Nasıl Gidiyor ‘Tepeleme’? İçiniz Soğuyor Mu Böyle?

 [KEMAL AY]

Meşhur bir etik sorusu vardır, derslerde de okutulur: Diyelim ki Nazi askerleri yollarına çıkan bir şehri işgal etti ve kendilerine direnen 20 kişilik bir grubun teslim edilmesini istiyor. Ve şöyle bir seçim koydu ortaya: Ya bize 20 kişiyi teslim edersiniz, ya da hepinizi toplama kampına göndeririz, orada can verirsiniz. Ne yaparsınız?
Öncelikle, bunun bir “etik” sorusu olabilmesi için bazı önkabuller gerekiyor.
Mesela, şehrin diğer insanlarının o 20 kişiyi önemsemesi, kendinden bilmesi gerekir. Bunun için birlikteliğe değer vermesi, vefalı olması, kendinden önce başkalarının canını, malını düşünmesi gerekir. Yani asgarî insanî şartları yerine getirmiyorsa zaten bir kişi, “etik” sorusunun muhatabı olması biraz zor.
Çünkü öyle birisi kolaylıkla, “İşte şu 20 kişi size direndi komutanım!” diyebilir sırıtarak. Nazi subayı da o 20 kişiyi öldürüp, sonra bir de şehirdeki insanların malına, namusuna göz dikebilir kolaylıkla. Ama işte o asgarî insan olma şartlarını yerine getirmeyen kişi, Nazi subayının o 20 kişiyi öldürürse, kendisine dokunmayacağını düşünür. Zira feraseti de yoktur.
Her defasında karşılaşacağımız soru bu
Bu “etik” sorusu, bir toplumdaki azınlık grupların hakları gündeme geldiğinde, toplumun her ferdine tek tek sorulur aslında.
Çünkü bir toplumda, azınlık bir grubun hakkını savunmanın, hemen hiçbir getirisi yoktur. Bilakis, toplumun kâhir ekseriyeti sizi yadırgar. Devlet, eğer çok güçlüyse ve arkasına da toplumun çoğunluğunu almışsa, o azınlıkların lehine söz söylemek, usturaya kafa atmak gibidir.
Bunu iyi bilir devletler ve bir azınlık grubu gözüne kestirdiğinde ilk iş, onları ‘başkalaştırır’ halkın gözünde. Azınlık olduklarının altını çizer. “Kökleri dışarıda” der ama yurt içinde “kimsesiz” olduklarını cümle âleme gösterir. “Sana da şunu yapmıştı,” “Bak seninle ilgili de şu emelleri vardı,” der.
Gelgelelim, yine de “etik” kaygısı olan birileri çıkar, o azınlık grubunu savunmaya durur. Bu kez de onları hedefe koyar. Bir yolunu bulur, onları da ezer ve özellikle onları öyle bir ezer ki, ibret olsun âleme.
Nasıl böyle yabancılaşabiliyor, çayımızı içenler?
12 Eylül darbesinde işkence görmüş birisi, “Düşman işgal etse ancak o kadar onur kırıcı şeyler yapılabilirdi!” demişti. Yani insan bir noktaya kadar, “dışarıdan gelen birinin”, bir yabancının vahşileşmesini anlayabiliyor. Tanımaz etmez, bir çayımızı içmemiş, bir muhabbetimize katılmamış, diyebiliyor.
Ancak içeride bu kadar “yabancı” olabilmek de neyin nesi? Başlangıçtaki “etik” sorusunu soran kişiler, bir şehrin insanlarını “birbirini gammazlamayan kimseler” olarak kabul etmişler. Oysa “ihbar hatları” kurup komşusunu, evladını emanet ettiği öğretmenini gammazlayanlar, nasıl “aynı şehrin insanları” olabiliyor?
‘Acıma yok, tepeleme var!’
Yargıtay, Çetin Doğan’la ilgili Balyoz kararına itiraz edince aklıma geldi, kendisi 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu’nun başkanlığını yapmıştı. 16 Nisan 1997 tarihli bir genelge yayınlamıştı o Çalışma Grubu ve camilerin gözetim altına alınması gerektiğini söylemişti. Çok sonraları Çetin Doğan’la aynı köyde doğan birisinden duymuştum, meğer Doğan’ın bir kardeşi hafızmış ve beş vakit camiye gelirmiş.
Aynı Çetin Doğan’ın Balyoz’daki ses kayıtlarında, “İstanbul’a çökeceğiz. Acıma yok, tepeleme var.” lafı geçiyordu, hatırlarsınız. (Yargıtay kararı bozduğuna göre kayıtlar montaj değil herhalde?) Şimdilerde anlıyoruz ki, bu cümle aslında bir çeşit “müjde” imiş geleceğe yönelik. Evet, bir çeşit nefret dönemini ta o günlerden öngörebilmiş bir Orgeneral. Gücü eline geçirenin, ‘kimsesiz’ kalana karşı ‘acıma duygusu olmayacağını’ haber vermiş.
İnsan merak ediyor, içiniz soğuyor mu?
Bu ortamda hepimizin payı var muhtemelen. Bir toplumda nefretin hâkim olmasının tek bir sorumlusu olamaz. Belli ki “sevgi” naif, etkisiz bir kavram olarak kalmış zihinlerde. Hakkıyla uygulaması yapılamamış. Kimse, kimsenin sevgisinden ‘emin’ olamamış.
Ama işte insan yine de merak ediyor, içleri soğuyor mu bu zulümleri reva görenlerin? Mesela bir polis, bir hücrede, alelade bir öğretmene tekme tokat girişirken, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı koltuğunu işgal edenler, “Oh olsun! Onlar da benim telefonlarımı dinlemişlerdi!” diyor mu? (Dinlememiş olsalar bile, o öyle inanmış bi kere!)
Bir eski genelkurmay başkanı, bir eski emniyet müdürü mesela, “Oh canıma değsin!” çekiyor mudur, KHK ile görevden alındığı için intihar eden bir kaymakamın haberini sabah gazetesinde okuyup? (Gerçi gazeteler de yazmıyor artık ama…)
Ergenekon’da, Balyoz’da ‘canı yanan’ (suçlu, suçsuz ayırmıyorum) bir kimse, bugünkü manzaraya bakıp, bugünkü Türkiye’ye bakıp, yüz binlerce insanın mağduriyetine bakıp, “Çok güzel oldu ya! Çeksinler cezalarını!” diyor mu gerçekten? (Hep onlardan biliyorlar ya canlarının yanmalarını!)
15 Temmuz’da hayatını kaybedenlerin yakınları, gözaltında çocuğunu düşüren, tacize uğrayan kadınları görüp “Adalet yerini buldu!” diyebiliyor mu hiç vicdanı sızlamadan? ‘Birileri katliam yaptı’ bahanesiyle, başkaları gene katliam yapıyorsa, adalet nerede ve nasıl sağlanacak, hiç düşünen var mı?
Tiranlarla pazarlık yapılmayacağını bir gün anlarsınız…
Şehri işgale gelmiş Nazi ordusuna, 20 kişiyi verip kurtulacağını zanneden kimseler, “20 kişi gitti ama huzur içinde yaşayacağız!” zannediyorlardı muhtemelen. “20 kişiyi verdik ama çok şükür toplama kampında değiliz!” Tabi Naziler, şehirlerini bir çeşit toplama kampına çevirecekti. İşgal ettikleri her yeri, korku atmosferine boğmuşlardı zira.
İşte bu meşhur “etik” sorusu, her gün soruluyor insanlara tek tek. Ve her geçen gün, her geçen saat, her geçen dakika cevap veriliyor bu soruya. Doğru ya da yanlış.
1938’de Almanya’nın Çekoslovakya’nın bir kısmını almasına ses çıkarmayan İngiltere ve Fransa için, Winston Churchill şöyle demişti iki yıl sonra: “Savaşla onursuzluk arasında bir seçim yapmanız gerekmişti. Siz, onursuzluğu seçtiniz. Ve şimdi savaş kapınızda.”
İnsanlar bir gün, tiranlarla pazarlık yapılmayacağını, aksi takdirde, bir şeyler kazanacağız derken her şeylerini kaybedeceklerini anlayacaktır. Ama tabi, her zaman olduğu gibi, iş işten geçtikten sonra. (TR724)