Babalar ve Oğullar: Neden Bir Türlü Büyüyemiyoruz?

 [KEMAL AY]

2012’de Vice News ekibi, Libya’da Muammer Kaddafi’yi sokak ortasında öldüren adamlarla görüştüklerinde, Kaddafi’nin son sözlerinin şu olduğu ortaya çıkmıştı: “Bunu yapamazsınız! Ben sizin babanızım!”
Stockholm Sendromuna benzer bir şekilde, hani rehin alınan insanların yaşadıkları travmadan ötürü rehineciye âşık olmaları gibi, toplumlara çalkantılı dönemler yaşatmış liderlerle halklar arasında da aşk-nefret kutuplarında gidip gelen bir ilişki oluşuyor. Varlığında ve güçlü olduğu dönemdeki aşk, güçten düştüğü anda bir çeşit ‘yok etme arzusuna’ dönüşüyor.
Liderlere bakan yönüyle, onlar bir noktadan sonra kendilerini ‘insanüstü’ görmeye başlayıp adeta yaşadıkları toplumun ‘babası/atası’ olduklarını düşünüyorlar. Haliyle kendilerinde, toplumdaki her meseleye karışma, her bireyin hayatı hakkında tercih hakkına sahip olma yetkisi buluyorlar.
Hayatı ‘baba’ya göre yaşama
‘Babalık’ sadece toplumların kaderinde değil, en küçük aile fertlerinin bile kişisel hayatlarında hayli etkili bir pozisyon. Öyle ki psikoloji ve psikiyatri bilimlerinin kurucularından Sigmund Freud, hemen her meselede ‘babanın rolü’ne atıfta bulunuyor.
Özellikle erkeklerde, hayatlarını babalarının aksine yöneltme eğilimi çok sık görülür. Bu, babasıyla ilişkilerinin bozukluğundan ya da baba figürünü ‘yeterli görmeyişinden’ kaynaklanıyor olabilir. Ancak bu eğilim, aslında bir hastalıktır. Her meselede, öncelikle o meseleye değil de ‘baba’nın o meseleye yaklaşımına bakarak karar vermek, gerçeklikle bağların kopmasının bir göstergesidir.
Toplumsal olaylardaki karşılığı, ‘kronik muhalefet’ olarak görülebilir. ‘Güçlü, baskıcı lidere’ ya da ‘baba’ya karşı bir varoluş kurmaya çalışan toplumsal gruplar, meseleleri onun aksine bir istikamette görmeye alışır zamanla. Bu durum, genelde ideolojik körlükle açıklanmaya çalışılır ama aslında bilinçdışının dayatması da denebilir.
İktidarını sürekli hissettirmek hastalığı
Freud’a göre bütün baba oğul ilişkilerinde bu çatışma ister istemez vardır. ‘Baba’ ne kadar iyi olursa olsun, evin içinde bir ‘otorite figürü olarak’ oğulla arasında çıkar çatışması yaşar. Ona her daim engeldir. Ya hayatını ondan farklı yaşamak ister, ya da hayatını sürekli ona onaylatmak ister. İki durumda da, kendi için ve kendi doğrularına göre yaşayamaz. (Aslında bütün babalar Freud’un dediği gibi değildir, onun tespitlerini doğrulayan babalar genelde ‘baskıcı’ tiplerdir).
Liderlerini ‘baba’ figürünün yerine koyan toplumlar da, aynı şekilde kendi doğrularını inşa edemezler. Eğer lidere yandaşsa, her hareketini ona onaylatma eğilimine girer; eğer lidere muhalifse, onun rağmına yaşamaya çalışır.
Aslında burada suçlu olan, oğullar ya da toplumlar değildir. Onları bu psikolojik duruma iten, babaların sürekli ‘görünür’ olma, iktidarını kaybetmeme psikolojileridir.
Bırakın toplum kendi kendine yetsin
İyi liderler, toplumlarını bir noktaya taşıdıktan sonra, artık kararın kendilerinde olduğunu bilir ve kenara çekilirler. Bu da, toplumun kendine olan güvenini kazandırır. Aynı şekilde iyi babalar da, bir noktadan sonra çocuklarının sözlerini dinleyen, onlarla istişare eden, yeri geldiğinde bütün ailenin sorumluluğunu çocuğuna bırakabilen kimselerdir. Çocuğun her kararına karışmak isteyen, hayatının her aşamasında görünmeye çalışan babaların çocukları, büyüyemezler.
Bu bakımdan bir çocuğun rüştünü ispat etmesi, sorumluluk almaya başlaması ve kendi anlam dünyasını kurabilmesiyle olur. Bu da, babadan, otoriteden uzakta kendi hayatını kurabilmesiyle gerçekleşir çoğu zaman. Nasıl ki iyi bir baba, kendi kendine yetebilen evlatlar yetiştirmesiyle belli olur; iyi bir lider de, ona ihtiyaç duymadan yaşayabilen nesiller yetiştirmekle ortaya çıkar.
Churchill’e dur diyen İngilizler
İngilizler, II. Dünya Savaşı’ndan galip çıkmalarını sağlayan Winston Churchill’e savaştan hemen sonraki seçimlerde, “Tamam büyük işler başardın ama seninle işimiz bitti” mesajı vermişti. Churchill, bu mesajı kabul ederek, “Bu demokrasi, biz bunun için savaştık” demek zorunda kaldı.
Bazı tarihçiler, Churchill’in savaştan sonra büyük bir seçim zaferiyle Başbakan olması durumunda diktatörleşmesinin kaçınılmaz olduğu yorumunu yapar. Zira İngiltere’yi çok zor bir dönemeçten geçirmiştir ve kurduğu uluslararası bağlarla, ülkedeki bütün kurumların üstünde bir ‘kült’ olarak belirme ihtimali yüksektir. (Bugün Avrupa’nın Nazilerden kurtarılan pek çok bölgesinde Churchill ismini caddelerde, sokaklarda görebilirsiniz mesela.)
Babadan kalma siyaseti bırakmak
ABD’nin bugün bu kadar başarılı bir toplum olarak her meselesini kendi araçlarıyla çözebilmesi, Avrupa’dan göç ederek yeni kıtaya giden insanların “Babadan kalma politik araçları” geride bırakmalarıyla açıklanır. Amerika’nın ‘kurucu babaları’, Avrupa’daki siyasî müdahalecilikten o kadar bunalmışlardı ki, başkanların en fazla 8 yıl iktidarda kalabilmelerini mümkün kılmışlardı.
Birçok ABD başkanı, toplumlarına yaşattıkları büyük olaylara rağmen, onları kendi gelecekleriyle baş başa bırakmak zorunda kalmıştır bu sebeple. Yakın zamanda Barack Obama, Afrikalı liderlere yönelik bir konuşmasında, insanların neden ölene dek iktidarda kalmak isteyeceklerini anlamadığını söylemişti. Beyaz Saray’da son günlerini yaşayan Obama, her fırsatta 8 yıllık sınırın demokrasi için en sağlıklı şeylerden birisi olduğunu dillendiriyor.
Osmanlı’dan miras: Yetimlik
Osmanlı’nın son dönemindeki ortaya çıkan Tanzimat Edebiyatı’yla ilgili Profesör Jale Parla’nın enfes bir tespiti vardır. Prof. Parla, bu dönemdeki edebî eserlerde, ortak bir temadan bahseder: Babasızlık. Tanzimat romanlarının kahramanları, çoğunlukla babalarını erken yaşta kaybetmişlerdir. Yahut babaları uzaktadır.
Parla, bu dönemdeki romancıların bir ‘baba arayışı içinde’ olduklarını söyler. Zira Batılılaşma ile birlikte asırlardır ‘güvence’ olarak tahtta oturan Padişah’ın gücü sınırlanmıştır. Entelektüel camia kendisini ‘yetim’ olarak görür. (Nihayet Cumhuriyet’le birlikte yıllardır aranılan ‘baba’ bulunmuştur.)
Toplumun veya çocukların ‘kendine güveni olmadığı’ her durumda, bir ‘kurtarıcı baba’ figürü ihtiyacı beliriyor hayatımızda. Turgenyev’in Babalar ve Oğullar romanı, nesiller arası bir kırılmayı ima ediyordu. Bizdeki ‘babalar ve oğullar’ ise maalesef bir sürekliliği gösteriyor. Sürekli bizi hizaya getirecek, bize doğruyu ve yanlışı gösterecek, hâsılı bizi ‘kurtaracak’ bir baba arıyoruz.
‘Biz çocuk kalmış bir milletiz’
Hâlbuki çocuklar gibi toplumlar da, baba ihtiyacı hissetmeden büyüyüp gelişebilirler. Kardeşleriyle arasındaki ilişkiyi babasına göre belirlemeden, özgüveniyle hareket ettiğinde insanlar sağlıklı bir toplum kurabilirler. Hayatı babaya onaylatarak ya da babadan kaçarak yaşamak, ‘çocuk kalma’nın bir semptomudur.
Romancı Oğuz Atay’ın 7 Kasım 1970’te günlüğüne yazmış olduğu şu notla bitirelim:
“Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı ‘myth’lere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde. Bir başka nokta daha: Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz.”