poliste yaşanan ‘dağılma süreci’ darbe ile zirveye çıktı.
15 Temmuz olaylarına karışmadığı gibi darbecilere direnen polisler dâhil 20 küsur bin polis daha meslekten ihraç edildi.
Detayları uzatmak mümkün.
Fakat özeti ve önemli boyutu şu; Türk polis teşkilatı AKP eliyle bitirildi. Göstere göstere ve tüm aklıselim uyarılara kulak tıkanarak yapıldı bu.
BİR PARANOYANIN PEŞİNDE
Görevde kalmayı başarabilen polisler ise Erdoğan’ın kafasında kurup millete dayattığı ‘FETÖ’ paranoyasının peşine düşürüldü.
Öyle ki Ankara’da İstanbul’da canlı bombalar patlarken bile ertesi sabah terör ve istihbarat polisleri burs veren ev kadını ya da esnaf peşindeydi.
IŞİD militanları Fatih’te stant açarken polis ‘gazeteci avına’ çıktı.
Gelinen noktada tablo ortada.
Sadece 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana yaşanan terör olaylarında 600’ü aşkın sivil, 550’yi aşkın asker ve 300’den fazla polis hayatını kaybetti.
Ankara’da İstanbul’da neredeyse her hafta büyük terör saldırıları oldu.
Hiçbiri önlenemediği gibi failleri -son Reina saldırısında olduğu gibi- yakalanamadı.
Aklıselim uyarılar yapan güvenlik uzmanları ‘hayali örgüt yaftalarıyla’ cezaevine gönderilirken ne kadar meczup varsa Havuz medyası ekranlarında ya da Erdoğan’ın uçağında ağırlandı.
Uzun lafın kısası, bir ülkeyi çökertmek için ne yapılması gerekiyorsa hepsi özenle ve kararlılıkla Erdoğan yönetiminde yapıldı.
SUÇLU DIŞARIDA ARANMASIN
Şimdi ise ‘üst akıl’ ya da ‘Türkiye’nin gelişmesini istemeyen yabancı güçler’ gibi bayat komplo teorilerinin arkasına sığınarak ‘gerçekler’ gözden kaçırılmaya çalışılıyor.
Dahası, bütün terör ve istihbarat uzmanları görevden alan, tutuklayan bir yandan da doğrudan ya da dolaylı olarak radikal akımları destekleyen AKP iktidarı ‘nerede yanlış yapıldı’ sorusunun sorulmasını da istemiyor.
Oysaki önüne geleni hain ilan etmek kendi sorumluluklarını unutturmayacağı gibi hafifletmeyecek de.
Erdoğan ‘sonu belli bir yola’ kendi iradesiyle ve isteyerek girdi.
Dolayısıyla dökülen her kanda, kaybedilen her canda başta kendisi olmak üzere tüm iktidarın sorumluluğu var.
Bu gerçeği Türkiye’de kimsenin söyleme ya da yazma imkânı yok.
Fakat Türkiye ile ilgili uluslararası analizlere baktığınızda Erdoğan’ın Türkiye’yi savunmasız bıraktığı değerlendirmelerini okuyorsunuz.
Bir başka ifadeyle herkes her şeyi görüyor.
Peki, bundan sonra ne olacak?
İngiliz Daily Telegraph’tan Mark Almond’un analizinde dediği gibi “Türkiye, önünü Pakistan’ın açtığı yoldan yokuş aşağı ilerliyor”…